A password will be e-mailed to you.

…1960 yılında cebimde 10 dolarla otostopla Avrupa turuna çıktım…  Türkiye, Paris Bienali’ne benim resimlerimi göndermişti. Ama beni bienale davet etmediler. Ben de dedim, kendim giderim o zaman. Müzeleri, beni etkileyen sanatçıların orijinal eserlerini görmekti arzum. O günkü açlığımız çok başkaydı. Ben de tiyatroyu çok severdim biliyor musun…

Ayşegül, Paris’te yaşayan Türk ressamlar ile bir röportaj serisi mi yapsak, diye önerince bu fikrin heyecanı ile 49 yıldır Paris’te yaşayan sanatçı Utku Varlık’la tanışmak için kendisine ulaşmaya çalıştım. 1942 doğumlu olan sanatçı teknolojinin çok yakın takipçisi ve Facebook mesajıma çok kısa sürede geri dönüş sağladı.

Bazen, bazı insanlar ile bir araya gelmeniz sizin kurguladığınızdan bile kolay olur, birliktelik hali sizi bile şaşırtır, Utku Bey’le de bir araya gelişimiz aynı böyle oldu. “Merakları ortak olan varlıklar bir gün birbirlerini mutlaka bulurlar”¹ sözünü anımsıyorum ve aramızdaki jenerasyon farkına rağmen Utku Bey’in atölyesine girer girmez farklı bir sahne dekorundan aslında aynı oyunu izlediğimizi görüyorum.

Eiffel Kulesi‘ni gören, kendi deyimiyle her ressamın arzuladığı kuzey ışığına sahip geniş atölyesi, boya, fırça ve tuvallerle dolu. Eşi Geneieve, Utku Bey’in arkasından “hoş geldin” diyerek beni karşılıyor, bir an kendimi bir yabancıdan öte uzaktan bir aile dostumuzu ziyarete gelmişim gibi hissediyorum. Bu tanışıklık halinin varlığı, bir davranış veya sözden öte fiziksel mekandaki mutluluk ve birliktelikten duyulan memnuniyet ile oluşuyor.

Utku Bey, ben paltomu çıkarmaya çalışırken hemen anlatmaya başlıyor; atölyesini, evinin yerini, sonra birden eski Paris’i, yenisini…Durdurmaya çekinerek, hepsini “kaydetmek istiyorum” diyorum, “çok güzel anlatıyorsunuz.” Benim hiçbir şey sormama gerek kalmadan bendeki bulanıklığı sanki önceden sezinliyor, benim yazılarıma yorumlar yapıyor, anlatıyor…

İyi bir yazar olmak, ne kadar zordur aslında.
Okut beni.
Şaşırt beni.
Çok sevdiğim kalıplardır.
Önce bütün aldıklarını, sana gelenleri, süzdükten sonra senden çıkacak aynı şekilde olmalı, yargıcı yine sensin, senin yazın. Fakat yaşamak çok büyük bir deneyim, bazı deneyler artıyor bazı şeyler diniyor, sonunda öyle büyük bir bilge falan da olmuyorsun, yaşlandıkça enayi olan çok adam tanıyorum.

Hızlıca kaydetmeye çalışıyorum dinlediklerimi, tam o sırada “bir dakika sana ne ikram edeyim” sorusu ile bölünüyor anlattıkları. O kalktığı sırada hızlıca kâğıdımı kalemimi kayıt cihazımı hazırlıyorum. Zaman kazandığım için mutluyum. Beklerken odayı incelemeye başlıyorum, yalın ama yaşanmışlıklar ile zengin. Her bir objenin fiziksel varlığında bir görevi var, belli ki hiçbiri tesadüfi değil. Daha sonradan beni gezdirdiğinde, bu yorumumu kendi kendime onaylıyorum. Duvarda asılı olan siyah beyaz fotoğrafların çoğunu Utku Bey kendi çekmiş.

Neyse, Utku Bey elinde iki kadeh beyaz şarapla yanıma geliyor, kaydı başlatıyorum, soruyorum;

 

49 yıldır Paris’tesiniz, buralıyım diyebilir misiniz? Siz nerelisiniz?

Aslında yaşadığı yerden çok insanın dili vatanıdır. Ama ben yine de buralıyım. Kitabım “Zero Hipotez”de anlattığım: öncelikle 1960 yıllarının bir anatomisi; geriye dönüşlerde çocukluğum ve yeni yetme yaşlarım; daha doğrusu duygu alanlarım kurulduğu yıllardaki bizi yönlendiren “hayal verisi”nin oluşumu, laik ve naif Türkiye’yi yaşayabilmiş olmak! Bizim oluşumumuz: giderek on yılı içeren o 1960 yılları- ben buna bir ışık alanı diyorum- yani “özgürlüğü” Türkiye’de öğrendiğimiz bir dönem. Sonuçta beni yönlendiren tüm etkenlerle karşılaşmam, akademiye girmem ve de o olağanüstü entelektüel çevrede kendimi bulmam acaba bir rastlantı mı?

1960 yılında cebimde 10 dolarla otostopla Avrupa turuna çıktım. Akademiden arkadaşlar bana açlıktan ölmek üzereyken bu 10 doları kullanacaksın, mecbur kalmadıkça kullanma dediler. O yıllar çok güzeldi. Nasıl anlatsam ki… Avrupa dingin, herkes çok hoşnut, misafirperverlik her yerde. Bugün aynısını yapamazsın. Benim bu yolculuğa çıkma nedenim Avrupa ile tanışma isteğimin yanında sanatsaldı.  Türkiye o sırada büyük ekonomik güçlük altındaydı. Biz akademide yararlanacak kaynak bulmakta zorlanırdık. Dergiler, kitaplar sanatsal üretim açısından hiç yeterli değildi. Türkiye, Paris Bienali’ne benim resimlerimi göndermişti. Ama beni bienale davet etmediler. Ben de dedim, kendim giderim o zaman. Müzeleri, beni etkileyen sanatçıların orijinal eserlerini görmekti arzum. O günkü açlığımız çok başkaydı. Ben de tiyatroyu çok severdim biliyor musun?

 

Öyle mi, şimdi takip etmiyor musunuz?

O zamanki sahneler, sunulanlar çok başkaydı. Hayal gücü ile yaratılan buluşurdu. Otostopla gezerken bir durağım Doğu Berlin oldu, Bertolt Brecht ölmüştü o yıllar. Helene Weigel, Brecht’in eşi vardı tiyatroda. Ben gittiğimde Anne oyununa prova yapıyorlardı. Kapıda uzun bir süre bekledim. Sen ne yapıyorsun diye dışarı çıktılar, ben de “tiyatronuzu görmeye geldim” dedim. “Nerden” dediler, “Türkiye’den” dedim. Çok şaşırdılar. Helene Weigel ile tanıştırdılar. Oyunu izledim. Muazzam bir deneyimdi. Aynı oyun sonra Paris’e geldi ama o yıl Helene Weigel kanserden öldü. Dün gibi hatırlıyorum hepsini. Bu geçmişle bugünü karşılaştırınca inan şimdi hiçbir şey yok. Yani demek istediğim ben kapıları kapattım. Beni heyecanlandıracak işler çok fazla göremiyorum.

1966 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldum ve de 1970 yılında Avrupa bursu ile dört yıl için Paris’e gittim. Yani Akademi’ye dönme fikriyle yola çıktık. Ama sonra, dönmedim çünkü çok karanlık yıllardı. Ben buraya geldim ve gördüm ki benim yaşamak istediğim yer burası. Beni kimse inancımla yargılamıyor, inandıklarımla üçkağıda getirmeye çalışmıyor. Ben özgürüm burada. Her akşam arkadaşlarla ya bir oyuna giderdik ya bir sinemaya. Yorulmazdık. Çünkü bu sanatsal doygunluğa çok açtık. Ne yazık ki bugün Türkiye’de bu açlığı hissetmeyen yüzlerce genç var.

 

Ben de sizinkine benzer bir deneyim yaşama arzusu ile Paris’e geldim aslında,

Evet belli ki sen aynı refleksle çıkmışsın. Ama sana benim yıllarımın Paris’ini gösterebilsem keşke.

“Matisse benim müzeme giremez”

O kadar farklı mıydı gerçekten?

Evet, “Paris bir şenlikti”, merak alanlarım o kadar çoktu ki Akademi ve Quartier Latin bizim bir “biyosferimiz” olmuştu; tüm galeriler, müzeler, kitapcılar, kiliselerde konserler- daha çok barok müzik – sinemalar ve biraz ötede Sinematek! Galerilerde pentür sergilenirdi, Paris sanatın bir çekim alanıydı. İşte belki de bakmak ve görmek farklıydı. Biz o zaman hayal kurardık. Kendi hayal müzelerim oluştuğu yıllardı. Bu nedenle bize “empoze” edilen “HİÇ” bir şey benim müzeme giremez. Beğendiğim sanatçıları zihnimde sergilerdim. Mesela, kimse bana gelip Henri Matisse’in tablosunu asacaksın diyemez. O benim müzeme giremez.

Bugün internetle olağanüstü kültür gezileri yapabiliyoruz; acaba o yıllar bu olanaklar olsaydı bu gezilerimi yapabilir miydim? Hayal kurmak beynin sanrı bahçesinde dolaşmak gibi, onun labirentine girebilmek, seni yöneten çıkışı bulabilmek! Tüm bugünkü “cyber” olanaklar yine bilgi adına yine bizim “imgesel alanlarımızın” yönetiminden geçiyor ve örneğin sinemada harika işler görüyoruz.
Sonuç olarak şuna vardım: Türkiye “paradoksal bir düş” misali garip bir ülke; ne zaman politik, ekonomik bir dinginliğe girdiğinde bizi şaşırttı ama bu uzun sığlaşma dönemi benim de umutlarımı kıyıya vurdu. Bir karabasan misali korku yönetiyor ülkeyi; bir düş değil ki uyanasın! Sosyal tarihimizi bilmedik ya da bilmek istemedik; kendine aynada bakamamak gibi! Buna rağmen şövenist bir yapımız var, onunla bağlarımız güçlü. Ne zaman bir Türk takımı uluslararası bir karşılaşmada yenilse, bize karşı olumsuz tavırlar takınılsa, herhangi bir nedenle kafamıza vurulsa; bunlar beni üzüyor! Türkiye’de yaşadığımdan daha uzun bir süre oldu Fransa’da yaşantım, demek biraz buralıyım, ama uçakla üç saat sonra İstanbul’dasınız, nostalji de eskisi gibi değil. Bu da mitolojik bir yazgı gibi; gidip pişman olup dönüyorsun, sonra tekrar özlüyorsun! Üstelik oğlum Alex İstanbul’da yaşıyor…..

“Burada benim aradığım her şey var”

İlginç, tam tersi olur genelde, çocukken tatillerinde mi Türkiye ile tanıştı, siz mi anlattınız?

O aslında benim ona anlattığım anıları özledi, benim İstanbul’umu yani… Türkiye’yi aslında benim varoluşumla eşleştiriyor. Bugün benim için bir yerdeyim demek güç aslında. Kızım Sidney’de yaşıyor oğlum İstanbul’da. Ama her şeye rağmen Fransa bugün yaşanacak en iyi yerlerden bir tanesi. Genevieve de önce ünlü bir galeride çalıştıktan sonra 30 yıl Cite İnternational des Arts’da sergi ve konser yöneticisi olarak çalıştı, bu vakıftaki atölyeyi şimdi İstanbul Sanat Vakfı yönetiyor.

Burada benim aradığım her şey var; kültür, sanat, üretim… Mesela bana bu atölyeyi bedelinin çok daha altında bir kira ile devlet veriyor. La Maison des Artistes’e kayıtlı olduğum için, birtakım prosedürleri geçtikten sonra sana ev ve atölye olarak böyle bir yer sunuyorlar. Bu çok büyük bir avantaj. Sanmıyorum ki başka hiçbir ülkede sanatçılar bu kadar korunsun ve imkanlarla donatılsın.

(Röportajın devamı bir sonraki yazıda…)

¹Azra Kohen/ Gör Beni İki Devrin Hikayesi

İLGİLİ HABERLER

Utku Varlık’tan Tony Cragg eleştirisi

John Hamon: Ben sanatçı olmak istiyorum

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 06:56:34