A password will be e-mailed to you.

Fotoğraf sanatçısı Ayşegül Kaycı, on yıllık çalışmasının meyvesi 60 farklı fotoğrafı, kartpostallar ve çerçeveli fotoğraflar formatında bir sokak sergisiyle sundu. Beyoğlu’nda Cinefest kafenin ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve dört gün boyunca insanlarla buluşan serginin oldukça ilginç bir hikâyesi var. Türkiye’de seyahat ettiği yerlerde tanımadığı insanların evlerine misafir olmuş Kaycı.  Yola çıkmadan da kendisini evinde ağırlayacak insanlara küçük, değeri yüksek hediye vermeyi planlamış. Kendi fotoğrafından bastırdığı kartpostalları misafir olduğu insanlara hediye etmiş. İnsanlar da çerçeveleyip duvarlarına astıkları kartpostalların fotoğraflarını çekip Kaycı’ya göndermişler. Genç sanatçı bu hediyeyle karşılıklı değer vermenin mutluluğunu yaşatmış ve yaşamış. Bu yolculuklardan arta kalanları da her çeşit izleyiciyle buluşması amacıyla sokak sergisine dönüştürme kararı almış. Ve en isabetli yerin Beyoğlu’nun sokakları olduğu fikrinde karar kılmış.

Beyoğlu sokakları ve mekânları kendisi için hayata ve fotoğrafa dair ilk farkındalığın oluştuğu yer olduğunu söylüyor genç sanatçı. Beyoğlu’nun fotoğrafa dair ilk teorik, teknik ve kavramsal sohbetlere de ilk tanık olduğu yer olarak belirtiliyor. Sokak sergisini başka şehirlerde gezici bir sergi haline dönüştüreceğine değinen Kaycı, serginin adının “Ayşegül’ün Fotoğrafları” olmasını da şöyle ifade ediyor. “Yaptığım, ürettiğim her şeye en derininden dâhil oldum.” Böylesine farklı bir hikâyesi olan sergi ne ya da neleri anlatıyor? Yolculuklardan geriye ne kalmış?

Köklerin derin bilgisi

Her fotoğraf çekimi bir seçme, eleme ve dışarıda tutmayla gerçekleşen bir eylemdir. Onlarca olasılık ve görüntü içinde o anda karar verdiğimiz şey, bakılanın cazibesiyle fotoğraf çekenin bilinçaltının, ideolojisinin yansımalarının karşılığı olarak fotoğraf karesine girer. Ayşegül Kaycı’nın dışarıda tutup da kadrajına girenler kentte kalabalıklara karışmıyor daha ziyade tenha olanı, dışta olanı, çeperdekini gösteriyor. Oralarda, adımladığı sokakların mekânlarla kurduğu organik ilişkinin yansımaları var. İnsandan arındırılmış yerlerin yanında kimi fotoğraflarda insanın güçlü varlığı devreye giriyor.  Bu tenhalık bazen bir çocuk bazen siyahî gençlerle bazen de gölgesi yansıyan bir elle bozuluyor. Artık ne kadar bozulabiliyorsa… Öte yandan cansız mankenler, kökleri dışına taşmış ağaçlar doğal olandan ve köklerimizden ne kadar uzaklaştığımızın işareti olarak okunabilir? Bu dışa taşmış köklerin her şeye rağmen yine de zamana ve hayata direnmesi umudumuzu diri tutmamız için bir neden olabilir mi? Dünya sarkacı plastikle, gerçek olan arasında salınıp duruyorken, taştan yapılmış büstlerin bütün bu hengâmedeki hüzünlü yerinin anımsattıkları bir başka duyumsanıyor. 

Dağların rüzgârı sokaklarda esiyor

Kaycı, kentten çıkıp kırsala doğru yol aldığında dağların rüzgârını getirdiği duyulur gibi oluyor. Kar yalnızlığı, kış uykusuna karışıyor. Cemal Süreya’nın “Yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi şey” dediği gibi. Sanırım karın doldurduğu uçsuz bucaksız düzlükte ve dağlara doğru sertleşen coğrafyada daha da bir belirgin oluyor yalnızlık. Uzak yakın plan çekimlerle tenhalık ve yalnızlık giderek büyüyor. Coğrafyanın derin bilgisi mevsimin olabildiğince gerçekliğiyle örtüşüyor. Konteynırların beyaz görüntüsü kar ve dumanla birleşince sanki bu dünyaya ait olmayan bir yerin sessizliği varlığını kendini belli etmeye çalışıyor. Bu sessizlik insanların görünmesiyle başka bir hal alıyor. Tabiatın koynunda ondan ayrı değil, onunla iç içe bir yaşamın yankısı kendini olanca gerçekliğiyle ortaya koyuyor. Bazen üşüyen bir çocuğun bakışında, bazen hayretle bir şeylere bakan insanlarda, bazen de atıyla yol alan bir insanda… İşte Ayşegül Kaycı’nın fotoğrafları kentteki ve kırsaldaki tenhalık arasında gidip geliyor. Her ikisinde de uzakta olana yakın duruyor.

Daha fazla yazı yok
2024-04-20 00:21:37