A password will be e-mailed to you.

Dosyanın üçüncü ve son bölümü huzurlarınızda…


Yaz aylarına bu güzel dosya ile veda ediyoruz… (Her yaz özel bir dosya ile karşınıza çıkmaya devam edeceğim, şimdiden söyleyeyim…)


Sezon açılışına çok yaklaştık; ben çok heyecanlıyım, bence siz de heyecanlanın… Bütün bu karmaşanın içinden çıkan oyunlar hayatımıza çok şey katacak, eminim… Tabii ki sezonda rengarenk röportajlarla burada olacağım, beklerim…


 


 


Özlem Ünaldı: Sizce batılılaşma çabası ve süreci hayatımızda/sanatımızda neye neden oluyor?


Emre Koyuncuoğlu: Bence bu etkileşimi ve ayrıca Meşrutiyeti ve Cumhuriyet tarihini herhalde reddedemeyiz. Çağdaş edebiyatta Orhan Pamuk başta olmak üzere birçok yazar – bunlardan en önemlilerinden biri de Aslı Erdoğan’dır- çağdaş sinemada Nuri Bilge Ceylan gibi sanatçıların yalnızca batıdan etkilenmesi değil, artık batı kültürüne bu topraklardan katkı sağlaması söz konusudur.  Bu sorunun cevabı –bu röportaj dahilinde- Pamuk edebiyatında ve onu okuyabilmekte saklı. Bence batılılaşma ‘çabası’ ayrı birşey, batılılaşma ‘süreci’ ayrı bir şey. Bahsettiğim gözü kara bir hayranlık değil, üretilmiş pozitif insani değerlere burdan buralı olarak sahip çıkmak ve katkı sağlamaktan bahsediyorum. Bunun anahtarı da öz eleştiriden ve eleştiri kültüründen geçiyor sanırım.


 


Ö.Ü.: Sahnede bedensel özgürlük, fiziksel tiyatro, objelerle ilişkiler ve sayamayacağım birçok konuda sizden ve sayenizde çok sayıda başka ülkelerden/disiplinlerden gelen hocalardan eğitim aldık. Bedensel tiyatro için Türkiye’de değerli bir isimsiniz. Bu oyunda da oyuncuların fiziksel anlatımları için özel bir çalışma yaptınız mı?


E.K.: Yaptım. Özellikle sessiz anları ve sahneleri (paralel sahneleri) kurgularken. Karakterlerin davranışlerındakı tekrarları, mekanla ilişkilerinde bedenlerini kullanma biçimleri, ilişkilerinde bedenin ve hareketin özelliklerini araştırdık ve çalıştık… Yani, Nesibe’nin yanan sigarayı elinde unutması, Nesibe’nin suratının hep asık olması ve yırtık eşofmanla evde dolaşsa da hep manikürüne dikkat eder olması, sigara içerken sürekli ellerini seyretmesi, Tarık’ın hep bir sinek avlama sürecinde evde dolaşıyor olması, en kritik anlarda sinek öldürüyormüş gibi gazeteyi oraya buraya vurması, Mümtaz’in Vehice konuşurken sürekli çakmağı (zipoyu) açıp kapayarak rahatsız eden bir ses çıkarması ve Vehice’nin buna hiç tepki göstermeyerek bununla yaşamaya alışık olması, kocasının onun hiçbir sorusuna cevap vermemesine alışık olması gibi… Ya da Vehice’nin koltukta kocasına hep arkasını dönerek oturması ve kocası öldükten sonra da kocası orada değilken bile koltukta öyle oturması, Vehice’nin onu dinleyen olsun ya da olmasın sanki hep birilerine konuşuyormuş gibi ortalığa ve böşlukta yarattığı bedenlere konuşması gibi… Ve tabii, hepsinden ayrı olarak, Füsun’la bir sevişme ve kendi bedenini keşfetme ve bundan zevk almayı öğrenme diyebileceğim bir koreografik yapısı olan bir sahne çalıştık. Kemal’le de eşyalara olan tutkusu ve onlardan aldığı hazzı anlatan ‘şeylerden haz alma’ üzerine beden ve eşya ilişkisi üzerine çalıştık. Bu durumu absurd’e taşımak istedim.


 


Ö.Ü.: Bol bol ve yerinde vidyo kullanımı var oyunda. Sokak sesleri, hayat belirtileri ve hikayenin harika hizmetçileri olan görseller, hayatın geri kalanına açılan pencereler gibi… Yönetmen olarak kritize ederseniz; vidyo kullanımı ve görsel içerikleriniz oyununuza ne anlamda kuvvet verdi sizce?


E.K.: Oyunun görsellerini iki farklı kaynaktan verdik. Biri pencere görevi gören sahnede arkada asılı olan farklı boyutlarda çerçevelerden. Biri de sahne ıçınde farklı yerlerde olan çeşitli boylardaki tv ekranlarından. Pencereler, çerçevelerden evden dışarı bakış, dışarida olup biteni, tam bire bir olmasa da tanımlayan görüntülerin olduğu videolar ya da evdekinin dışardakini nasıl algıladığıni tanımlayan daha soyut ve kavramsal önerileri olan videoların yansıtıldığı alanlardı.  Bazen bir Istanbul gece manzarası tüm pencereleri kaplarken bazen de yalnızca tek pencereden görünen Hilton manzarası yer alıyordu. Bazen de pencerelere yorum koymak istedim. Bir kaza ve ambulans sesine farklı evlerden pencerelerine koşan Vehice, Füsun, ve Nesibe kazada ölen bir kadına Grace Kelly’nin ya da Prenses Diana’nın sonunu izler gibi bakıp, (pencerede o görüntüler vardı) farklı tepkilerde bulunuyorlardı. 


TV’lerde ise, bize önerilen dünya ve inanmamız istenen ve bize anlatılan hikayeler vardı. Aslında ilk tv görüntümüz, biraz naif bir yapıda başlıyordu. Kemal’in evinde Kemal’in ailece izledikleri  60’li yıllardan bir Yeşilçam filmi olan ‘Küçükhanımefendi Avrupa’da” filminde Paris görüntüleri eşliğinde Belgin Doruk, Ayhan Işık, Sadri Alışık’ı izleyorlardı. Füsun’un evinde ise, Semiha Yankı’nın Türkiye’nin ilk katıldığı Eurovizyon elemelerinde Türkiye’yi tanıtan bölümde yerlere kadar yerel motif taşiyan tuvaletiyle o dönemde bir kız çocuğu olan Semiha Yankı’yi yine naif çizgileriyle Türk bayrağını çizerken onu izleyen ve şarkıyı dinleyen anne, kızı görüyorduk… Sonra tv’lerdeki görüntüler Memet Ali Erbil’in sunduğu neredeyse kadın düşmanı, homofomik diyebileceğim o garip ‘çiftleştirme’ programlarına kadar giden bir çizgide ilerliyordu.


Benim en sevdiğim videolardan biri, kurban kesilme anında, kurban edecek olanla kurban arasındaki ilişkiyi gösteren videodur. Ezgi Kaplan’la birlikte yaptık video’yu. Bir sevgi ilişkisi var aslında. Adam, biraz sonra keseceği ineğin boynunu okşuyor, okşuyor, kulağına konuşuyor, herhalde dua okuyor. Kurbanlık hayvanın boynunu okşarken can damarını buluyor ve hayvanın kendisini en rahat bıraktığı anda bir anda tek hamleyle boğazıni kesiyor. Biz boğazını kesme anını koymadık, adamın elinde bıçak, boynunu okşama anına odaklandık, sürekli o an biraz daha biraz daha yakına girerek tekrarlandı. Aslında, videoyu Füsun 12 yaşında Kemal’le bu an’a tanık olurken, zaten kendisinin bir ilişkideki hali ile ilgili projeksiyon yapabileceği bir bilinçaltıymış gibi kullandık. Çünkü daha sonra ilk sevişme anlarında Füsun’u gırtlaktan yakalama ve boynunu okşama detayını ‘yatak sahnelerinde’ de özellikle tekrar ederek kullandım.


Bir başka sevdiğim video, bir video art olarak hazırlanmış, Elif Öner’in bir işi. Bir böcek masada dolaşır ve birinin kalemle masaya böceğin yoluna çizgiler, ya da görsel engeller koyduğunu görürüz, böceğin tepkilerini o görsel engellere gösterdiği tepkilerini izlediğin bir video. Oyun boyunca Füsun’un babası evde kelimenin tam anlamıyla ‘sinek avlar’ ve hiç konuşmadan o evde olan tüm ‘riya’ya, Füsun’un annesi tarafından ayarlanan tüm ‘vasat oyunlara’ tanık olur. Ama o yalnızca elinde gazete sinek avlar. Ve oyunun sonuna doğru tek bir paragraf, onu da bağırarak konuşur, ‘bir erkekle bir kadının doğru dürüst konuşamadığı bir toplumda aşk falan olmaz’ der ve sahneyi terk eder, onun terk etmesiyle oyundaki tüm ekranlarda (pencere, tv monitörleri..) bu video görünür. Her yeri böcek basmıştır.  Ve, bu böcekler olamayan ama var sayılan engellerden dolayı acayip bir telaş içindedirler. Bu videoyla birlikte oyundaki tüm kadınları kendi mekanlarında Kemal’e ne yapması gerektiğini ‘tavsiye’ etmeye başlarlar, bir tür kendileri için kontrat yapmaktadırlar, ‘olması gerekenleri art arda siralarlar, Füsun, Nesibe, Vehice, Sibel.. Benim için kadınların tercih ettikleri varoluş şekillerine bir eleştiriydi, bu sahne. Video’daki bu hayvanın telaşı, tüm oyunda varolan (sinek öldürme çabası) bir aksiyonu, sonuca bağlayan ve eleştirel bir bakış üretmek için kadınların tepkiselliklerine ve çıkarları için kimsenin (erkeklerin) aslında kulak asmadığı kumpaslarına anlattıkları bir sahneye bağlama aracımdı.


Yine, pencerelerde ara sıra çıkan Elif Öner’in ‘sokak köpekleri’ videosu bence oyuna çok katkı sağlayan görüntülerdi.


 


Ö.Ü.: Oyunun müziği ve aslında oyun boyunca duyduğumuz her ses, yarattığınız dünyaya gerçekten yaşam katmış…


E.K.: Çiğdem Borucu Erdoğan müthiş bir iş çıkarttı. Müzıkte hep görsellerde olduğu gibi hep hatırlatan hem de yorum katan olarak iki farklı açıdan hizmet etti. Chopen’in ülkesindeki sanatçılara piyanoyla beste yapmak zaten yeterince iddialı bir iş ama piyanonun temelde doğru ses olduğuna karar verdik. Oyunun ana temas, çok sade ve etkileyici bir piyano partisyonu, ama özellikle oyunun ikinci bölumü diyeceğim o Kemal’in esyalarla ve kayıpla uğraşma çabasını aktardığımız bölüm için yazılmış ve doğaçlanmış udla yapılmış kayıtlar, oyuna cok iyi oturdu. Oyunda, mesela Hilton Oteli lobisinde çalan Richard Clayderman’ın yorumladığı ‘Feelings’den (telif nedeniyle 30 saniyelik) alıntımız özellikle piyano, batı, sınıf , yüzeyellik gibi kavramları aktarmak için hatırlattıklarıyla ironi, oluşturmak için kullandığımız müzik parçaları oldu.


 


Ö.Ü.: Toplumsal tespitleri Yeşilçamvâri bir aşk hikâyesinin içinden anlatan bu roman uyarlaması Polonya seyircisiyle buluşacak mı?


E.K.: Oyuncular buna kesinlikle inanıyor. Karakterler her toplumda var olan karakterler. Ben onları anlatırken, hep soruyordum, ‘size tanıdık geliyor mu’ diye. ‘Evet, çok’ diye gülüyorlardı. ‘Yeşilçam’ tabi ki onlara uzak. Polonya sineması düşünüldüğünde. Ama Orhan Pamuk’un ‘Yeşilçam göndermeleriyle’ neyi anlattığını anlıyorlardı. Ve onu oynamaya gayret ediyorlardı.


Burada sahnelenirken oyun iki saat olduğu ve tek perde olduğu için çok eleştiri aldım. O nedenle oyunculara Polonya prömiyeri öncesi provaya girdiğimde perde arası verilecek şekilde çalışalım dediğim de bana “Hayır vermeyelim, akıcılığı gider, Polonya’da uzun oyun problem olmaz. Bizim seyircimiz çok alışık’ dediler. Ama yine de oyunda bazı kesmelere gideceğim. Bir kaç sahne gerektiğinden biraz uzun.


Oyun iki saat ama oyun çok hızlı bir oyun, sahneler çok hızlı değişiyor. Oyunda çok fazla veri, paralel sahne olduğundan seyirci biraz birşeyleri kaçırıyorum sıkıntısına giriyor. Ama ben her zaman algı neyi tercih ediyorsa, neye ihtiyacı varsa ona yönelir diye düşünüyorum. Bir de tabi, Türkiye’de seyirci metni üstyazıyla okumaya çalışmaktan oyundan ister istemez kopuyordu. Oyununda ritmi hızlı olduğundan ve video, müzik, ses kullanımı, parallel sahneler, metin hepsi ayrı verilerle dolu olduğundan, aynı zamanda pek kolay yenir yutulur olmayan eleştiri bombardımana alışık bir seyircimiz olmadığından rahatsız olan çok oldu. Pamuk zaten kendisi, bence öncelikle kendinden başlayarak toplumu çok sert eleştiren bir yazar. Bizim seyircimiz hep başka ülkelerin hikayelerinde sert eleştirilere alışmış, kendi hikayesinde bu kadar yüzleşmeye alışık olmayan bir seyirci. Genelde kötüyü elestiririz. Bir kötü vardır ve kıyasıya eleştirilir. Kötüyü sevdiğimizi, hatta beslediğimizi hem de hep iyi niyetli kalıplarla bunu yaptığımızı söylemeye alışık değiliz. Böyle bir seyircimiz ve bu yönde bir geleneğimizin olamamasının nedeni maalesef biz tiyatrocular. Tabi çok genelliyorum.


Bir de tabii, kendi yazarını lehçeden dinlemek durumu ve anlamak için üst yazı okumak durumu diye bir gerçek var. Bunun üzerine de düşünmeliyiz, bence. Keşke oyunu burada da yapabilsek. Sence buna destek gelir mi?


 


Ö.Ü.: Gelmez mi! Böyle bir projeye destek-dahil olmak, yeterliliği olan herkesin başta kendi için yapacağı en güzel şey olur…


Başka ülkelerde sahnelendiğinde seyirciyle bağ kuracak mı sizce?


E.K.: Evet. Çünkü oyunu çalışırken, oyuncularıma hep anlattığım durum ve karakterleri, Türkler nasıl davranırdı, diye değil, bir insan, ya da buradaki insanlar (yani kendi seyircileri) nasıl davranırdı diye düşünerek oluşturalım dedim. Yani insanı oynamaya çalıştık, onların ya da benim Istanbullu olarak gördüğümü değil. O zaman korkunç bir prototip çukuruna saplanırdık.


 


Ö.Ü.: Yakından bakıldığında çok insani zaaflar anlatıyor oyun çünkü… Uzaktan bakıldığında ne görecek seyirci?


E.K.: Bir aşk hikayesi… Ya da ‘Kayıplarımızı’… Saklamak istenilenin hiçbir zaman kendisi olmayacağını yerine geçenin de bizim yüklemelerimiz nedeniyle, gerçeği kadar güçlü olacağını aslında… Bir Şehri, Istanbul’u.. Bizim kültürümüzü…


 


Ö.Ü.: Oyunu nasıl bir takvim bekliyor?


E.K.: Ekimin sonuna doğru Opole’de de tiyatrosunda prömiyer yapacak. Sezonda her ay belirli günler orada oynayacak. Festivallere katılmayı planliyorlar. Almanya’dan iki şehirden teklif geldi, ama ne oldu en son bilmiyorum.


 


Ö.Ü.: Ne okuyorsunuz bu aralar?


E.K.: Halen, kent üzerine okuyorum. Sürreal yazarlara bakıyorum. En son yeniden Artaud neden olmasın diye soruyordum kendime..


 


Ö.Ü.: Başka projeler var mı?


E.K.: Var …


 


Ö.Ü.: Heyecanla bekliyoruz o halde!

 


 

Daha fazla yazı yok
2024-04-19 15:06:16