A password will be e-mailed to you.

Türk Tiyatrosu’nun efsane oyuncusu Yıldız Kenter, İngiliz asıllı bir anne ile kökleri Osmanlı Dönemi’ndeki Kadıoğlu soyuna uzanan bir babadan doğdu. Dedesi, Padişah ll. Abdülhamit zamanında Ayan Meclisi Azalığı’na kadar yükselen Mehmet Galip Bey’di.

Babası Ahmet Naci Bey, Mehmet Galip Bey ve annesi Nuriye Hanım’ın dünyaya gelen altı çocuğundan üçünsüydü. Varlıklı bir aileden gelen babası; Fransız dadılarla büyümüş, ilkokulu Çamlıca’da, ortaokul ve liseyi kolejde okumuştu.

Mehmet Galip Bey

Rüya Gibi Bir Aşk

Yıldız Hanım’ın babası Ahmet Naci Bey, Dış İşleri Bakanlığı’nda çalışan geleceği parlak bir hariciye memuruydu. 1922’de Lozan Barış Konferansı sırasında İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış. I. Dünya Savaşı çıktığında İskoçya’da Glaskow Üniversitesi’nde okurken öğrenimini yarıda bırakıp Türkiye’ye dönmek istemiş, ama babası Mehmet Galip Bey’in ısrarı karşısında Londra’ya geçerek oradaki elçilikte çalışmaya başlamıştı.

Ne var ki kader ağlarını örmüş, elektrik mühendisi olacakken babasının yönlendirmesi ile diplomat olmuştu. Bir arkadaşının verdiği partide hayatının aşkıyla tanıştı. Güzeller güzeli bu İngiliz genç kadın Olga Cyntia idi.

1920’de kısa bir flört döneminden sonra onunla evlendi. Ahmet Naci Bey eşi ve üç yaşındaki oğlu Jack ile birlikte İngiltere’den Fransa’ya geçti. Paris’den İstanbul’a sefer yapan Vagon-Li Şirketi’ne ait Şark Ekspresi‘ne (Orient-Express) binerek keyifli bir tren yolculuğu yapıp Türkiye’ye geldi.

Şark Ekspresi ( Orient Express)

Çamlıca’daki Köşk

Sirkeci’ye ayak basar basmaz önce Üsküdar’a, oradan da faytonla Çamlıca’daki babası Mehmet Galip Bey’in köşküne gidip ona eşini tanıştırdı. Elini öpüp Olga ve onun çocuğu Jack ile birlikte konağa yerleşti.
Ancak rüya gibi başlayan aşk ilk günden itibaren kâbusa dönüştü. Gelinin Hıristiyan olması, daha önce evlenip tek çocuklu dul kalması, kayınvalide Nuriye Hanım’ın hiç hoşuna gitmedi. Oğlunun karşısına dikilip “ Bu gavur karıyı da nereden buldun getirdin” dedi. Bunun üzerine Olga, Müslümanlığı seçip Nadide adını aldı. Hatta kara çarşaf bile giydi. Hızla Türkçe öğrenip onun gözüne girmeye çalıştı. Ama ne yaparsa yapsın nâfileydi.

Nedim Kenter, Yıldız Kenter, Nadide Kenter, Güner Kenter ve Müşfik Kenter

Gelin Kaynana Çatışması

Kayınvalidesinin nazarında; çevreye hoş görünmek, onun örf ve adetlerine uyum sağlamak için gösterdiği gayretlerin hiçbir değeri yoktu. O da “yabancı gelin” olarak hakkında çıkartılan dedikodulara karşı çareyi kulaklarını tıkamakta buldu. Çünkü eşini sevmiş, İstanbul’u ve köşkü benimsemişti. Bu arada Dış İşleri Bakanlığı’nda Muhaberat Dairesi’nde görev yapan Ahmet Naci Bey Ankara’da çalışıyor, fırsat buldukça İstanbul’a geliyordu. İlk çocukları Nedim, 1922’de doğunca kayınvalide Nuriye Hanım torununu kucağına alıp “Yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu” diye sevecekti. İki yıl sonra Güner dünyaya gözlerini açacak, 1924’te ise üçüncü çocukları Mahmut aralarına katılınca aile biraz daha genişleyecekti.

Nadide Hanım, Yıldız Kenter, Ahmet Naci Bey

Ahmet Naci Bey İşsiz Kalıyor

1923’de Cumhuriyet’in ilânının ardından yeni bir toplumun inşasına başlanmış. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak adına yapılan devrimler ve yasal düzenlemelerle gerek alt yapıda gerekse üst yapıda köklü değişimlere ve dönüşümlere gidilmişti. Tabii, bu büyük atılımlar toplumda olumlu yansımalara yol açarken, kimi olumsuz etkileri de beraberinde getiriyordu. Söz gelimi 1927 yılında Dış İşleri Bakanlığı Teşkilât Kanunu’nda yapılan yasal düzenlemeler, Ahmet Naci Bey’in yaşam biçimini allak bullak edecek cinstendi. Şöyle ki; Hariciye memurlarının yabancı kişilerle evlenmelerine izin verilmiyordu. Bu durumda ya istifâ edecek ya da boşanıp nikâhsız yaşamayı göze alacaktı.

Seçim yapmak zorunda bırakılınca, canından çok sevdiği eşini boşamaktansa görevinden ayrılmayı tercih etti. Ahmet Naci Bey, onuruna düşkün bir kimseydi. Karısına olan büyük aşkının bedelini ağır ödemiş, işsiz kalınca çareyi alkole sığınmakta bulmuştu. Bir süre gazetelerde çevirmenlik yaptıktan sonra, Ziraat Bankası’nda düşük ücretle çalışmaya başladı. Gelecek vadeden biriyken mesleğinden olan Ahmet Naci Bey, ailesini geçindirirken hayli sıkıntı çekmek zorunda kaldı.

 

Ayşe Yıldız’ın Doğumu

Müşfik Kenter ve Yıldız Kenter

Köşkte de işler iyi gitmiyordu. Yaşam koşullarının giderek bozulmasıyla varsıl bir durumdan, yoksul bir duruma düşmüşlerdi. Elbette Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan yokluk döneminin de bunda büyük payı vardı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir düzene geçişin sancılarıydı bütün bunlar. Bu sıkıntılı günlerde bir üzücü, bir de sevindirici olay gerçekleşmişti. Mehmet Galip Bey yaşamını yitirmiş, 11 Aralık 1928 tarihinde ise dördüncü çocukları Ayşe Yıldız dünyaya gelmişti. Ödenmeyen borçlar nedeniyle evdeki eşyalar satılınca köşk bomboş bir halde kalmış; kayınvalide Nuriye Hanım, gelini Nadide Hanım ve beş çocuğu ile birlikte soğuk bir odaya sığınmıştı. Yanlarında onları terk etmeyen yaşlı kalfadan başka kimse kalmamıştı.

Dede Yadigârı Köşk Satılıyor

Yıldız Kenter

Asıl yıkım, Ahmet Naci Bey’in Niğde’de yaşayan büyük ağabeyinin İstanbul’a gelip köşkü elden çıkarmasıyla başladı. Çünkü, Nuriye Hanım onları kaderleri ile baş başa bırakıp oğluyla Niğde’ye dönmüştü. İşin kötü tarafı, bu satıştan Ahmet Naci Bey’e hiçbir hisse verilmemesiydi. Zaten o da mirastan pay almak için bir çaba göstermeyecekti.

1930 yılında beş çocukla tek başına kalan Nadide Hanım; önce Üsküdar’da küçük bir yere, sonraları ise Teşvikiye ve Şişli’deki kira evlerine taşınacaktı. Şişli’de ilk Hacı Mansur Sokak’ta 12 numaralı evde, sonrada 105 numaralı yerde oturacaklardı. Bu yer değiştirmeler esnasında Ahmet Naci Bey, başkentteki işinden bir türlü zaman bulup gelemiyor, aileyi çekip çeviren hep Nadide Hanım oluyordu. Hep birlikte yaşama tutunma uğraşını verirken Jack, on beş yaşına geldiğinde onlardan ayrılıp İngiltere’ye dönmüş, 9 Eylül 1932 yılında ise en küçük kardeşleri Müşfik doğmuştu.

Kira Evlerinde Hayat

Yıldız Kenter

Aradan yıllar geçse de Yıldız Kenter, minicik yaşına karşın köşkteki “fakr-u zaruret” günlerini hiç unutmayacaktı. Çocukluğu üzerine konuşurken: “En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da soba boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz” diyordu.

Onun oturduğu evleri ve Şişli’deki son yeri hiç aklından çıkarmadığını biliyoruz. Sahnedeki ellinci yılını kutlamak için kaleme aldığı otobiyografik oyunu “Hep Aşk Vardı”da bu konuya değinirken şunları söyleyecekti: “(…) İstanbul’daki son evimiz 105 numara… Şişli’deki, Ermeni mezârlığının karşısında… Aman yarabbi o eve ilk taşındığımızda nasıl bir oyuncak cenneti bulmuştuk tavan arasındaki küçük odada… Kimler bırakmıştı, neden bırakmıştı, neler yaşanmıştı. Bu bahçe duvarları yüksek, eski tahta evde? Bahçede üzümleri kurumaya başlamış, yaşlı bir asma… İncir, dut… Ceviz var mıydı? Her sabah bir sürü akrep ölüsü bulurduk. Bahçeye açılan mutfak kapısı önünde… Etraf alabildiğine açıklık, bostan, salatalıklar, domatesler, mısırlar, ayçiçekleri… Çalardık! Nedim’in önderliğinde küçük çete, talana çıkardık… Annem kızardı… Galiba kızar gibi yapardı. Çünkü hapur hupur yememizi keyifle seyrederdi…” (1)

Ankara’ya Gidiş

Yıldız Kenter

1933 yılında Nadide Hanım, çocuklarla Ankara’ya taşınmaya karar verdi. Çünkü, Ahmet Naci Bey’in yanında hep beraber daha güçlü bir aile olacaklarını düşünüyordu. Yıldız Kenter, yıllar sonra başkente trenle gidişlerinin öyküsünü; yine kendisiyle hesaplaşıp, yüzleştiği oyunu “Hep Aşk Vardı” da bizlere şöyle dillendirecekti: “(…)Nihayet gidiyoruz Ankara’ya. Babamın yanına…” (2)

“(…) Babasız, alabildiğine özgür yaşadığımız o büyülü, o güzelim 105 numaradan. Ayrılıyorduk… Denkler, kutular, torbalar… Altı çocuk… Burda altıncı çocuk, Jack Ağabey değildi ama… Güner yaşlarda. Tombiş esmer bir kız… Müşfik’in arkadaşı, onun hizmetinde. Emine. Evlatlığımızmış bizim, öyle demişti anne. Emine, Ankara’da dört değişik ev paylaştı bizimle…” (3)

“(…) Üçüncü sınıf bir kompartmana harala gürele sığıştık. Hepimiz her yerdeydik… Tıkış tıkış… Anne(m) yerlere, tahta ranzalara battaniyeler serdi… Müşfik uzanmış karşı ranzada, başı annenin kucağında… Güner annenin öbür yanında, sığınağında… Emine karşıki ranzada… Bavullar, kutular, bohçalar arasında. Mahmut’la ben yerde… Gece sıçrayıp sıçrayıp uyanıyorum ikide bir, ellerim ayaklarım ateş gibi yanan kaloriferlere değdikçe… Her uyanışta Nedim’i görüyorum, pencerenin önündeki güdük masaya oturmuş, dışarı bakıyor, pencereden son sürat gelip geçenlere… Ne güzel kafası var Nedim’in, soru işareti gibi… Mahmut’un Müşfik’in kafaları da öyle. Soru işareti gibi. Bu Nedim benim göremediğim neler görüyor şimdi kim bilir? Yarın anlatacak ama, gezdiği değişik dünyaları, yaşadığı ilginç maceraları… Ne güzel anlatırdı, baba gibi…” (4)

“(…) Tren gidiyor, gidiyor, Ankara bir türlü gelmiyor… Ankara ne uzakmış … Gece ne uzun… Hiç sabah olmuyor… Derken, Ankara, Ankara, Ankara… Tren durdu, boşlukta, kupkuru bir tarla… Burası mı Ankara? Sersem sepelek indirdik pılımızı pırtımızı toprağa… Buluşanlar, kavuşanlar üçer beşer dağıldılar… Boş tarlada çantalar,bohçalar arasında, yalnız, İngiliz ana ve çocukları… Sokulmuşlar birbirlerine, soğuk Ankara sabahında, öyle bakıyorlar boşluğa… Yok baba… Müşfik annenin kucağında, ağlayıp sızlanmıyor, şaşkın kocaman gözleri, maviş maviş bakıyor… Hep bakıyoruz… Babayı arıyoruz… Yok baba… Bir garip sessizlik yaşıyoruz… Neden sonra, taa uzakta savrula savrula… Baba… Baba(m)… Sarılıyor karısına, sarılıyor çocuklarına, öpüyor, ağlıyor… Bidigam diye beni kucağına alıyor, boynuna sokuluyorum, babamı soluyorum… O tanıdık kokuyu alıyorum… Olsun ama geldi sonunda… Bir otomobil, bir atlı araba… Önce doğru Samanpazarı’na Müşfik’e oturak almaya… (5)

Ankara’ya gelir gelmez önce Boşnak Mahallesi’ndeki bir evde oturmuşlardı. Samanpazarı’nın biraz altındaki bu yer; Aslanhane Sokak’taki 28 numaralı evdi. Daha sonra Hisariçi ve Abidin Paşa’daki evlere çıkmışlardı. 21 Haziran 1934 yılında düzenlenen 2525 sayılı “Soyadı Kanunu” ile aile “Şehir Efendisi” anlamına gelen “Kenter” soyadını aldı.

 

(1) Yıldız Kenter. “Hep Aşk Vardı”. Oyun. Ocak. 2003. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. S. 47.
(2) Y. a. g. y. S. 47
(3) Y. a. g. y. S. 47- 48
(4) Y. a. g. y. S. 49
(5) Y. a. g. y. S. 52-53

 

İLGİLİ HABERLER

Yıldız Kenter İle İlk Ders

Tiyatroya Aşık Bir Eğitimci: Yıldız Kenter

Daha fazla yazı yok
2024-04-18 11:17:12