A password will be e-mailed to you.

Prof. Dr. Ayşegül Yaraman ve genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez’in Datça, Yakaköy’de Yaraman’ın “Cinsiyetçi İkiyüzlülük” başlıklı kitabından yola çıkan söyleşisinin ikinci ve son bölümü. Yaraman’ın Türkiye’deki kadın hareketini, bu tarihe dair doğru bildiğimiz yanılsamaları ve kendi feminist evrimini anlattığı ilk bölümün ardından bu kez konu pozitif ayrımcılık, #MeToo hareketi, yeni kadın figürü ve TV feminizmine geldi…

 

Kitaptaki bir ilginç tespitiniz de “pedagojik anlamda çocuk eğitiminde de kadın olarak kamusal hayatta da korunmak bakat bırakır”. İyi niyetli de olsa Malatya Belediyesi’nin pembe otobüsüne de ya da İzmir Belediyesi’nin kadınlara verdiği istedikleri yerde durak olmasa da inme iznine de karşı çıkıyorsunuz.

Bu konuda uçmuyorum tabii ki. Sadece, kadın olduğu için korunmalıdır, fikir ve uygulamasına karşı çıkıyorum. Korunmak herkesin ihtiyacının olabileceği bir “şans”. Ama birini hayatın jungle’ından sürekli “korumak”, hele hele bunu etrafın kötülüğüne atfedip onun iyiliği için olduğuna sığınarak yapmak hem ayrımcılık hem de hayatın gerçeklerine karşı aşılanmama gibi bir sonuç doğurduğu için korunanda acz yaratıyor. Kadının dışında bir örnek verelim, doğduğundan itibaren marazi bir biçimde annesinin koruyup “üstüne titrediği” erkek çocuklarından çok örnek vardır çevremizde. Annenin oradaki amacı korumak değil zaten, kendine bağımlı bir “erkek” yetiştirmektir özünde. Bu da işin koruyan tarafı, dolayısıyla pozitif ayrımcılıkların hepsi bu duruma benzer. Kitapta otobüs örneklerinin ötesinde örneğin “regl izni” gibi çok büyük bir kazanım saydığımız, aslında ayrımcılık olan birçok konunun açmazları ve çözümleri var.

 

Fransız filozof Chantal Mouffe da size göre radikal demokrasi kavramı önerisiyle işbirlikçi…

Ben büyük kelimeleri severim, ama işbirlikçi demeyelim de tüm egemenlik ilişkilerini kökten ortadan kaldırmayı amaçlamayan “evcil” ya da reformist talep ve mücadeleler diyelim.

 

Cinsiyetçiliği Düşmanca, Yardımsever ve Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik diye ayırıyorsunuz. Düşmanca’ya örnek 1998 yılında Montreal Politeknik okulundaki toplu katliamı gösteriyorsunuz. “Defne Devrimi” diyerek biz de Defne Joy Foster’ın ölümünden sonra Hıncal Uluç’un su testis su yolunda kırılır sözlerinden ötürü mahkum olmasını talep etmiştik.

Bir diğeri de Özge Can cinayetidir. Bu meselenin cahil, alt sınıflar meselesi olmadığını, herkesi vurabilen bir cinsiyetçi ideolojinin hegemonyasında olduğumuzu gösterdi. Sorudaki tanımlar çeşitli teorilerden alıntıdır ayrıca. Bana ait değil.

Yüceltilen büyük basenli kadın imgesi?

Bir ilginç tespitiniz de yüceltilen anneliğe paralel yüceltilen büyük basenli kadın imgesi. Kim Kardashian, Jennifer Lopez gibi öncüleri var. Ancak bunun eski bir moda olduğunu II. Dünya Savaşı’ndan sonra da anaç imgenin yükseldiğini ifade ediyorsunuz. Aksine bu popoyla barışma büyük popo ideali siyahi kadınların beyaz kadınlara karşı bir rövanşı olamaz mı?

Klasik eserlerdeki örnek Marilyn Monroe’dur. O bir beyazdı ve 1950’lerde değil siyahi kadın poposu, siyahilerin temel hakları dahi gündemde fazla yer almıyordu. Şimdilerde böyle bir anlam da kazandırılabilir neden olmasın. Ama ben bu modanın kadının anneliğe geri çağrılmasının ötesinde, tıp ilminin en yükselen alanı olarak geç kapitalizme peşkeş çekilen estetik cerrahiyle ilişkisinin bir kere daha altını çizmek isterim. Kitapta da değindiğim gibi her sınıftan kadın için bunun bir “çözümünü” bulan pazarı unutmamak gerek. Kalçalı korse ya da çoraplar da alt gelir gruplarına “Afrika poposu” satıyor. Hem ideolojik olarak anneliğe geri dönüş iknası hem de ekonomik bir getiri.

Tabii ki bir durum tek bir yönden açıklanamaz veya herhangi bir nesne ne amaçla kullanılıyorsa anlamını oradan kazanır. Ben her kitabımda genellikle bariz ortada olanlar yerine şeytanın avukatlığını yapmaya çalıştım. Bu da o minvalde bir örnek. Yaptığım analizlerin hiçbir konunun tek doğru açıklaması olduğunu iddia etmem.

 

Tam bu noktada kitabı okurken sesli güldüm evlilik kurumu takıntısı Freud değil Jung‘cu kolektif bir psikanalizi icbar eder diyorsunuz. Neden peki sizce evlilik arzusunun altındaki neden aslında işbirliği mi?

Türkiye için dedim galiba öyle, zira o kadar marazi ki bu son dönemlerde kadınlardaki bu “takıntı” , bireysel analizleri aşacak kadar toplumsal/tarihsel bir arkaplan var diye düşünüyorum.

“Dizilerin hepsi feminist ama cinsiyetçi ikiyüzlülükleri de bir o kadar bariz”

Susan Faludi’den yaptığınız alıntı da bir ikaz aslında. Karşı akımları feministleri kapsayan bir neoliberalizm tehlikesi karşısında. Bunu nereden bileceğiz? Karşımızdaki merkezi popüler imgenin sahiciliğini ölçemeyiz ki ya da işbirliği derecesini? Büyük moda firmaları bu anlamda son dönemde feminist mesajlar veriyor öyle filmler çekiyorlar….

Bu dönem ana akım Türkiye televizyonlarının prime time’larının hepsi “feminist”. Ama dizilerin cinsiyetçi ikiyüzlülüğü de bir o kadar bariz. “Feminist” tutum beyanı/belagat hegemonik. Hem sosyal hem kültürel hem ekonomik sermaye olarak “iyi çalışıyor”. Zaten cinsiyetçi ikiyüzlülüğün asıl temeli de bu:Özünde cinsiyetçilerin maddi veya manevi çıkar uğruna cinsiyetçiliğe karşıymış gibi görünmeleri. Ama aslolan eylem ve o son derece cinsiyetçi. Hatta bir psikolojik mekanizma tezahürü olarak ne kadar cinsiyetçiliğe karşı söylem, maalesef o kadar güçlü cinsiyetçi pratik.

 

“Cinsiyetin kale alınmamasını hatta yok sayılmasını kast ediyorum” deyişiniz “dildeki sürekliliğe inanıyorum” deyişinizle çelişmiyor mu? Cinsiyet yok sayılamaz kültürden bahsediyorsak. Bu anlamda bunun yok sayılması bir kültür devrimi demektir bunun da bugün başarısızlığa uğradığını biliyoruz.

İnsan her türlü değişikliğin kendi hayatında olacağını düşünüyor. Bu imkansız. Tüm süreklilikler diyalektiktir dolayısıyla karşıtını da içerir ayrıca.

Ben kültürel tüm değişikliklerin altyapıya bağlı ortaya çıkacağını düşünüyorum. Doğum kontrol haplarıyla ikinci dalga kadın hareketinin talep ve kazanımlarındaki ilişki gibi. Cinsiyetin ve aslında tüm kültürel kimliklerin ortadan kalkmasını da hem özellikle üreme alanında kitapta çok örneğini verdiğim teknik altyapının cinsiyeti lağvedecek gelişimine hem de tüm teknolojik altyapı gerekliliğine bağlı olarak sosyal ve psişik yeni insanın doğumuna bağlıyorum.

Başta da söylediğim gibi beklentimin döngüsel bir yanı da var: İki kutuplu cinsiyet inşasının aslında moderniteyle iyice olmazsa olmaz haline geldiğini göstermeye çalışıyorum kitapta. En kuvvetli modernite eleştirmenleri dahi içinde bulunduğumuz bir çok değerin adeta insanlık tarihiyle varolduğunu düşünüyor ve moderniteye atfedemiyor. Cinsiyetin, bütün cinsiyet eşitliği için mücadeleleri de içererek modern toplumda kemikleştiğini düşünüyorum ben oysa.

Bir diğer mesele de “ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni” pek tabii ki. Cinsiyet meselesi hepsiyle derinden karşılıklı bağ içinde.

 

“Önerim ve kurtuluş öngörüm, cinselliğin kamuya mal olmasını gerektirmeyecek gerçek özgürlüğünü sağlayabilecek kurgulanmış kimliklere göre tanımının ortadan kalkmasıdır.” Bir romanda bir filmde harika hayatta olamayacak gibi geliyor bana bu öneriniz. Bunun bana böyle gelmesi kitabı yazma nedeniniz olan cinsiyetçi ikiyüzlülüğün heryerdeliği, herkesdeliğinden bende de olduğunu mu gösteriyor?

Kuşkusuz cinsiyetçi ikiyüzlülük hepimizde var veya vardı veya şu konuda var bu konuda yok.
Ama bu “hayal bile edememe” halinin nedeni egemenliği altında olduğumuz tüm hegemonyaların kendini bize mutlakiyetmiş gibi öğretmiş olması.

Aslında mümkün olmadığını düşündüğün durumun bugünkü hali çok tuhaf değil mi? Yani herkes sokak ortasında, ekranda cinsel ilişkide bulunmuyor ki. En fazla film, fotoğraf veya konuşma aracılığıyla öğreniyoruz cinsel ilişkisini kiminle yaşadığını. Ve aslında tüm bu sayesinde ilişkinin kimle olduğunu öğrendiğimiz aracılar, filmden konuşmaya ikinci el! Röntgencilik ve benzeri bir davranışımız yoksa zaten fiilen bilmiyoruz biz ilişkinin kimler arasında olduğunu. Kamusal, apaçık yaşanan bir durum değil bu. O yüzden bilmemeyi tercih etmemiz çok kolay. Bu tecessüsü cinsiyetçilik doğuruyor ve biz aslında kişilere atfediyoruz.

 

Bir de hocam #metoo hareketi neden yok kitapta?

Bir sürü şey yok zaten. #MeToo benim için bir yüzleme yüzleşme hareketi ve ben bunu şiddet bağlamında tee Mor Çatı’nın 20. yılı için yazdığım bir yazıda önermiştim.

 

İLGİLİ HABERLER

“Cinsel yönelim tabiri bir sembolik şiddet örneği”

Haftanın Kitabı: Cinsiyetçi İkiyüzlülük

Daha fazla yazı yok
2024-04-25 14:06:30