A password will be e-mailed to you.

Son birkaç aydır Corana virüsü salgınıyla yüzleşiyoruz ve yaşamaya çalışıyoruz. Virüse bağlı ölümler, hastalıklar, endişe ve kaygılar kısa bir sürede baş gösterdi. Virüs kapmamak için evlere çekilen ve zorunlu olmadıkça dışarı çıkmayan bir kitleden bahsedilebildiği gibi virüse rağmen çalışmak zorunda olan bir kitle de mevcut. Bu anlamda eşitsizlikler bu sürede iyice belirginleşti. Öte yanda salgının bedenler üzerinde farklı etkileri var. Felsefeci Ahmet Soysal ile salgın koşullarında ‘beden’i konuştuk. Ev ve tecrit mefhumları, mesafe ve hijyen, “tin” ve “ten”, özne ve nesne, dil ve beden ilişkisi, bir bedenin bir sınıfa ait olması gibi pek çok konu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Öncelikle sizi merak ediyorum. Karantinada günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Salgının patlak verdiği ilk günden şimdiye kadar bedeninizin refleksleri hakkında ne söylersiniz?

Kişisel olarak, çok fazla değişim olmadı. Yazı evde masa başında yazılıyor. Okuma da öyle. Çalışmalarımı sürdürdüm, hatta bu yeni durum bana daha çok zaman verdi. Tabii, beden için aynı özgürlük yok. Sporcular için zor bir süreç olmuş olsa gerek. Neo-liberal düzenin yaygın pratiklerinden olan bireysel spor yapmanın askıya alınmasının ironik bir yanı da yok değil gerçi. “Formda” bir beden de sistemin bir parçası (bir kurallılığı).

 

Ekonomik olarak durumu iyi olanlar ya da kendini karantinaya alacak kadar iyi olanlar son birkaç aydır evlere çekildi. Evdeki bir bedenle, evde olup tecrit halinde bir beden arasında büyük bir ayrım göze çarpıyor. Ev ve tecrit mefhumlarını salgın koşullarında nasıl değerlendirirsiniz?

Ev nosyonunu, modern dünyada burjuva egemenliği şekillendirdi. Bu anlamda, ev, bir bencil alan; aynı zamanda bir gösteriş alanı. Eve gösterilen özen, “evde yenilikler” vs. aslında mülkiyetçi bireyciliğin bir yansıması. Şimdi insanların kendi evini bir hapisane gibi görmesi, bu açıdan, ironik bir durum. Ayrıca elbette, evler arasında farklar da sınıf farkını yansıtıyor: Bana evini göster, sana sınıfını söyleyeyim.

 

Bu süreçte mesafe ve hijyen çok önemli hale geldi. Bunlara dikkat etmek bizi virüsten koruyabilir ama bunun fazla abartılmasının başka sonuçları da olacaktır. Bedenin duygulanımları konusunda mesafe ve hijyenin etkileri hakkına neler söylemek istersiniz?

Virüsten korunmanın ilkel derecede basit koşulları var. Önemli olan, bunlara uyulması ve herkesin uyması. Burada da başka bencillikler devreye giriyor. Bu noktada sorumsuzluktan söz etmeliyiz. Çok iyi bilindiği gibi, koşullara uymayan (önlem almayan) yalnızca kendini değil, başka insanı da tehlikeye atıyor. “Sorumsuz benciller”in çevrede dolaşabilmesi rahatsızlık verici. “Hijyen” ve “mesafe” refleks durumuna gelmeli. Buradaki yeni öge, “mesafe”. Gerekli olduğu için, alışmaktan başka çare yok.

“Başka insanların bedeni insan öznesinin oluşturucu bir ögesi”

Bu süreçte et ve ten arasındaki o kısa mesafenin iyice arttığını düşünüyor musunuz? Bedenler arasındaki mesafenin kapanması bakımından yeniden bir tine yani ete dönme yaşanabilir mi?

“Et” ve “ten”: Merleau-Ponty’nin bu ayrımını bu “pandemi” durumuna nasıl uygulayabiliriz? Onda, “ten”, “et” olarak bedenden fazla, ayrıca “cisim” olarak bedenden de fazla, dünyanın sunduğu duyumsama nesneleriyle bir değiş tokuşu sahiplenmiş bedeni belirtiyor. Oysa “dünya” her yerde var. Evde de, bir hapishane hücresinde de, indirgenmiş boyutta, “dünya” var; ışık derecesi, sıcaklık/soğukluk, toz, sesler, kokular vs. Dolayısıyla “bedenler arasında mesafenin kapanması”, bildik sosyalliği geri getirmekten başka büyük bir “tinsel” sıçrama yaratmayacak. Tersi de tasarlanabilir. Belki bu “tecrit” durumu bildik, ve yerleşik, sosyalliği söz konusu etmeye başlamanın bir aracı olabilir. Şunu vurgulamak gerekir; başka insanların bedeni, fiziksel mesafe olsun olmasın, insan öznesinin oluşturucu bir ögesi.

 

Uzun bir süredir her şeyin nesneleştirildiği bir süreci deneyimliyoruz. Çoğu şeyin nesneleştirilmesini fenomenolojik anlamda nasıl yorumlarsınız? Bir bedenin nesneleştirilmesi onun ölümü müdür? Salgın koşullarında özne ve nesne ilişkisinin boyutları nasıl bir seyir aldı?

Nesne sorusu, büyük bir felsefî soru. “Nesneleşme”, öznenin praksisini temel yapan bir yaklaşımda “yabancılaşma” anlamına geliyor (ilk Marx). Bunun ötesinde, özneden söz ettiğimiz yerde, ya da ölçüde, nesneden söz etmek zorundayız; ikisi arasında fenomenolojik bağlılaşıklık var. Buna göre, “bedenin nesneleşmesi”, kaçınılmaz bir fenomenolojik süreçtir. Toplumsal bakımdan ekonomik olmayan bir üretimde de (şiirde, sanatsal yaratıda) erek ve sonuç nesnedir. Öyle bir nesne yaratacaksın ki, onunla karşılaşacak olanda yeni duygulanımlar, yeni yaşama olanakları meydana çıkacak. Pandemide, kim ne kadar sanat üretti ve tüketti, bilmiyorum. Genelde, televizyonların sıkıcı ve ahmâklaştırıcı sıradanlığı öne çıktı sanırım. Oysa, kimileri için, bu zorunlu kapanma, büyük sanat yapıtlarına, sanat nesneleri olarak,  eğilmenin olanağını da sunmuş olabilir. Genel toplumsal meşguliyetin zaman kullanımında, zor ve karmaşık yapıtların anlaşılması ve değerlendirilmesi için vakit bulmak neredeyse olanaksız. Müzikten örnek verecek olursam; Beethoven’in Missa Solemnis’i ya da Boulez’in Pli selon Pli’sini burada anabilirim.

 

Evlere çekilmek şeylerle olan ilişkimizi de askıya geldi. İzole bir hayatın bilinçlilik ve bellek üzerinde ne türden etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?

Şunu iyi vurgulamak gerekiyor. “İzole olmak”, “iç dünyayı” açmak potansiyelini taşıdığı anlamda olumlu bir olgu sayılmalı. “Dış dünya”ya kapanmadan, derin bir yapıt yaratmak olanaksız. Mutasavvıfların çilesi, yaratıcı bir potansiyeldi. Zaten bilinçleri sıradanlığı tekrarlamaktan başka bir şeye yaramayanların pandemideki bilinç durumları üzerine bir şey söylemem zor. Bellek konusu için de durum aynı.

“Yeni bir dil yok, ‘yeni normal’ var”

Dilin toplumsal bir inşa olduğunu düşünürsek kamusal hayatın giderek sönümlendiği günümüzde dil ve beden ilişkisi nasıl işliyor?

Kamusal yaşam aslında sürüyor. Askıya alınmış olarak, “enformasyon” olarak sürüyor. Tekrar aracılıkları olan medyalar, “boş” sokakları, ya da “yeterince boş olmayan” sokakları gösteriyor; tıpçılar, psikologlar, bildik gazeteci figürleri aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Yeni bir dil yok. “Yeni normal” var ve bunun gibi sığ formüller… “Muhalif” denilen çevreler de aynı terennümü söylüyor.

 

Bir bedenin bir sınıfa ait olması ne demektir. O bedenin dünyayı algılamasında ne tür etkisi vardır? Pandemi koşullarının yarattığı ortamda bir bedenin bir sınıfa ait olması nasıl cereyan ediyor?

Sınıf yapılarının değiştiğini biliyoruz. Ne Marx döneminin proletaryası var, ne 1950’lerin. İşgücü sömürüsü de boyut değiştirdi. Küreselleşme, iş gücü piyasasını da genişletti. “Ulusal” proletaryalar arasında farklar var. Bundan başka, toplumsal hak talepleri, proletaryanın olası talepleriyle sınırlanmıyor. “Beden” konusu, toplumsal mücadelelerde, iş gücünün sömürüsü sorunsalının çoktan dışına taştı: Kadınlar, eşcinseller, veganlar, hayvan savunucuları biyopolitik sınıfların taleplerini ortaya koyuyorlar. Bu anlamda, yeni özne, birçok anlamı olabilen yeni bir beden. Gücü sömürülen bir emekçinin bedeni olarak, cinsel meta diye tanımlanan bir kadının bedeni olarak, yeni varoluş olanakları bazı toplumsal düzenlerde tehdit altında bulunan bir eşcinselin bedeni olarak, sömürülen ve öldürülen bir hayvanın bedeninin sorumluluğunu taşıyan bir veganın bedeni olarak… Bugünkü bir özne bütün bu bedenleri aynı anda taşıma olanağına sahip. Pandemi koşulları bunda temel bir değişiklik yapmıyor.

 

Pandemi koşullarından sonra manzaraya bir dönüş olacağını düşünüyorum. İnsanlar manzaraya büyük bir özlem duyuyorlar. Manzara ve doğa karşıtlığını nasıl açıklarsınız?

Çoktandır, “manzara” dediğinizin gerçek bir anlamı kalmadığını düşünüyorum. İnsanlar, manzaraya bakmıyor, onun fotoğrafını çekiyor. “Manzara” -görkemli bir doğal alanın imgesi- iletilebilir bir işarete indirgenmiş durumda. Zaten, bu neo-liberal küreselleşme varoluşunda, doğa da artık doğa değil (örneğin bir Cézanne’ın duyumsadığı doğa değil); olsa olsa bir gösteri ve performans alanı. Yine çok moda olan “trekking” etkinlikleri doğayı fiziksel bir performans nesnesine indirgiyor. Buna dönüş olacağı kesin.

 

“Artık ‘modern’ özne erkek değil”

Modern özne derken burjuva ve erkek özneden bahsettiğimiz gerçeği gizleniyor gibime geliyor. Onun mülkiyeti, kârı, hukuku, mutluluğu, hazzı, yaşamı, kudreti, kuvveti temel esastı. Bütün bu süreci onun bu mülkiyet anlayışının sonuçları olarak değerlendiriyorum. Bu anlamda özne temelli bir dünyanın geleceği nasıl bir seyir alacak?

Artık “modern” özne -yâni sonuçta bugünün öznesi- erkek değil. Önceki yanıtlarımda belirtmiştim. Hâlâ özneyi erkek olarak tanımlayan toplum anlayışları mümkün elbette; geleneksel anlayışlar… Şunu unutmamak gerekiyor: Tarihsel “modernlik” denilen (1850’lerde şekillenen anlamıyla), erkek merkeziyetçi gelenekselliğe göre ileri adım oluşturmaktaydı (bunun kökeni, 18. yüzyıl Aydınlanması’na geriletilebilir). Ne zaman ki, din temelli gelenekselliğin kodları bozuluyor, erkek kadın eşitliğine de alan açılmış oluyor. Bu konuda ilerleme kolay olmadı; çeşitli ülkelerde ve bölgelerde hâlâ büyük eşitsizlikler, dolayısıyla sancılar mevcut. Ayrıca, modern özne artık erkek olmadığı gibi, burjuva da değil. Gelecek konusunda bir şey söylememek gerekir. Öznelerin dönüştürücü dinamizmleri ne olacak? Bunu zaman gösterecek. Birçok tehlike var elbette. En başta, belki, bilim ve teknoloji ideolojisi. Yalnızca mekanik işleyişler, hızlar olgusu; öznenin aracılığı olmaktan çıkıp onun yönlendiricisi durumuna gelebilecek makinaların hayaliyle coşmamızı öğütleyen ideoloji.

 

Bedenimiz mikro ve makro iktidarlar tarafından denetim altında tutulmaya çalışılıyor. Bunlar tarafından bedenler hapsediliyor. Şimdi ise bir virüsün yarattığı tecrit koşullarını deneyimliyoruz. Buradan Ece Ayhan’ın “Devlet ve Tabiat”tını kara kamunun ortasına yeniden gündeme getirebilir miyiz?

Ece Ayhan’ın şiirlerinin büyük bir politik içeriği var. Ama negatiflikle sınırlanan bir içerik. Ece Ayhan karamsardı. Karanlığa bakmış, baktıkça da karamsar olmuş. “İktidar” kavramı çok geniş kavram. Bunu tamamen dışlamak ancak hayalî bir anarşizmde olanaklı. Her yapma, bir “yapabilme”, dolayısıyla, her eylem (etkinlik: praksis), bir iktidar içeriyor. Başka deyişle, her yapma, bir yapma etkinliği. Benim “devrim düşüncesi” dediğim, bir araya gelen öznelerin, varolan ekonomik ve politik yapıları dönüştürücü “yapma’lar tasarlaması ve gerçekleştirmesi olanağını belirtiyor. Bu zor, çünkü özneler arasında farklar var. Fark, farklı sorun da demek. En büyük farklar nelerdir? Yoksulluk farkı mı daha büyük farktır, yoksa cinsel aidiyet farkı mı? Farklar nasıl ortak bir dönüştürücü düzlemde buluşabilir? Bir birey, önce kendini oluşturan “farklılıkların” bir dökümünü yapmalıdır. Kendine şunu sorabilir örneğin: Ben ne kadar burjuvayım, burjuva gibi yaşıyorum, burjuva bir yaşama özeniyorum? Bunu inkâr etmekle ya da bunu önemsiz bir soru gibi görmekle kurtulunamaz.

 

İLGİLİ HABERLER

Groteskin varlığı: Mustafa Kula

“Hepimiz yoğun bakım ünitelerindeyiz, telefonlara ve Netflix’e bağlı”

Daha fazla yazı yok
2024-05-02 00:44:49