A password will be e-mailed to you.

Altın Ayı ve Gümüş Ayılar parlatılıyor! Berlin Film Festivali’nde bütün ödüller bugün sahiplerini bulacak.

67. Berlin Film Festivalinde bağımsız jürilerin ödülleri bugün öğleyin, resmi jürilerin ödülleri ise akşamleyin sahiplerini bulacak. Festival’in ikinci haftasında Aki Kaurismaki, Hong Sangsoo ve Volker Schlöndorff ustaların filmlerinin tam da kendilerinden beklendiği gibi filmografilerinin tutarlı bir devamı olması üzerine Berlin’de gözler dün gösterilen son iki filme çevrildi: 2013 yılında üçüncü uzun metrajlı filmi Çocuk Pozu / Pozitia Copilului ile Altın Ayı ve FIPRESCI Ödülü kazanan Rumen yönetmen Calin Peter Netzer’in yeni filmi Ana, Mon amour sinema otoritelerini çok etkilenenler ve hiç beğenmeyenler olarak ikiye böldü. Çinli yönetmen Liu Jian’ın Hao ji le / Have a Nice Day adlı para hırsı temalı kara komedisi ise Altın Ayı için yarışan tek canlandırma olarak takdir topladı.

Aşk ile bağımlılık arasında

Volker Schlöndorff birçok farklı türde film yapan, hepsini de eş derecede ustalıkla yapan bir sinemacı. Stellan Skarsgaard ve Nina Hoss’u Long Island’ın Doğu ucunda bir sayfiye yerinde buluşturduğu Return to Montauk, romantik bir film. Kırık bir aşkın öyküsünü yıllar sonra yeniden devam ettirmeye çalışan olgunluk çağındaki eski sevgilileri, New York’ta iş dünyasıyla bohemlerin kesiştiği sanat alemi fonunda yeniden bir araya getiriyor… Hayatlarının aynı döneminde aynı hayalleri kurmayan, deyim yerindeyse senkronize olamayan bu çiftin, başka başka anılara bağlı kaldığını görüyoruz. Pişmanlıkları farklı, acıları farklı, hayatta hedefledikleriyle geldikleri yerler farklı bu çiftin romanının sayfalarını Montauk kıyısındaki rüzgar çeviriyor…

Return to Montauk

Çocuk Pozu ile müthiş bir başarı kazanan Calin Peter Netzer bu kez başlangıcından boşanmaya dek, genç bir çiftin ilişkisinden kesitleri flash back ve flash forwardlarla anlatıyor. Psikanalizin gerek kuramsal gerek pratik olarak önemli bir yer tuttuğu Ana, mon amour zamanı esnek biçimde kullanan kurgusu nedeniyle Alain Resnais’nin başyapıtı Hiroshima, Mon Amour’a gönderme yapıyor adıyla. Hiroshima, Mon Amour’un kahramanlarının 2. Dünya Savaşı’nda çektiği büyük acılarla Ana, Mon Amour’un üniversiteli aşıklarının geçmişlerindeki yaralar kıyaslanabilecek gibi değil, elbette.
Film, olayları Toma’nın bakış açısından aktarıyor. Okulda tanıştığı Ana, 17 yaşındayken baba bildiği adamın gerçek babası olmadığını, biyolojik babasının o doğmadan Fransa’ya kaçtığını öğrendiğinden beri anksiyete atakları geçiriyor ve sürekli ilaç kullanıyor. Toma’nın onu kanatları altına alıp kendisine bağımlı kılmasının ardında da yedi yaşındayken annesinin Hans adlı bir Almanla birlikte olup ayrılmak istemesinin ama sonuçta babasıyla kalıp bir ömür boyu geçinememelerinin yarattığı travma olduğunu yavaş yavaş keşfediyoruz.

Hiroşima, Sevgilim

Erkeklerin kendilerini terk edemesinler diye onlara bağımlı kadınlarla birlikte olma klişesini bir kez de Ana, mon amour tekrar ediyor. Ancak psikanaliz ve günah çıkartmayı kıyaslamak, aile kavgalarını son derece gerçekçi betimlemek ve kahramanlarının ruh hallerini tikleriyle, krizleriyle, takıntılarıyla ayrıntılandırmak gibi çok başarılı yanları var. Kahramanların travmalarını hissettirecek kadar izleyiciyi içine alan bir film.

İstikrar mı tekrar mı?

Finlandiya sinemasının kendi kanonunu yaratabilmiş ustası Aki Kaurismaki, 2011 yapımı Umut Limanı / Le Havre adlı filmini andıran Toivon Tuolla Puolen / The Other Side of Hope ile bir kez daha sinema dünyasının kalbini kazandı. Kızkardeşini arayan Suriyeli mültecinin Finlandiya’da bir restoran sahibi ve çalışanları tarafından korunup kollanmasını konu alan filmde yönetmenin benzersiz evreni, hümanizmi ve mizahı bir kez daha işe yarıyor. Israrla 35mm film çeken Kaurismaki, sinematografisinden oyunculuk tarzına müptelası olduğumuz özgün sinemasıyla dayanışma sayesinde her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor.

Aki Kaurismaki’nin tutarlı bir çizgi izlediğini ve istikrarlı bir filmografiye sahip olduğunu düşünmeme rağmen Hong Sangsoo’nun kendini tekrar ettiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Kaldı ki ‘tekrar’ biçimsel olarak da Hong Sangsoo sinemasının temelini oluşturur! Kaurismaki’nin dünyaya adil bir çerçeveden bakması ve fark yaratan yalın insanların öykülerini anlatması onu sinema tarihinde ne kadar sağlam bir yere oturtuyorsa Hong’un bu filmde benmerkezciliğe varan, kendine dönük bir sinema yapması onu o kadar kırılgan bir fildişi kuleye hapsediyor.

Kaurismaki’nin stilindeki incelik onun gündemdeki Suriyeli mülteciler, Avrupa’daki ekonomik kriz ve artan ırkçılık gibi ağır temaları da aynı incelikle insani bir öykü çerçevesinde aktarabilmesini sağlıyor. Aynı incelik ve yalınlık, incir çekirdeğini doldurmayan gündelik olaylar üzerinden insanların iç dünyalarını aktarma becerisi ve kameranın yönetmenin gözü olduğunu unutturmayan bir tarz Hong Sangsoo sinemasında da mevcut. Ancak Hong’un sadeliğinde Kaurismaki ve başka birçok auteur sinemasının çekiciliği yok, filmleri minimalizmi ve ilişkilere odaklılığı nedeniyle sık sık onunkilerle karşılaştırılsa da bir Eric Rohmer değil. Hemen her yıl bir film yapması bazı yıllara iki film sığdırması Hong’un yaratıcılığını üretkenliğe çeviriyor, korkarım. Aynı tuzağa yine Hong’un mizahı dolayısıyla sık sık karşılaştırıldığı bir başka yönetmen, Woody Allen da düştü. Art arda film yapıyor, büyük ölçüde sevilip izleniyorlar ama filmlerin kalitesinde düşüş yaşanabiliyor, kaçınılmaz olarak…

Aki Kaurismaki’den Umudun Diğer Yanı

Berlinale’de yarışan Bamui haebyun – eoseo honja / On the Beach at Night Alone adını, Walt Whitman’ın aynı adlı şiirinden alıyor. Türkçeye Memet Fuat tarafından Gece Kumsalda Yalnız diye çevrilen bu şiire rağmen film, Hong ile Koreli yıldız Kim Min Hee’nin yaşadığı ilişkinin yarattığı skandalı konu alıyor. Batı yarımkürede bilinmeyen bu ilişki Hong Sangsoo evli, Kim Min Hee’de kendisinden 22 yaş küçük olduğu için Kore’de Hong’un eşi ve Kim’in annesinin de taraf olduğu büyük bir skandala yol açmış. On the Beach at Night Alone’de başrolü üstlenen Kim, aslında kendisini canlandırıyor. Onu önce bir süre Berlin’de kalan ve oraya yerleşmeyi aklından geçiren, eve dönünce de Seoul dışında eski dostlarının bulunduğu bir kıyı kasabasına giden melankolik kadın rolünde izlerken bu skandal yüzünden işsiz kalmış, ‘yuva yıkan kadın’ imajı nedeniyle kendisine gelen teklifler bir anda kesilmiş bir oyuncu olduğunu yavaş yavaş kavrıyoruz.

Gece kumsalda yalnız

Hong Sangsoo başlığını ödünç almışken Walt Whitman’ın Gece Kumsalda Yalnız şiirinin nasıl da 67. Berlinale’ye yakıştığını düşünmekten kendimi alamadım:

Yaşlı ana boğuk şarkısını söyleyerek sallarken onu,
Ben parlak yıldızların ışıltısına bakarken, evrenlerin, geleceğin anahtarı olan bir düşünceye daldım.
Sonsuz bir benzerlik birleştiriyor hepsini,
Bütün küreler, gelişmiş, gelişmemiş, büyük, küçük, güneşler, aylar, gezegenler,
Bütün uzaklıkları mekânın, ne kadar geniş olursa olsun,
Bütün uzaklıkları zamanın, bütün cansız biçimler,
Bütün ruhlar, bütün bedenler, bu kadar çeşitli olmalarına, ya da başka başka dünyalarda bulunmalarına karşın, bütün canlılar,
Bütün gazlar, suların, bitkilerin, madenlerin gelişmeleri, balıklar, hayvanlar,
Bütün uluslar, renkler, barbarlıklar, uygarlıklar, diller,
Bu dünyada, ya da herhangi bir dünyada var olan, ya da var olabilecek, bütün bir örnek şeyler,
Bütün yaşamlar, ölümler, bütün geçmiş, şimdiki zaman, gelecek,
Bu sonsuz benzerlik kavrıyor hepsini, her zaman kavramış,
Her zaman kavrayacak, sımsıkı tutacak onları, iyice saracak.

Festival’e bu şiiri yakıştırmamın nedeni bu yazıda sözü edilen filmler değil ancak! İldiko Enyedi’nin On Body and Soul’u, Agniezska Holland’ın Spoor’u, Sebastian Lelio’nun Una Mujer Fantastica’sı, Sally Potter’ın The Party’si, Alain Gomis’nin Felicite’si… Whitman’ın sözünü ettiği bütün ruhlar, bütün bedenler kadın – erkek, yaşlı – genç ayrımı yapmadan, bütün uluslar, uygarlıklar, bitkiler, hayvanlar insan ve diğer türler ayrımı yapmadan bu filmlerde vardı. Brezilya’da Portekiz egemenliğine karşı oraya yerleşmiş olan beyazların ve özgürlüğünü kazanan kölelerin ayaklanmasının arifesinde geçen Joacquim’in aktarmaya çalıştığı ama aktaramadığı eşitlik ve bağımsızlık mücadelesinde zamanın bütün uzaklıkları hükümsüz kalıyordu. Liu Jian’ın Çin’deki kapitalist dönüşüm fonunda para hırsıyla şiddete yönelmiş bir toplumu hicvettiği Hao ji le / Have a nice day adlı canlandırma filmi cansız biçimleriyle sonsuz benzerliğe dahil oldu.

Daha fazla yazı yok
2024-04-30 05:40:49