A password will be e-mailed to you.

Ömer Altan, verevine isimli köşesinde bu hafta “Büyük Deniz Köpürüyor” kitabını ele alıyor.

Aslında, romanın ne olduğuna dair algımız epeydir bozuk. Romanın anlatmak, anlatmak, anlatmak ve kolayca anlaşılmakla ilgili bir çeşit arzuhal olduğunu sanar hale getirildik.

Hayatın gizemleri, karanlık noktaları ve kavranması zor yüzeylerini ele alma gücüyle edebiyat, bir büyük sanat addedildiği günlerden bugünün “anlaşılırlık” diktatoryasına taşınıverdi. En süfli metinlerle semirtilen roman okuru, Don Quijote’den beri romanın ayrılmaz parçası halinde mevzilenmiş ara alanları algılayamaz oldu. Dahası romana böylesi ara alanların, “bulanıklık”ların sokulmaması gerekliliğine emin vaziyette bir çeşit kofluk talepkârına dönüşüverdi. Romanın temel kriterleri denince akla akıcılık, netlik, sürükleyicilik ve adeta bir televizyon dizisi estetiği gelmeye başladı.

Şimdi bu anlayışa büyük oranda sırt çevirmiş bir romanla karşı karşıyayız. “Yapı ve Yasa” isimli ilk öykü kitabıyla hem kurguda, hem üslupta farklılıklardan asla çekinmediğini göstermiş olan Duran Emre Kanacı’ın ilk romanı bu. Kanacı’nın 2021 tarihli öykü kitabı, 2022 Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri’nin kısa listesine girdiğinde nasıl şaşırmadıysak bu romanı da 2024 ödül listelerinde görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Kanacı, öykü kitabında zengin dünyasından kimi örnekleri önümüze koyarken çoğu günümüz öykücüsünden farklı bir yerde durduğunu hissettirmişti. Elimizdeki romanı da ekleyince Kanacı’yı bu tarz kıyaslara sokmak tam anlamıyla abesleşiyor. O, edebiyatını içsel şekilde yoğunlaştırmış özgün bir figür olarak çıkıyor karşımıza. Denemekten ve risk almaktan korkmadığı gibi iyi eserlerin okurda belli bir yadırganma oluşturduğunun da farkında: Okura ne pahasına olursa olsun ulaşmaya çalışmıyor, bekliyor ki biraz da okur metne manevralansın.

Kulaklarına ve boyunlarına vuran o ıslak nefesler, günün batıda eriyip gitmesini bekleyen iblislere ait değil miydi?**

Kitabın bölüm başlıklarının Ugaritçe ile yazılması yadırgatıcılığın ilk işaretlerinden. Neden edebiyatta yadırgatıcılık etkili ve gerekli? Çünkü başka bir gerçeklikten sahneler taşıyan yazarın okurda bir algı ayarı yapması zorunlu. Mesela burada yazar daha “içindekiler” bölümündeki Ugaritçe yazılarla okura şöyle söylüyor: “Bak, artık alışageldiğin yerde değilsin, benimle bir yolculuğa çıkıyorsun, lütfen beklentilerini yansıtmadan sadece sana sunduğum gözlerden bakmaya hazır ol.”

Yazar, Ugaritçenin yabancı işaretleriyle bu uyarıyı yaptıktan sonra sayfayı çevirmemizle bizi M.Ö. 3300 ila M.Ö. 1200 yılları arasında tanımlanan Tunç Çağı’na, Tunç Çağı’nın mitik atmosferinde süzülen bir teknenin yolculuğuna çekiyor. Bu teknede bizi karşılayansa hızlıca büyümeye çalışan Nepis isimli bir kız çocuk oluyor.

Doğu’dan Batı’ya giden teknede bir hayatta kalma mücadelesi veriliyor fakat bu mücadelenin fiziksel ve psikolojik komponentleri haricinde kimliğe, nesiller arasılığa işaret eden tarafı da öne çıkıyor. Bilinçaltındaki köksüzleşme korkusuyla mücadele eden Nepis, içgörüleriyle annesinin tarihçesini özümsemeye çalışıyor ve biz modern okurlar, antik insanın şamanik gerçekliği karşısında ne kadar kısıtlı algıya sahip olduğumuzu deneyimler hale geliyoruz.

Roman, Akdeniz’in puslu zamanlarındaki bir göç hikâyesiyle bugünün acı dolu deneyimini imlemenin ötesinde zihnimizi o günün antropolojik açıdan “öteki” zihnine yaklaştırmaya uğraşıyor. Bunu yaparken aynılıkların altını çizdiği kadar aşılamayacak bir sınırı korumaya da özen gösteriyor. Bölge insanının anlayamadığı geçmişleri de içinde taşıdığını hatırlatıyor.

Sergiz, yayını kuşanıp meydanın aksi yönüne ağır ağır yürürken, Başrahibe tapınağa çekilir ve rütbesi ondan daha düşük rahibeler Ader’i iftira ve düşmanı yüceltme suçlarından yargılarken; önde İşhat, arkada bir grup kalabalık kent kapılarına yürüdüler. İşhat, Assur geçidine vardığında ipek şalı çamur içinde kalmıştı. Kalabalık, onu doğduğu kentten İşhat adıyla kovdu.***

Olayları takip ettikçe Büyük Deniz’in kenarında yaşanan trajik döngüselliklere dalıp gidiyoruz. Kaos da, sanrılar da benzer; çaresizlik de terkedilmişlik de benzer. Yanlış inanlarla haksızlığa meyleden adalet terazileri arasına sıkışmış yıkımlar, suistimaller, şiddet ve dilsizlik hep aynı. William Faulkner’in Gavin Stevens karakterine söylettiği gibi “Geçmiş asla ölmez. Geçmez bile.

Anlatım tercihinde iki yönlü bir kalem oynatma var: Yazar hem antikiteden bir hikayeyi otantik unsurlara sadık kalarak anlatmayı hedefliyor hem de bunların modern zihin süzgecinden geçtiğini açığa vurarak sahih bir yüzleşmeye alan açıyor. Böylelikle tarih pastişine ya da parodisine kaymadan romancılık sezgiselliğiyle uzak geçmişi canlandırmaya uzanıyor ve “bugünden yapılabildiği ölçüde” gibi bir şerhi de, belli belirsiz, düşüyor. Bu anlamda, şamanik bir yazı yaklaşımını romanın şamanik atmosferiyle üst üste yerleştirmiş oluyor ve zamansallıkla ilgili zaman-dışı bir bakış açısına ulaşmayı hedefliyor. Tüm bu çabalar ucuzluktan azadelikleriyle çok kıymetliler çünkü okurun kendini kandırmasını talep eden basit tarih romanlarından fersah fersah uzak bir atmosfere hizmet ediyorlar.

Şöyle diyor yazar, romanın sonundaki notlarda: “Nepis Ael’in hikâyesi, Braudel’e göre, “İlk göğüs göğse kavim savaşlarının yaşandığı şiddet ve yararlı ilişkiler çağı” olan Tunç Çağı’nda, Büyük Deniz hudutlarında geçiyor.“**** Bu cümle ne kadar doğru olursa olsun romanın özgün tarzıyla ilgili hiç ipucu vermiyor; anlatının zamansallıkla kurduğu ilişki için de aynısını söyleyebiliriz. Göç etmenin “sökücü” gerçekliğiyle etrafa saçılan tarih parçacıklarını ancak edebiyatın yapabileceği şekilde yeniden birleştiriyor yazar ve tüm bu hareketin içinden akan acıya doğrudan bakmamızı istiyor.

Bölgenin geçmişi kesif acımasızlıklarla kaynarken Büyük Deniz kurtuluşlara mı götürür insanı yoksa kayboluşa mı? Payımıza düşenin basitçe mantığa çıkarılamayacağını, aksine mitik düzlemde çok fazla yaşantının katmanı üzerinde konuşlanmış olduğunu farkettiğimizde kilide anahtar imal etmemiz kolaylaşır mı?

Nepis, annesinin yaşadıklarını gördükçe bugün korkunçlaşıyor mı kolaylaşıyor mu? Biz okurlar dünlerin uçurumlaşmasına şahit kılındıkca bugünü kabullenmeye mi yaklaşıyoruz yoksa isyanımız daha da mı serpiliyor?

*Duran Emre Kanacı, İthaki, Aralık 2023

**sayfa 16

***sayfa 43

****sayfa 113

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 22:12:42