A password will be e-mailed to you.

Bu seneki Cannes Film Festivali‘nin kısa film ve Cinefondation (öğrenci filmlerine ayrılmış bir kısım) bölümlerinde Türkiye’den izler arayanların gözüne sadece İmge Özbilge ismi çarptı. Türk asıllı Avusturyalı yönetmenin 5 dakikalık animasyon filmi “Camouflage“,  Belçika’da bulunan KASK adlı okulu temsil etti…

Yaşadıkları ülkenin bu en büyük festivalinde bu yıl var olmadılar ama Franko-Türk kimliğin temsilcileri arasında öykülerini sinema yaparak anlatanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. “Bölünmüşlük-Uyum-Coğrafi Aidiyet-Yabancılık Psikoljisi” gibi göçmenliğe dair konuların doğal olarak ön plana çıktığı hikayelerini kendi ağızlarından duymak için üç adet yönetmene söz verirken, yer aldığı projeleri dev ekranda görmeye başladığımız bir montajcıyı da ihmal etmedik.

Engin Ayçiçek

Engin Ayçiçek, 1978 Giresun doğumlu. 9 yaşında geldiği İstanbul’da geçen çocukluğunda doğan güzel sanatlar merakı onu bir sinefil haline getirmiş. İTÜ’de okuduğu Makina Mühendisliği yıllarında çeşitli film atölyelerine katılmış. 2002 yılında ayak bastığı Paris’te felsefe ve sinema eğitimi almaya başlayan Ayçiçek, kendi imkanlarıyla kısa filmler çekerken çeşitli prodüksiyonlarda oyuncu ya da set çalışanı olarak yer almaktan da geri kalmamış. Zamanla gelişen çevresi ve artan tecrübesi ile Fransız Ulusal Sinema Fonu, Paris Belediyesi ve ARTE gibi güçlü yapımcıların ilgisini aşağıda linki yer alan Arabesk adlı projesiyle çekmeyi başaran yönetmen, filmini şöyle anlatıyor :

– Paris çevre yolunun yakınlarında bir dönercide çalışıyordum, müşterilerimiz arasında Cezayir asıllı bir adam vardı. Güvenlik görevlisi olduğundan geceleri oğlu ve köpeği ile gelip sandviç alırdı.Çok nezih bir mahalle değildi, çalıştığım sürede göçmen çocukların sudan sebeplerden kavgalarına çok şahit oldum. Düşüncem genel olarak Arapların merkezine oturduğu bir filmdi. Dolayısıyla Arabesk ismini seçtim. Çekimlerin yaklaştığı dönemde ise mevzu bahis çocuk büyümüş ve babası vefat etmişti. Kendisine travmalarını hatırlatmamak adına yeni bir cast tercih ettim ve başrol için en uygun aday bir Türk/Kürt aileden çıktı. Çocukluğumda İstanbul Zeytinburnu’nda boş arsalarda edilen kavgalar ve hayatın fonunda sürekli çalan arabesk müzik aklıma gelir oldu. İsim bu şekilde farklı bir mana da kazandı.

Filmde ergen bir çocuğun sınırlarda seyreden yaşamını işlemek istedim. Ne çocuk ne yetişkin, ne serseri ne uslu, ne göçmen ne Fransız. Çevre yolunu göstermemin sebebi de aslında tam şehir ile banliyönün ayrıldığı nokta olmasıydı. Dolayısıyla karakter ne şehirli ne banliyölü olacaktı. Film benim 2010 yılına dek gözlemlediğim göçmen profillerinden çokça esinleniyor. Aileyle ilişkisi sadece koruyuculuk ile sınırlı çocuklar, yoldan çıkan abiler/kardeşler, sürekli ve sadece nasihat veren babalar, pasif anneler… Tabii filmde bir de köpek var. Baş karakter Deniz ile aralarında bir sevgi bağı da olabilir ancak benim gösterdiğim ilişkide köpek, çocuk için daha çok bir savunma aracı.

Bilinçli ya da bilinçsiz, “Wendy and Lucy”, “Nora Inu”, “Il Ladri di Biccicelette” gibi filmlerin etkisinde kalmış olabileceğini söyleyen Ayçiçek son olarak şu anki çalışmalarından ve gelecek planlarından bahsediyor: 

“Güney Amerika’da çektiğim deneysel bir film şu anda post prodüksiyon aşamasında. Yarı belgesel yarı kurmaca bir uzun metraj üzerinde de halen çalışıyorum…”

Engin Ayçiçek’in Arabesk adlı filmini şifre (password) kısmına sanatatak yazarak izleyebilirsiniz.

 

Onur Yağız

Onur Yağız 1986 yılında Fransa’nın doğusunda dağlık Jura bölgesinde dünyaya gelmiş. Küçükken sırasıyla futbolcu, şair, tiyatrocu olmak istemiş. Paris’e taşınmasıyla birlikte sürekli sinemaya gitmeye başlayan Yağız için Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” filmini görmesi ve filmi hem çok beğenip hem de anlamlandıramaması bir nevi dönüm noktası olmuş.

“Film ne kadar basit olursa insanlar üzerine o kadar fazla kafa yoruyor” diyor. “Bazen sabah o gün yazmak zorundaymışım gibi bir duyguyla uyanıyordum, dolayısıyla ürettim… ” diyerek de kendisini kısa filme çıkartan dürtüden bahsediyor.

Onur Yağız, bir yandan internette nasıl senaryo yazıldığını araştırıp hikayelerini kağıda dökerken aynı sıralarda ünlü sinema akademisi Femis’te yaptığı stajda tanıştığı bir yapımcıya tesadüf eseri projesini tanıtmış. 2012 tarihli bol ödüllü kısa filmi Patika’nın temellerini bu şekilde atmış. Senaryo başlangıcı ile çekimlerin bitişi arasında 3 sene olduğunu söyleyen yönetmen, kendi tembelliğinden ve finansman bulmanın zorluğundan biraz şikayetçi.

 Filmi iktidarın önce babada sonra çocukta olduğu iki bölüme ayırabilir miyiz ?

Sizi dünyaya getiren ve ilk tanıdığınız kişi olan anneniz aslında babanızın eşi. Eğer kavga  edeceksiniz karşınızda bulacağınız ilk rakip dolayısıyla babanız. Bu noktada paylaşılamayan bisiklet aslında evdeki iki figürü de taşıyan bir anne gibi. Aynı zamanda bisiklet baba oğul arasında bir duvar… Ama ben bunları çok derinlemesine düşünerek hikayeyi oluşturmadım. Muhtemelen bu duyguyu dışa vurma arzusu içimde vardı ve doğmak zorundaydı. Analiz ise sonradan gelen bir şey.

 Filmdeki baba-oğul ilişkisi burada yaşanan hayatlardaki gerçeğe yakın mı? Filmde bilhassa altını çizmek istediğin birşey var mı?

Realist bir film diyemem. Daha çok bir masal gibi aslında. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmini düşünelim, aslında çok basit bir öykü. Ben de o yüzden filmi ilk seyrettiğimde anlamamıştım. Benim hikayem de çok basit. Babasını görmek için bisikleti saklayan bir çocuk. Belki de bu kadar kısa bir değerlendirme her şey için yeterli. Arkasında dev metaforlar aramak zorunda da değiliz.

 Genel bir Franko-Türk psikolojisine inanıyor musun ve filmlerine bu yansıyor mu ?

 Eğer çok uzun yıllar önce buraya çalışmak için gelmiş kişilerden bahsediyorsak, onlar Franko-Türk değiller, sadece Türkler. En az okuyan ve genel halktan ayrı yaşayan topluluk maalesef bizleriz. Filmde babanın sürekli Türkçede ısrar etmesi çok bu insanlara ait Franko-Türk bir davranış mesela…

  Şu an ne üzerine çalışıyorsun?

Yeni bitirdiğim kısa metraj, annenin hamile olduğu Fransızca bilmeyen bir Türk ailesinde, dil bilen küçük erkek çocuğun doğacak olan kardeşinin cinsiyetini anlamak için çekilen ultrasondaki halini anlatıyor. Kız çocuk isteyen babasının aksine erkek kardeş sahibi olmak isteyen bir çocuk.Film  4/3 formatında siyah beyaz çekildi. Sanki ailenin ve küçük çocuğun da ultrasonunu çekmek istermişiz gibi…

Fatih Akın’ın Yağız’ın gönlünde yeri biraz ayrı. Gurbetçi Türklere sinema yapmak konusunda cesaret verdiğini düşünüyor. Rakipsiz bulduğu ve izledikçe moral bozacak kadar başarılı filmler yaptığına inandığı tek yönetmen ise Abbas Kiarostami.

Onur Yağız’ın Patika filmi:

 

Hüseyin Aydın Gürsoy

Hüseyin Aydın Gürsoy 1988 Ordu doğumlu. 3 yaşında geldiği Paris banliyösünde geçen çocukluğu esnasında hem tiyatro ile yakınen ilgilenmiş hem de etrafında olup biteni oldukça detaylı incelemiş. Lise sonrası eğitimini bilgisayar mühendisliği okuyarak tamamlayan Gürsoy, teknik bir alanda eğitim görüp çalışıyor olmasının sinema için de bir avantaj olduğunu düşünüyor.

2011’de “La Quatorzième / Ondördüncü” adlı kendi finanse ettiği kısa filminin ardından, doğduğu topraklarda daha profesyonel şartlarda çektiği “8 Ay” ile kariyerine devam eden genç yönetmen, son olarak 2015’te kendi hayatından esinlenerek çektiği “La Toile d’Arraigné / Örümcek Ağı“nı tamamladı.

Gürsoy senaryolarının gelişim süreçlerini anlatırken “Kendi tecrübelerimden yola çıkıyorum. Kafamda soru işareti oluşturan ne varsa üzerine gidiyorum. Yarattığım karakterler kendi hayatımla tam olarak bağdaşmıyor ya da yer almıyorlar, ancak konularım oldukça kişisel” diyor.

 La Toile d’Arraigné de gurbetçi bir babanın oğlu ile ilişkisine biraz da Fransa’daki Türk toplumunun vazgeçmediği kurallarına ve kapalılığına göz atarak mı eğiliyorsun ?

Fransa’ya adım atan ilk nesil Türklerin geliş sebeplerini, burada büyüyen sonraki nesillerin de kalış nedenlerini sorgulamak istedim. Çoğu zaman eski nesil kendi görüşünü, kuralını yeni nesile yüklemeye çalışıyor. “Sen de çok çalış, ve Türkiye’ye dön” gibi. Fransa hayatlarında adeta geçici bir etap. Aileden gelen bu telkin yeni neslin kafasını oldukça karıştırıyor.

 Bir Franko-Türk’ün toplumda kendini yerleştirdiği nokta ve ruh hali sence nedir, sen bundan nasıl yararlanıyorsun ?

Bence genel bir psikoloji üretmek zor,  çünkü her düşünceden insanlar var. Ama bana göre, burada büyümüş ve buradaki hayata alışmış birinin Türkiye’ye dönme isteği pek anlamlı değil. İnsanlar tatile gidip kısa bir süre geçirdikleri ülkeyi garip bir şekilde yaşanacak yer olarak görebiliyorlar. Tabii ki Fransa’daki hayatımız, sahip oldugumuz geçmiş ele almak istediğim konuların başında geliyor. Şu anda 90’lar Fransa’sında kaçak tekstil atölyelerinde çalışan Türkleri konu alan yeni bir kısa film senaryosu bitirdim. Ayrıca bir önceki kısa filmim olan “8 Ay”ı çektiğim, doğduğum köyü mekan olarak alacağım bir uzun metraj projesi üzerinde çalışıyorum.

Hüseyin Aydın Gürsoy beğendiği yönetmenler arasında kendi tarzına uzak isimleri saymayı tercih ediyor. Christopher Nolan, Jacques Audiard ve James Gray aklına ilk gelenler.

Örümcek Ağı‘nın fragmanı aşağıda. Filmin tamamı da Vimeo üzerinden 1€ karşılığında izlenebiliyor.

 

Elif Uluengin

Türkçe bilmemesi her ne kadar vaktiyle Türkiye’de çok konuşulmuş bir köşe yazarının kızı olmasıyla tezat gözükse de, Elif Uluengin tatillerini babasının memleketinde geçirmeyi seviyor. Uluengin, Brüksel’de bitirdiği sinema akademisi montaj bölümünün ardından 15 yıl kadar önce Paris’e taşınıp TV filmlerinde irili ufaklı işler yaparak başladığı kariyerine belgesel yapımlarda asistan montajcı olarak devam etmiş. Claire Denis ve Bertrand Bonello’nun birlikte çalıştığı bir isim olan Nelly Quittier ile tanışması hayatının önemli noktalarından biri olmuş. Arasında Barbet Schröeder’in “L’avocat de La Terreur / Terörün Avukatı”, Maiwenn’in “Pardonnez Moi / Beni Affedin” gibi yapıtlarının da yer aldığı asistanlık dönemini Leos Carax’in “Holy Motors“u ile sonlandıran Uluengin, şef montajcı olarak sürdürdüğü profesyonel hayatında bugün en çok Katia Lewkowicz’in 2014’te tamamladığı “Tiens Toi Droite / Dik Dur” ve Antoine Cuypers’ın 2015 tarihli “Prejudice – Önyargı” ile konuşuluyor.

  Sinema ile bağın nasıl oluştu ?

Hukuk okurken derslerde çok sıkılıyordum. Devamlılık sorunum vardı. O zamanki erkek arkadaşım Brüksel’de INSSA sinema okulunda okuyordu ve sahip olduğu çevre benim gibi bir edebiyat meraklısını oldukça etkiledi. Bu noktada sinemanın içinde yer alabileceğim bir sektör olduğuna inandım. Montajın bir yazın turu olduğunu düşünmem beni bu mesleğe itti.

 Bir montajcıyı iyi yapan hususlar nelerdir ?

Yönetmenle olan yakın ilişkisi ve dinleme kapasitesi önemlidir.Filmi duyması, ruhunu anlaması ve gitmesi gereken yöne karşı duyarlı olması şarttır. Asistanken programlara ve güncel montaj teknolojisine kusursuz hakim olursunuz. Ancak iyi bir şef-montajcı her zaman mükemmel bir teknisyen olmadığı gibi iyi bir entellektüel de olmayabilir… Bunun yanında iyi bir sinema gözü, disiplin ve konsantrasyon da mesleğin olmazsa olmazlarıdır.

 Şu ana kadar montajladığın filmler arasında senin için özel olanlar var mı ?

Aslında yok. Bir projeyi kabul ettiysem zaten aramda filmle bir bağ oluşmuştur. Nadir de olsa yönetmenle anlaşamamanız söz konusu. Zaten projeyi anlamıyor ve hissetmiyorsam üzerinde çalışmamın manası yok. Filmin tarzından çok çeken ekibin enerjisini ve arzusunu hissetmek istiyorum. Ama bir gün bir korku filmi ya da seyircinin duygularını fazla esir alan filmlerde çalışabileceğimi de düşünmüyorum. Mesela Bruno Dumont’un filmleri beni rahatsız ediyor…

 Mesleğinde erişmek istediğin yer nedir ?

Geçen sene “Divines” adlı filmle Cannes’da Altın Kamera ödülü olan Houda Benyamina’nın kurduğu bir vakıfta gençlerin ürettiği filmleri görüyorum ve bu beni heyecanlandırıyor. Genel olarak genç sinemacıların dünyasını daha ilginç buluyorum. Mesela geçenlerde şiir-film diyebileceğim bir kısa metrajı çok beğendim. Rachid Djaïdani’nin “Rengaine” filmini çok seviyorum. Filmi izlediğiniz zaman içinden dev bir anlatma isteği yükseldiğini seziyorsunuz. Ben mesleğime bu tarz işler ile devam etmek isterim.

 Bir filmi izleyip yönetmenini tahmin edebilirsiniz, peki ya montajcısını?

Tarzla ilgili soruları ben de kendime soruyorum, ama bence yanıt; hayır. Zaten normal izleyiciler filmin teknik yanlarını değerlendiriyorlarsa muhtemelen filmden sıkılıyorlar demektir. En azından ben sıkıldığımda montajı seyretmeye başlıyorum.

Uluengin’in beğendiği yönetmelerin başında Fatih Akın geliyor. Hollywood’dan Christopher Nolan ve Fransa’dan Arnaud Desplechin da favoriler listesinde. Şu anda görmeyi herkese tavsiye ettiği film ise Alain Gomis’in Gümüş Ayı ödüllü “Félicité”si.

Elif Uluengin’in çalıştığı uzun metrajlı filmlerden “Prejudice – Önyargı“nın fragmanı:

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-30 07:46:22