A password will be e-mailed to you.

 

Raskol’un Baltası yayınevinden çıkan editörlüğünü Burak Fidan ve Burak Acar’ın, çekici tasarımını Ömer Ozan Erdoğan’ın yaptığı Emrah Altınok’un fotoğraflarını çektiği Behçet Safa’dan Ferit Edgü’ye Sanat Kaç Para kitabını Ferit Edgü hazırladı. Kitap, Ferit Edgü’ye mektup biçiminde gönderilmiş resimlerden, notlardan, ‘zeleştiri’lerden; bir tür “resimli sanat tiyatrosu”ndan oluşuyor. Haftanın kitabı olarak seçtiğimiz yayını, kitabın editörlerinden Burak Fidan’ın duyarlı önsöz yazısıyla daha iyi kavramayı amaçlıyoruz.

 

Behçet Safa, 5 Aralık 2018 günü, İtalya’nın Toscano bölgesindeki Elba adasında, anarşistlerin kurduğu bir köy olan Capolivery’de, 84 yaşında dünyaya gözlerini kapadı. 40 yılı aşkın süredir burada, bir zamanlar eski bir şarap mahzeni olan atölyesinde yaşıyordu. Atölyenin siyah demir döküm kapısında, İtalyanca, Dante’nin Cehennem’inden şu dizeler yer alıyordu: “Bu kapıdan içeri giren, tüm ümitlerini dışarıda bıraksın.” Bu kapının ardında yalnızca bir sanatçı atölyesi yoktu. Burada, bir sanatçının yaşamının sonuna kadar cesaretle götürdüğü bir yaşama biçimi vardı.

Safa, 1934’te İstanbul’da doğdu. Gazeteci İlhami Safa’nın oğluydu. Annesi 2 yaşındayken evi terk edip Fransa’ya moda öğrenmeye kaçmıştı. Amcası, politik olarak karşısında durduğu, hiçbir zaman anlaşamadığı ünlü yazar Peyami Safa’ydı. 16 yaşında babasını kaybetti. Liseden sonra güzel Sanatlar Akademisi’ne başladı. Akademi sonrası çok kısa süren bir evlilik yaşadı. Bir süre İstanbul’da dekoratörlük yaptı. Sonra, ver elini Paris. Yıl, 1959.

Safa, 1967 yılına kadar Paris’te yaşayacaktır. Paris, birçok sanatçıda olduğu gibi, Safa için de gerçek değerini görebileceği, kendi yolunu bulabileceği bir sanatçılar kentiydi. Paris’teki ilk yıllarında, dönemin usta sanatçılarıyla tanışacağı Atalier de Partice ve Atalier de Pons’ta taşbaskı sanatçısı olarak çalıştı. Abidin Dino, Fikret Muallâ, Cihat Burak, Leon Golup, Nancy Spero ve Marcel Marceau ile yakın dostluklar kurdu. 1961’de, Salon des Realités Nouvelles’e, 1963’te Fransa’yı temsilen III. Paris Bienali‘ne katıldı. İlk kişisel sergisini, Paris’te, Marie Jacquiline Dumay galerisinde açtı. Safa’nın resimleri 1963’ten sonra çeşitli Avrupa kentlerinde (Stockholm, Brüksel, Viyana ve Roma) sergilendi.

“Her şeyin karşısındayım” diyordu…. “Kendimin bile”

Safa’nın Paris yılları, deyim yerindeyse fırtına gibi geçmiştir. Abidin Dino, bir gün Hollanda’dan, bir gün Amerika’dan, başka bir gün dünyanın herhangi bir yerinden telefon açıp tanıştığı insanları, gördüğü resimleri heyecanla anlatan, dost canlısı, serüven tutkunu, koltuğunun altındaki resim dosyasıyla seyyah gibi dolaşan Safa’nın hayatından kesitler verdiği yazısında, onun kişiliğindeki cesaretin altını çiziyordu. Cesaret? Yelkenini, tutkunu olduğu yaşamın rüzgarlarına açmış bir cesaret. Koşullar ne olursa olsun, kürekleri elden bırakmayan bir cesaret. Safa’nın bu cesareti, ilk gençlik yıllarında edindiği anarşist tavırla birlikte, onu, sürekli eylem içinde tutan bir “karşı yaşam”ın sanatçısı yapacaktır. Her türlü baskıya karşı bir yaşam. Paraya, mülkiyete karşı bir yaşam. “Her şeyin karşısındayım” diyordu. “Kendimin bile.” Bu karşı yaşam, sonunda resmine, resmin mülkiyetine karşı edinilmiş bir tavra da dönüşecektir.

Bu resmin okura göre sola düşen sayfanın son paragrafı şöyle başlıyor: “Entel eleştirmen yani çok okumuş çok bilen akıl hocası. Gömleği giysileri en gözde kumaşlardan… utanmadan şehvet tanrıçasına “hanımefendi” diyor…” s.36-38

Sanatçıların, tüm insanlar gibi biyolojik yaşamları doğumla başlar ama onları sanatçı yapan, başka, bir ya da birden fazla doğumları olabilir. Behçet Safa’nın yaşamında, onun sanatını da kökten etkileyecek olan benzer bir doğum, Elba Adası’nda, 1967 yılının yaz ayında gerçekleşmişti. Safa, o sıralar kişisel sergisi için Roma’daydı. Napolyon’un sürgün edildiği bu adayı duymuş, bir süre adada yaşamak için adanın Capolivery köyüne gelmişti. Kaldığı otelin sahibi etraf kirlenir diye resim yapmasına izin vermeyince, otelin hemen karşısındaki mahzenin sahibi kasap Franco’ya gitmiş, bir süre daha adada yaşayabilmek için ucuz bir yer sormuştu. Safa o gün, hayatı boyunca ondan desteğini esirgemeyecek bu Akdenizli kasaptan yardım isterken, İtalyanca “bir süre” sözcüğü ile “bir ömür boyu” sözcüğünü karıştırmasaydı, belki de Franco Ambrogi, bu gezgin sanatçıya, “ömür boyu” kalabilmesi için eski şarap mahzenini vermeyecek, Safa da, bu mahzenin tabanını elleriyle kazıyıp temizlemeyecek, kendine atölyenin içinde; tuvaleti, küveti, mutfağı, yatağıyla sökülüp taşınabilir bir yaşam alanı inşa edip Paris’teki atölyesini adaya taşımayacaktı. Dolayısıyla, elinizde tuttuğunuz bu kitabın yazılma nedenlerinden biri olan, “ressamın kartonla buluşması” da gerçekleşmeyecekti.

Safa, tası tarağı toplayıp Elba’ya yerleşince, adalılar, her şeyi bırakıp aralarına katılan bu Türk ressamı hemen kucaklayıverdiler. Öyle ki, onlarla birlikte balığa çıkıp ağ atan, üzüm bağlarında çalışan, bir kasa balıkla manavdan, bir kefe üzümle marketten, değiş tokuş usulüyle alışveriş yapan bu ressamı, özel bir yerel yönetim izniyle “kendilerinden” yaptılar. Safa’nın bu yeni yaşamı, elbette, kişiliğinden ayrılmayan resmine de yeni bir yön verecekti. Artık dünyanın kurtarılmış bir bölgesinde, Akdeniz’in tüm güzelliklerinin içinde, hayatını elleriyle kazanan, samimi, yardımsever, iyi insanların arasında yaşıyor; dünyaya, dünyanın “tehlikelerine” bu adadaki yaşamın içinden bakıyordu. Peki, neydi bu adadan bakıldığında görülen dünyanın tehlikeleri? Politik çıkar çatışmalarıyla savaş tehditleri, kimyasal silahlar, kirlenen doğa, endüstri atıkları. Yani dünyaya baktığında, açgözlü, hırslarının esiri, kendi türünün yok edicisi insanlığın çağdaş portresini görüyordu Safa. Artık yerkürenin tehlikeleri karşısında “rengarenk karabasanlarım” dediği resimlerini, kumsallara vurmuş mazot atıklarından oluşturduğu boyalarla gerçekleştiriyor, adanın sokaklarında sergiliyordu.

İtalyanca “bir süre” sözcüğü ile “bir ömür boyu” sözcüğünü karıştırmasaydı, belki de Franco Ambrogi, bu gezgin sanatçıya, “ömür boyu” kalabilmesi için eski şarap mahzenini vermeyecekti…

Safa, bu adada yaşayıp resim yapmanın bedelinin ne olduğunu elbette biliyordu. Hayatını kazanacağı düzeyde resim satamamak, sanat pazarından uzak kalmak. Resim satma uğraşından, ister istemez vazgeçmişti ama bu beraberinde başka bir sorunu da getiriyordu:
Resim yapabilmek için, satın alması gereken malzeme sorununu…

İşte, bu kitapta da okuyacağınız üzere, soğuk bir kış günü, atölyesinde sigarasız, ekmeksiz, zeytinsiz kalmış “açlık sanatçısı” Safa, Elba’da, köylülerin kurduğu akşam pazarında dolaşırken, işlevi bitince çöpe atılmış “uygarlığın karton ambalajları”na rastlar. Onları alıp atölyesine götürür ve kurumaya yüz tutmuş boya fırçasını üzerlerine sürmeye başlar. Bu, Sanattaki Adalet Meleği’nin, ressama bir lütfu ya da cezasıdır, artık sarmaş dolaş, bir ömür beraber yaşayacaklardır.

Neden çöp, neden karton ve atık?

Kendini topluma satmayan, iş gücünden faydalanamadığımız, işe yaramayan, düşünen insanı atıklaştıran bu dünyada, artık işe yaramayan atık kartonlarla yapılan iş birliği, Safa için bir çıkış yoluydu. Bu yola onu Tüketim Toplumu zorlamıştı. Karton, bu karşılaşmadan sonra, Safa için bir resim malzemesinin ötesine geçip “resimle eşdeğer” bir üretime dönüşecektir.

Atölyenin tam ortasında, karton çerçeveli resimlerden, karton erotik heykellerden, karton kutular ve plakalardan oluşmuş bir yığın vardı.

Ferit Edgü, bundan birkaç yıl önce, Safa’nın mektuplarından oluşan bir dosyayı önüme bırakmıştı. Bu dosya, siyah karton bir saklama kutusunun içindeydi. Kutunun üzerinde Safa’nın imzasıyla birlikte Elba yazan bir adres ve küçük bir not vardı:

“Hezeyanları gören: Safa
Okunur düşünülür hale getiren: Ferit Edgü”
Sen evet dersen oldu bu iş!”

Mektupları hemen okuyup çok heyecanlanmıştım. O güne değin, bu çok genç, korkusuz, alay dolu, hem resim sanatıyla hem de tüm sanat pazarıyla çatışan metnin ressamının çok az kişi tarafından bilinen yaşam öyküsünü Ferit Edgü’den dinlemiştim. Tanrıya şükür şansım var ki, Edgü ile Safa’nın bir-iki telefon konuşmasına da tanık olmuştum. Bu konuşmalar çok kısa ama bilgelik, neşe ve humor dolu olurdu.

Safa ile Ferit Edgü’nün dostlukları akademi yıllarında başlamış, Paris’te de devam etmişti. Sonrası… Sonrası, Safa’nın manifestosu olarak da okunabilecek bu metnin satır aralarında gizlidir.

Gel zaman git zaman… Bu kitabın taslağını Safa’ya göstermek ve yayın iznini almak için, Elba’ya doğru eşim Elvina’yla birlikte yola çıkıp Safa’nın atölyesine vardık. Burası bir atölyeden çok bir resim mabedine benziyordu. (Daha çok da erotik bir mabede.) Atölyenin tam ortasında, karton çerçeveli resimlerden, karton erotik heykellerden, karton kutular ve plakalardan oluşmuş bir yığın vardı. Tavandan aşağıya, kalın gemici halatlarıyla bağlı, üzerleri örümcek ağlarıyla kaplı büyük tablolar sarkıyordu. Bu yığına yaslanmış irili ufaklı resimlerin içinde Safa’nın rengarenk yaratıkları, korkunç komik canavarımsıları, şehvetten kendini yitirmiş kadınları, tuhaf kimyasal savaş başlıkları görünüyordu. Elimde tuttuğum, birazdan Safa’ya sunacağım kitap, o an, bu fantastik atölyenin içinde tüm kurgusallığını yitirmiş, Safa’nın yaşamının ve sanatının gerçekliğiyle örtüşmüştü.

“Hatıralar,” diyordu, “parayı hatıralara yatırırsan kaybetmezsin”

Safa, biraz ilerimizde, cılız bir ampul ışığının altında karşıladı bizi. Önündeki küçük masanın üzerinde türlü İtalyan mezeleri, yanında bir şişe Uzo vardı. Masanın tek sandalyesindeyse, gerçek boyutlarında, kartondan yapılmış fotoğraflı Ferit Edgü maketi oturuyordu. Biraz merak biraz kuşkuyla bize bakıyordu Safa.

“Anacığım, siz ya delisiniz ya da zengin. Gelin oturun şöyle. Bu kadar yol, değer miydi gelmeye?”

Safa ile atölyede bir hafta geçirdik. Atölyeden sadece uyumak için ayrılıyorduk. Ben, elimi rastgele atıp herhangi bir yerden bulduğum eserleri ona gösterip sanatıyla ilgili bilgiler almak isterken, o hiç aldırmıyor; Elvina’ya, âşık olduğu kadınları, Picasso’ların, Giacometti’lerin, Yves Klein’ların Paris’ini, Cihat Burak’ı, Abidin Dino’yu, Fikret Mualla ile beraber Alp dağlarının yamacındaki Reillannes köyünde geçirdiği günleri, İlhan Koman’la yaptığı tekne turlarını, Roma’da Koray Ariş’le birlikte sürttüğü sokakları, adayı, adalıları, balıkçı Pablo’yu, aşçı Andrea’yı, türlü serseriliklerini anlatıyordu. “Hatıralar,” diyordu, “parayı hatıralara yatırırsan kaybetmezsin.” Günler hızla, Safa’nın hatıralarıyla gelip geçti.

Onun sanatı ve yaşamı, bu dünyanın içinde fantastik bir isyan barındırıyor. Biz, her gün saldırısına uğradığımız bu dünyanın içinde çırpınırken, Safa, yaşadığı bu atölyeyi, bir tür delilik, başka tür bir cesaretle, sanki başka bir dünyanın mümkün olabileceğini kanıtlarcasına, bir yaşama alanına dönüştürmüştü.

Adadan ayrılma vakti gelip de vedalaşırken, İstanbul’daki yaşamın zorluğundan şikayet ederek “İşte gidiyoruz Safa” dedik. “Bakalım bizim kavgamız nereye kadar?”
Hemen bileklerimden tutup havaya kaldırdı. “Öyle deme” dedi.
“Sonuna kadar, sonuna kadar!”

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-01 00:10:35