A password will be e-mailed to you.

İrem Tok’un üçüncü kişisel sergisi “Close Up” 6 Eylül-13 Ekim arası Pilot Galeri’de ziyarete açıldı. Sergi, sistematik bilginin kaynağı sayılan ansiklopedilerle öznel olarak deneyimlenen bilginin ilişkisi etrafında şekilleniyor. Sanatçı, mikroskopu aracılığıyla dahil olduğu mikro canlıların dünyasına izleyiciyi yakından bakmaya davet ediyor. İrem Tok’un atölyesindeki çalışma ortamını da görebildiğimiz sergide, ansiklopedilerden kesip biriktirdiği görselleri, buluntu ölü hayvanları, robot bir kolun yaptığı eskizleri, üç senedir yaşattığı akvaryumunu, ansiklopedilerin içine kurduğu ‘büyülü’ dünyayı ve hatta buzdolabının üzerine astığı eskizleri görme fırsatı buluyoruz. “Close Up” vesilesiyle İrem Tok ile hem sergiyle ilgili hem de kişisel paylaşımlarında görüp büyülendiğim mikro dünyayı, Japonya günlerini, hayallerini ve alternatif yaşam senaryolarını konuştuğumuz güzel bir sohbet oldu.

 

“Close Up” üçüncü kişisel serginiz. Sergide çalışma sürecinize dair pek çok referans görüyoruz. Hatta atölyenizin bir kısmını sergiye dahil etmişsiniz. Bu süreçten ve sergiden bahsedebilir misiniz?

Uzun süredir kitaplarla ve farklı pek çok malzemeyle çalışıyor; ansiklopedileri kullanarak heykeller yapıyorum. Bu sergide ise ansiklopedileri sadece bir nesne olarak değil içeriğindeki görselleri de dahil ederek kullandım. Nelerden etkilendiğimi, nasıl çalıştığımı gösterme isteğiyle atölyemi de sergiye dahil ettim; sergide son dönemde araştırmalarımda yoğun olarak kullandığım mikroskopumu görebilir, müze akvaryumumdan aldığınız yosun ve su örneklerini, içinde yaşayan mikro canlıları benimle birlikte inceleyebilirsiniz. Buzdolabının üzerine astığım çizimler, yıllardır ansiklopedileri keserken biriken parçalar, likenli kayalar, Japonya’da ormanda bulduğum ölü hayvanlar, seri diye başlayıp bıraktığım resimler… Çalışma masalarım dahi burada olduğu için mümkün olduğunca sergi alanındayım ve dolayısıyla izleyiciyle de iletişim halinde olmaya çalışıyorum. 2016 yılında yaptığım “Silinen Şiirler Defteri” isimli işimi sergideki atölyemde görebilirsiniz. Karşı duvardaki büyük siyah beyaz enstelasyonu da yine bu defterden seçtiğim bölümlerden oluşturdum. Ansiklopedik görsellere kendi şiirsel metinlerimi yazdığım bir defter bu.

 

Sergi genelinde yoğun olarak likenlerle çalıştığınızı görüyoruz. Likenlerle çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Geçen seneki fuarda yine kitap heykellerimden başka bir seriyi göstermiştim. İçinde de likenler vardı ama kullandığım malzemenin çok farkında değildim; yosun zannediyordum. Fuarda Marmara Üniversitesi Biyoloji bölümünden likanolog Prof. Dr. Gülşah Çobanoğlu sergiyi gezmiş liken kullanan bir sanatçıyla karşılaştığı için şaşırmış ve iletişim bilgilerini bırakmış. Liken ve sanat aşkı olan bilgiyi paylaşmayı çok seven bir insandır. Ben o sırada Japonya’da misafir sanatçı programındaydım. Hemen iletişime geçtim ve yazışmaya başladık. Fotoğraflar gönderdim oda bana likenlerin ve yolladığım bitkilerin türlerini söyledi. Japonya’dan dönünce buluştuk ve çok güzel bir diyalog kurduk.

Daha sonra derslerine girmeye başladım. Bir sene boyunca liken derslerine girdim. Hatta çocukların ve öğrencilerin biyolojiye olan ilgisini arttırmaya yönelik ortak projeler yaptık; içinde benim minik figürlerimin de olduğu bir liken dolabı oluşturduk. Aslında yosunla ya da mantarlarla karıştırılan bir canlı da olduğu için liken farkındalığı yaratmak istedik. Bu süreçten sonra likenler üzerine çalışmaya başladım. Doğada bazı şeyler çok benzer olsa da ince detaylarla bambaşka şeylere dönüşebiliyor. Mesela liken yarı mantar yarı alg olan simbiyotik bir organizma.

 

Simbiyotik ne demek?

Likenler üzerinden anlatacak olursam, alg ve mantar doğa da iki ayrı tür ama bir araya geldiklerinde bambaşka bir tür oluşturuyorlar. Birleşimleri doğada hayatta kalma fonksiyonlarını güçlendiriyor. Bir bakıma birbirleriyle kenetleniyorlar ama yeni bir tür meydana getirmiş oluyorlar. Bunlara simbiyotik organizmalar deniyor. Simbiyozların şöyle ilginç bir yanı var ki çoğunlukla bir taraf bir tarafı kölesi gibi kullanabiliyor yani baskın olabiliyor ama likenlerde daha eşit bir durum görüyoruz. İkisi içinde faydalı bir ortaklık kuruyorlar.

Yaşamın mı yoksa tarihin mi korunması daha önemli?

Likenler sanatınızla nasıl ilişkileniyor?

Likenler doğada ağaç kabuklarına ve kayalara tutunarak yaşıyor bu sayede kayaları ufalamaya başlayarak toprak oluşumunu sağlıyorlar. Doğa için çok önemli bir şey, besin zincirinde de önemli bir yeri var ancak bu canlılar heykellere tutunduklarında heykelleri aşındırabiliyorlar. Aslında bir tür silme işlemi diyebiliriz. Hatta Marmara Üniversitesi’ne gittiğim dönem Japon bilim insanları bir konferans vermek üzere üniversiteye gelmişlerdi. Bir tanesi heykelleri ve diğer tarihi yapıları likenlerden nasıl koruyabilecekleri üzerine çalışıyordu. Likenleri yiyen bir tür mantar varmış eğer heykelleri bu mantarın kültürüyle sıvarsak likenlerden kurtulabileceğimizi söylüyordu.

Burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Canlı bir organizmanın yaşamı mı yoksa tarihi bir yapının korunması mı daha önemli? Bir tarafıyla likenleri böyle bir amaçla yok etmek soykırım gibi bir şey oluyor. Bir de bahsettiğimiz alg-mantar birleşiminin nasıl gerçekleştiği ve üçüncü bir tür olarak likeni oluşturma süreci hala bilinmiyor. Orada da ayrı bir enteresanlık var. “Silinen Şiir Defteri”nin duvardaki enstelasyonundaki heykeller ve koridorda yer alan heykel çizimlerinin üzerinde gördüğümüz likenler buradan etkilenerek oluşturduğum eserler.

 

Sergide mikroskopla görünür kıldığınız diğer canlıları da görebiliyoruz. Bir de akvaryumunuz var. Mikroskopla nasıl tanıştığınızdan ve özellikle bu canlıların dahil olduğu eserlerden bahsedebilir miyiz?

Biyoloji derslerine gittiğim sıralar laboratuvar da çalışırken mikroskopla tanıştım ve çok hoşuma gitti. Kendime bir mikroskop alıp evde çalışmaya devam ettim. Sergide gördüğünüz üzere içinde farklı farklı ortamlar oluşturduğum bir akvaryumum vardı; içinde su bitkileri ve kiraz karides besliyordum. Mikroskop alınca akvaryumda ve çevremde bulabildiğim su örneklerini incelemeye başladım ve farkında olmadığımız bambaşka bir dünya keşfettim. Mesela ekranda gördüğünüz stentor, Türkçe ismiyle Borazan Hayvanı; süs havuzlarında bile rastlayabileceğiniz çok olağan bir canlıdır. Şekli borazana benzediği için onlara bu ismi vermişler; bende sanki onlar bir bandoymuş gibi hayal ederek onlara müzik yaptırdım. Eserin ismi de “Mikro Dünyanın Hüzünlü Bandosu”. 

Bilimkurgu filmlerindeki gibi yeni keşfedilen bir dünya algısı yaratmak istedim ancak zaten yanı başımızda olan bir dünya bu. Burada gördüğünüz laboratuvarı izleyicinin formal bilgi yerine kendi öznel deneyimini yaşamasını istediğim için kurdum. Okuduğumuz bilgiler onları deneyimlediğimiz zaman başka bir hale geliyor. Mesela siz geldiğinizde Yoğurtçu Parkı’ndan aldığım suyu inceliyordum. Normalde boş olduğunu düşündüğünüz bir süs havuzu aslında milyonlarca minik canlının yaşadığı bir evren aslında. Sergi afişinde de yer alan ve aya benzeyen fotoğrafta ise Artvin’deki bir yaylanın tepesindeki erimiş kar sularının oluşturduğu bir gölcükten alınmış su örneğini görüyoruz. İçinde diyatomeler var. Bunlar dünyadaki oksijeni üreten canlılar. Okyanuslarda, göllerde, tatlı ve tuzlu suda yaşayabiliyorlar dünya için çok önemliler. Hatta izlediğim bir belgesel, ölen diyatomelerin kabuklarının denize çökerek deniz kumunu oluşturduğunu ve eskiden okyanus olan Afrika çöllerinden toz fırtınalarıyla Amazon ormanlarına taşınan diyatome kabuğu içeren bu kumun Amazon ormanlarının bu kadar bereketli olmasını sağladığını anlatıyordu.

“Bu kadar uzun yaşadığımız için çok fazla zarar veriyoruz”

Sergiyi izlerken hem farklı yaşam formlarını bir uzaylı gibi incelediğinizi hissettim hem de bu izlenimin bize kıyamet sonrası hissi verdiğini düşündüm. 16. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliği olan “İntergalaktik” sergisindeki çalışmanızda yine böyle bir konu etrafında şekilleniyor. Kıyamet olarak adlandırdığımız bu durumu ve kendinizi mikro canlıları izlerken nasıl konumlandırdığınızı merak ediyorum.

İntergalaktik” sergisi başka bir dünya ihtimalini uzayda aramak üzerineydi. Oradaki çalışmamı da, bir bilim insanının mikro bir dünyayı keşfetmesi üzerine kurguladım. Ama orada dünyayı uzayda değil kendi dünyamızın içinde keşfediyoruz. Özlem duyduğumuz yaşanabilir dünyaları uzakta aramayıp bu dünyanın içinde yaratmak zorundayız. Kıyamet dediğimiz şey insan türünün bir takım olaylar sonucu yok olması ya da azalması gibi bir olay dolayısıyla dediğin his geçerli olabilir. Sergide pek insan yok sadece küçücük figürler olarak görüyoruz. Hatta diğer sergilerde dünyayı deneyimleyen bir özne olarak kendimi görünür halde sergiye dahil ederdim bu sergide kendimi de minicik, diğer böceklerden bile daha küçük olacak şekilde dahil ettim. Aslında kendimle birlikte insan türünü de sembolik olarak insan varlığını da küçük bir şeye çevirmek istedim.

Kendimi nasıl konumlandırdığıma gelirsek şöyle anlatabilirim: Denize şnorkelle girmeyi çok severim. Mikroskopun başına geçtiğimde de şnorkelle denizin üzerinde geziniyormuşum gibi hissediyorum. Bir de farkında olmadan benim dev varlığımın o küçücük canlılara zarar verebilecek olması beni ürkütüyor: Çok küçükler; basabilirsin, yutabilirsin dolayısıyla onlara baktıkça kendimi kaba ve dev bir varlıkmışım gibi hissediyorum. Mesela, Japonya’da gittiğim misafir sanatçı programı şehirden uzak orman içinde bir yerdi. Hatta sergide atölye kısmında gördüğünüz böceklerin bir kısmını oradan toplamıştım. Bütün bu canlılara bakarken insan türünün ne kadar uzun yaşadığını düşündüm çünkü her gün dışarı çıktığımda bir sürü ölü böcek buluyordum. Ağustosta çıktığını bildiğim bir böcek bir ay sonra artık yaşamıyordu. Ölülerini bulabiliyordum. İnsanlar olarak ne kadar uzun yaşadığımızı düşündüm. Hem uzun yaşıyoruz hem büyük ihtimalle bu kadar uzun yaşadığımız için çok fazla zarar veriyoruz.

 

Buradan hareketle size sergi metninde okuduğum bir soruyu direk yöneltmek istiyorum. “Sözcükler taştan güçlü olabilir mi?”

Evet olabilir. Çünkü aslında tarihi de birileri yazıyor. Tüm yazılı tarih ya da sözel tarih, duyulan aktarılan tarih, bizim şu anki yaşantımızı şekillendiriyor. Bütün uygarlık o sözcüklerle, kelimelerle inşa edilmiş ve bizim varlığımızın üzerinde bir taş gibi güçlü olduklarını görebiliyoruz.

“Kamiyama yaşamak istediğim yer”

Sosyal medya paylaşımlarınızda doğayla ilişkinizi, sürekli bir inceleme halinde olduğunuzu görüyoruz. Günlük hayatınızda da büyük bir yeri olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu canlıları evinizde mikroskopla ya da doğanın içinde inceleme yaparken şahit olduğunuz enteresan bir anınız oldu mu?

Japonya’da kaldığım evin bir tarafında ormana giden bir yol vardı. Ben de her gün ormana gidip bir şeyler topluyordum. O yolda, çok fazla fırtına olduğu zaman ağaçlar devriliyordu ve akşamüstü ağaçların uzunluğundan dolayı ekstra karanlık oluyordu. Bir akşamüstü yine ormana yürümeye karar verdim; biraz ürperiyordum ama içimden bir ses ilerlememi söylüyordu. Yürürken çok yakınımda ani bir çığlık duydum. Kulağımın dibinde gibiydi. Korkudan donakaldım derken ileride çalılıkta bir kıpırtı duydum. Yakınımda dev, kocaman bir hayvan vardı. Ya ayı ya da maymun olabileceğini düşündüm. Sonra bana doğru döndüğünde bir baktım ki kocaman boynuzları olan dev bir geyikmiş. Öylece karşı karşıya kaldık.

Beni gördükten sonra kaçtı gitti. Birbirimizden korktuk sanırım. O an onların alanına girmişim gibi hissettim. Sanki başka bir hayvan çığlık atarak geyiğe onların güvenli alanlarına girdiğimi haber verdi gibi geldi. Onları huzursuz etmek hiç hoşuma gitmedi. Bende usul usul geri döndüm… Mikro canlılara gelecek olursam; mikroskopun başına geçtiğim her zaman çok enteresan şeyler görüyorum. Bir kere bir paramesyumu yani terliksi hayvanı bölünürken gördüm.

 

Japonya’nın Kamiyama kasabasında bir misafir sanatçı programına katılmıştınız. Sosyal medyada atölyenizi görmüştüm. Oranın sizi çok etkilediğini düşünüyorum. Japonya günlerinden bahsedebilir miyiz?

Harika bir deneyimdi. Özellikle Kamiyama yaşamak istediğim yer diyebilirim. Japonya’yı zaten çok merak ediyordum. Avrupa değil de Uzak Doğu’ya karşı daha fazla ilgim var. Yaklaşık on sene önce Kamiyama’yı misafir sanatçı programları arasında görüp başvurmuştum fakat olmamıştı. Bir kere başvurduğunuzda da her sene ücretsiz olarak tekrar başvurabiliyorsunuz. Geçen sene yine kitaplarla çalışıyordum ve bir kütüphanede sergi yapmak istiyordum. Orada bir kütüphane var mı diye araştırmaya başladım. Araştırırken Kamiyama’da kütüphane olmadığını ve Hideaki İdetsuki isimli bir Japon sanatçının ormanın içine ‘Hidden Library’ isimli bir kütüphane yaptığını gördüm. Çok hoşuma gitti. Hemen sanatçıya mesaj attım. Kütüphanede bir çalışma gerçekleştirmek istediğimden bahsettim.

Proje şöyleydi: Ormana giriyorsunuz karşınıza bir kütüphane çıkıyor, içinde de Kamiyama’yı ve oradaki hayatı, içinde olduğunuz ormanı gösteren bir kitap var. Bana bu fikir çok sihirli geldi. Böylece yıllar sonra tekrar başvurmaya karar verdim. Daha önce programa katılan kimse kütüphaneyi kullanmak istememiş, bu fikrim çok hoşlarına gitti ve kabul aldım. Orada geçirdiğim süre boyunca her şey beni inanılmaz etkiledi.

“Hem doğa hem insanların doğayla ilişkisi beni büyüledi”

Sizi bu kadar etkileyen neydi?

Hem doğa hem insanların doğayla ilişkisi beni büyüledi. Bu arada oradaki doğa hiç uysal değil ama insanlar fırtınadan iki saat sonra her yeri temizleyip hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edebiliyor. Bu anlamda çalışkan olmaları beni çok etkiledi. Şintoizm, Budizm’den gelen hikayelerden de çok etkilendim. Evimin yakınında iki üç tane tapınak vardı. Oralarda oturmak çok huzurlu hissettiriyordu; çok güzel yapılardı. İçlerinde yosunlu heykellerime benzeyen her yeri likenle kaplı heykeller vardı.

Tapınaklardaki taşlarla yaptıkları küçük heykelcikler, evler, ormanda bir anda mezar taşı ya da bir heykel çıkabiliyor karşınıza mesela… İnsanların doğayla ilişkisi, nezaketleri, her şeye inanılmaz detaylı yaklaşmaları beni büyüledi. Herkesin her şeyi yapma biçimi kendisine has aynı şeyin tekrarlanması değil her şeyin kendine özgü olmasını çok önemsiyorlar. Çok güzel bir iletişimimiz oldu. Sergi mekanı bakarken kullanılmayan çok eski bir sake fabrikasına gitmiştik. Orayı da çok sevmiştim. Eski tahta duvarlarda fabrikanın sahibinin çocuklarının boylarını yazdığı izler duruyordu. Her şeyi koruyorlar.

 

Nasıl çalışmalar yaptınız orada?

Sake fabrikasını gördükten sonra orada sergi yapmak istediğimi söyledim. Kitaplarla çalışmak istedim. Çünkü orada çalışırken herkes bana kitap getiriyordu. Kendim de ormana çıkıp malzeme toplayabiliyordum. Ayrıca seramikte yapmak istedim. Orada seramik atölyesi olup olmadığını sordum. Dağın tepesinde yaşayan bir çift vardı. Geleneksel türde hediyelik minik figürler, çok güzel fincan ve tabaklar yapıyorlardı. Arabayla 40 dakika gidilerek ulaşılabilen dağın tepesinde bir yerde yaşıyorlardı. Her gittiğimizde karşımıza geyik, maymun gibi hayvanlar çıkıyordu. Çok güzel bir yerdi. Proje yapacağım için oradaki atölyeye beni götürüp getirmeye başladılar. Birkaç ay birlikte çalıştık. Ortak bir proje olarak on tane taşa benzer form yaptık. Orada ormanda bırakılan heykeller vardı bizde yaptıklarımızı ormanda birkaç yere gizledik. Ormana hediye ettik diyebiliriz.

Heian No Mori yani “Barışçıl Orman” isimli sergime de adını veren bir iş yaptım. Bir kağıt fabrikasına gidip kendi kağıtlarımı yaptım. İçinde doğal materyaller kullandım. Kaldığım yerde çok fazla pirinç tarlası vardı, pirinç saplarını, ormandan topladığım ağustos böceklerinin kanatlarını kullanarak kağıtlar yaptım. Topladığım doğal materyali kullandığım kağıtları ve suluboya resimleri sergilerken kırılganlıklarını göstermek adına pirinç başaklarına astım. Kamiyama’nın fırtınayla ilişkisi üzerine bir suluboya serisi yaptım. Aralarından rüzgar geçebilmesi için onları parçalara bölerek astım. Orada geçirdiğim üç ay benim için inanılmazdı. Bütün bu sürecin sonunda hem kütüphaneye bir iş bıraktım hem de ormana ve sake fabrikasında da kişisel sergi yapacak kadar iş üretmiş oldum.

“Doğadan gelecek her şeyi kabul etmeyi öğrendim”

Sert doğa koşullarına sahip bir yer olduğunu söylediniz. Sizi korkutan şeyler olmuyor muydu?

Fırtınadan biraz korkuyordum ama karşıma yılan çıktığında onu ürküteceğim diye korkuyordum. Aslında orada ölüm korkusunu yeniyor insan, sabahları fırtınadan ya da başka bir sebepten ölmüş bir sürü hayvanla karşılaşıyorsun, benim ne farkım var ki öleceğim elbette diyerek ölümle de barışıyorsun… Bir de şöyle ki orada fırtınalar olsa da internet, elektrik hiç gitmiyor. Doğayla tam olarak uyumlu bir şekilde yaşıyorlar. Bu da size güvende hissettiriyor. Buradan gittiğim ilk zamanlar, sürekli fırtınaları takip ediyordum. Oradakilere de sürekli sorular soruyordum. Fırtına gelince ne oluyor, çatı uçuyor mu ? diye. En son Japon bir arkadaşım, burada çok depremler, fırtınalar olur biz doğanın getirdiği her şeyi kabul ediyoruz ama sen şuan direniyorsun halbuki direnmediğin, kabul ettiğin zaman rahatlayacaksın demişti. Onların bakış açısı bana direnmemeyi doğadan gelecek her şeyi kabul etmeyi öğretti.

 

Mikro canlılara geri dönelim istiyorum. Sosyal medyada Vorticella diye bir canlıyı paylaşmışsınız. En çok sevdiğiniz canlıymış. Sizin için nasıl bir özelliği var?

Vorticella yosunlara tutunarak yaşayan bir canlı, çok narin gözüküyor. Akvaryumumdaki yosunları mikroskopla incelerken bu canlıları fark ettim. Yosunların üzerinde öyle bir canlı yaşayacağı aklımın ucundan geçmezdi. Mikroskopla bakarken cama dokunduğun zaman bile hemen içeri çekilen bir canlıdır. Dokunmayı bıraktığında da yavaş yavaş geri çıkar. Akvaryumun içinde bir vorticella kolonisi var. Sergide mikroskopla görebilirsiniz. Türkçede çan hayvanı olarak geçiyor. 

 

Doğayla ve farklı yaşam formlarıyla oldukça ilgilenen bir sanatçısınız. Yaşamın başlangıcıyla ilgili size özgü bir düşünce, bir hikayeniz var mı merak ettim.

Evet var. Bütün bu süreç akvaryum kurmak gibi baştan kurgulanmış gibi geliyor. Akvaryum kurduğunuzda önce altına çakılları döşersiniz sonra ekeceğiniz bitki için verimlilik ve besleyicilik sağlayan kumlardan eklersiniz sonra bakteri üretimini sağlayan bir sıvı damlatırsınız ki içine koyduğunuz canlılar yaşasın… Önce bakterilerle onun yaşayacağı alanı oluşturup sonra canlıyı koyarsınız yani musluk suyunda yaşayamaz. Yaşadığımız evrende bana bir tür akvaryum gibi geliyor. Biz de akvaryum hayvanları gibiyiz. Sanki bizi bir şey üretiyor.

Yaşadığımız dünyayı da petri kabı gibi düşünüyorum. Tanrısal bir şeye bağlamıyorum ama çok daha kendiliğinden gelişen bir süreç sanki ve birileri dönüşümümüzü izliyor gibi geliyor. Yaratılışçı görüşe katılmıyorum; bizden daha mükemmel canlılar var. Evrim her tür için aynı işliyor. Bir sürü hayvan yok olurken kalanlar daha dayanıklı hale geliyor. İnsan için durum kötü çünkü dayanıksızlaşıyor fakat daha dayanıklı canlı türlerinin geleceğine inanıyorum. 

“İnsanın hükmetmediği bir dünya isterdim”

 

Son olarak, bilgiye hükmedebildiğiniz ütopik bir dünya sizin için nasıl olurdu?

İnsanın hükmetmediği bir dünya isterdim. “Arcturus’a Yolculuk” diye bir kitap var. Tormance gezegenine giden bir karakter var. Oraya gittiği zaman çeşitli uzuvları çıkıyor ve dokunduğu her şeyin bilgisine erişebiliyor. Bir meyveye dokununca onun özünü görebiliyor mesela. Bende dokunduğum her şeyin özünü görebilmeyi isterdim. Bir bakıma mikroskopa bir uzuv olarak kendiliğimden sahip olabilmek ve o deneyimi kendi bedenim üzerinden yaşamak çok güzel olurdu.

 

İLGİLİ HABERLER

‘Öğrenilmiş Çaresizlik’ Üzerine

Katmanlara Açılmak: Videoist

Daha fazla yazı yok
2024-05-01 23:19:24