Antidemokratik uygulamaların, hukuksuzlukların ve grev yasaklarının gölgesinde 2025 1 Mayıs’ını karşılıyoruz. Yalnızca siyasi baskılarla, yasaklarla ve tutuklamalarla örülü karanlık bir tablo yok karşımızda; Beyazıt’ta barikatları aşan öğrencilerin cüretkâr umudu da bu tabloya dâhil. Farklı kuşaklardan olsak da; 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın sembolik anlamı hepimiz için çok kuvvetli. 1977 1 Mayıs’ına dair görseller, tüm protezliğine rağmen hafızamızda yerini koruyor. Tanık olduğumuz ‘tarihi 1 Mayıs’lar da var: Taksim 2010, 2011, 2012. Geçmişle bugünü buluşturduğumuz bir tarih olarak 1 Mayıs; emeğin haklarını da emek sömürüsünü tekrar tekrar gündeme getirmemizi sağlıyor. Diğer pek çok alanda olduğu gibi, kültür alanında üretim yapan emekçiler açısından da manzara hiç iç açıcı değil. Bu nedenle, kültür-sanat ekosistemindeki güvencesizliği ve bu alanı ayakta tutan prekarya emeğini ısrarla ve her fırsatta dile getirmemiz gerekiyor. Ve sadece 1 Mayıs’larda da değil!
Politik-sınıfsal-estetik saflaşmalar bazı alanlarda çok net bir biçimde ayırt edilebilirken, bazı anlarda ve alanlarda bu netlik bulanıklaşabiliyor. Kültür-sanat alanında emek eksenli saflaşmanın yine yeniden belirginleşmesi için, öncelikle bu alanda çalışan freelance emeğin statüsüne dair tereddütleri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu nedenle söze, kültür-sanat alanında freelance çalışan emekçilerin nasıl sömürüldükleriyle başlamalı. Birçok kültür kurumu, galeri, kültür merkezi, müze, yayınevi esnek ve güvencesiz çalışma modellerini kurumsal pratiklerinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş durumdalar. Bunu sağlamak için freelance anlaşmalar yaparak hem faaliyetlerinin maliyetini düşürüyorlar hem de çalışanların sosyal haklarıyla ilgili yükümlülüklerden sıyrılıyorlar. 2019 yılında Londra Merkez İstihdam Mahkemesi, 200 yılı aşkın bir geçmişi olan National Gallery’nin 27 eğitmeniyle ilgili önemli bir karara imza attı. Mahkemenin galeri bünyesinde “freelance” olarak çalışan eğitmenleri “işçi” olarak tanımlaması, emek sömürüsünü perdelemek isteyen prestijli-dev kültür kurumları karşısında emekçilerin lehine alınmış emsal nitelikli kararlardan biriydi.

16 Nisan 2025, Guggenheim Fotoğraf: Isa Farfan
Mahkeme; sadece sözleşme metinlerine değil, işin fiilen yürütülüş biçimine, o iş ilişkisinin sürekliliğine, yoğunluğuna bakarak kararını verdi. Bu karar, neoliberal sistemde freelance çalışmanın kültür kurumlarınca nasıl manipülatif bir biçimde kullanıldığını da görünür kılmaktaydı. Bu kararın Türkiye’de bir yaptırım gücü olduğundan. söz edemeyiz. Ancak kültür-sanat alanını hak temelli bir perspektif etrafında yeniden ele alırken, bu karar karşımızdaki kurumların devasa büyüklüklerinden ya da sahip oldukları networkten daha güçlü olduğumuzu düşünmeye cesaretlendiriyor. Çalışanların emeğini gasp etmek için “kanuna karşı hile” yoluna başvuran kurumlar, şeklen yasal çerçevelere uymuş gibi gözükseler de açıkça hak ihlallerine yol açıyorlar. Çeşitli taktiklerle ve hilelerle kültür alanındaki prekaryal emeğin hakları görünmez kılınırken, alandaki emekçiler çalıştıkları kurumlarda ayrımcılığın farklı türlerine maruz kalabiliyor.
İtalyan otonomistlerden Maurizio Lazzarato, maddi olmayan emeği tarif ederken, bu emeğin yalnızca meta değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişki ve sermaye ilişkisi ürettiğini vurgular. Lazzarato’ya göre, üretimle tüketim arasındaki ilişkiyi belirleyen bir “ara yüzey rolü” oynayan maddi olmayan emeğin hammaddesi öznelliklerdir. Bu öznellik, üretimin asli unsurlarından biri haline gelirken her defasında yeniden müzakereye açılır, sunulur, görünürleştirilir. Sürekli daha iyisini yapma, daha yaratıcı olma, daha çok tercih edilme, creative beceriler elde etme, kendini kanıtlama baskısı tam da bu öznelliğin kuşatılışının sonuçlarıdır… İspanyol sanatçı Santiago Sierra’nın 2004 tarihli 111 Konstruktionen mit 10 Elementen und 10 Arbeitern isimli çalışması, neoliberal üretim sürecinin görünmezleştirdiği ve isimsizleştirdiği emeği provokatif biçimlerle izleyiciye sunmaktaydı. Sierra’nın performansı, maddi emeğin metalaşmasına kavramsal bir eleştiri içerirken; aynı zamanda günümüz sınıf kompozisyonun ardında topyekün yer alan prekariteyi de düşünmeye davet eder. Sürekli yer değiştirmeye zorlanan, ama bunun yanında kolayca vazgeçilebilen, isimsizleşmiş kırılgan-güvencesiz emek…

2019, Marciano Art Foundation Fotoğraf: Genaro Molina
Kültür emekçileri arasında rekabeti körükleyen ve enerjiyi içeriye doğru kanalize eden sebep de yine kültür alanının teşvik ettiği prekarlaşma.. Bu noktada belki de asıl soru, maddi olmayan emeğin hammaddesi olarak tanımlanan öznellikten rekabeti değil, dayanışmayı ve ortak mücadeleyi çıkarmanın yollarını bulmakla ilgilidir. Asıl mesele: Kolektif öznellik biçimlerini ve dayanışma ağlarını geliştirmek, kolektivitenin tanınacağı modeller üzerine kafa yormak, ortak talepler oluşturmaktır. Yani belki de sorular şunlar: Yaratıcı potansiyelin üreteceği söz ve politika repertuarı; nasıl örgütlenir, nasıl yaygınlaşır, nasıl olur da kendi yaratıcı imkanlarıyla yankı odalarını aşar?
Güvencesizlik ya da prekarite her alanda aynı şekilde tecrübe edilmese de milyonlarca insanı ortak bir duygunun etrafında geleceksizlikle karşı karşıya bırakıyor. Özellikle gençler en sert ve hoyrat haliyle “çalışma acısı”nı deneyimliyorlar: Mobbing, aşağılanma, maaşların tam ve zamanında ödenmemesi, prim haklarından mahrum bırakılma, görev tanımlarındaki belirsizlik, mesai saatleri dışında gelen talepler, bu taleplere sürekli uyum sağlamaya zorlanma… İzin günlerinde dahi çalıştırılmak sıradanlaşabiliyor. Tüm bu örnekler, kültür alanında istisna değil; bilakis oldukça yaygın. Örneğin izleyici ya da sanatçı olarak katıldığımız fuarlar, etkinlikler ve lansmanlar bu organizasyonlarda görev alan kültür emekçileri için ağır çalışma koşulları ve karşılıksız emek anlamına gelebiliyor. Özellikle fuar ve bienal dönemlerinde, yoğun mesailerle çalıştırılan gençler, stajyerler, emekçiler emeklerinin karşılığını alamayabiliyor ya da haklarını almaları “eser satmaları” şartına bağlanabiliyor.
Kültür sanat alanında yaşanan emek sömürüsünü sadece bir grup gencin ya da emekçinin sorunu olarak değil, bütün bir alanın ortak sorunu olarak görmek ve sorumluluk almak zorundayız. Gerek bu alanda üretim yapanlar gerekse izleyiciler olarak… Temsiliyet ilişkisi kurduğumuz kurumların emek politikasının şeffaflaşmasını talep etmek, bu kurumların çalışanlarıyla kurduğu ilişkiyi denetlemek gibi gündemlerimiz olabilmeli. Elbette, bu tablo karşısında örgütlenme hatta sendikalaşma eğiliminin ivme kazandığını gördüğümüz örnekler umut verici. Yakın sayılabilecek zamanlarda Guggenheim, Brooklyn, Mass MoCA, Walters Sanat Müzesi gibi kurumlarda çalışanlar, pandeminin de derinleştirdiği tahribata karşı sendikal mücadeleye yöneldiler. Ancak sadece emek örgütlenmeleri değil, işçi karşıtı hareketler de aynı sahada kendisini örgütledi: Chicago Sanat Enstitüsü (AIC) ve Enstitü Okulu (SAIC), sendikalaşma girşimini kırmak için işçi düşmanlığıyla bilinen firmalardan danışmanlık hizmeti almaktan çekinmedi. İşçilere çok görülen paralar, işçi düşmanı kurumlara aktarılabildi. Bu nedenle, sadece hak mücadelesine değil; aynı zamanda işçi düşmanı stratejilere, manipülasyonlara ve kolektif enerjiyi dağıtmayı amaçlayan -ve hammaddeye oynayan- taktiklere karşı da hazırlıklı olmamız gerekiyor.

9 Eylül 2021, Chicago Fotoğraf: Micheal Alexander
Kültür alanının güvencesizliğe dair düşünürken, yine İtalyan otonomist hareketten Paolo Virno’nun “prekaryanın, prekaryadan, prekarya için direniş biçimleri”ne dair açtığı tartışma ilham verici bir zemin sunar. Virno’ya göre, üretimin gücü olan unsurları, yeni bir siyasetin temeli haline getirmek gerekir. Diliyle, kelimeleriyle, imgeleriyle ya da çeşitli creative becerileriyle üretenlerin tüm bu üretimden/yaratımdan gelen güçlerini’ kamusal bir politik güce dönüştürme imkanlarını tartışmaya açmalıyız. Virno, bu mücadelenin “prekaryayı oluşturan insanların hayatlarının her boyutunu, ikamet ettikleri yerleri, boş zamanlarında gittikleri yerleri, iletişim ağlarını da” kapsadığını söyler. O halde kültür alanındaki prekaryanın örgütlenmesini düşünürken Virno’dan hareketle bunu bizzat kültürel hayatın örgütlenmesi olarak görmek gerekir. Kültür ekosistemindeki emekçiler olmadan kültürel hayatın ilerleyebilmesi tartışma konusu bile değil. Aklını, creative fikrini, emeğini ortaya koyanlar sayesinde kültür alanı ayakta kalabiliyor. Bu geniş topluluğun dayanışması, örgütlülüğü, yaratacağı demokratik basınç, üretime de tüketime de nüfus etme potansiyeli; alandaki prekaryal emeğin sesinin duyulmasını, emekçilerin koşullarının demokratikleşmesini, hak ihlallerinin önlenmesini mümkün kılabilir.

1 Mayıs 2015, Guggenheim Fotoğraf: Benjamin Sutton
Hatırlayalım: Bundan 10 yıl önce, 1 Mayıs 2015’te aktivistler ve sanatçılar emekçilerin hakları için Guggenheim’ı işgal ederken, o tarihte sergisi devam eden On Kawara’nın Today serisine kavramsal bir müdahalede bulundular. Kawara’nın serisinden ilhamla hazırlanan ve üzerinde “1 Mayıs 2015” yazan broşürler müzenin en üst katından aşağıya doğru süzülürken seriyi sergilendiği mekanı bir eylem alanına çevirerek tamamlamaktaydılar. Sanatçı Today serisinde belirli tarihleri aynı tarihlere ait gazete küpürleriyle beraber izleyiciye sunarken, her bir tarih minimal estetiğin dilini de kullanarak farklı politik anlara işaret ediyordu. Denklem basit aslında: Üreten-tasarlayan-sunan-tamamlayan-eleştiren biziz! Guggenheim da, başka kurumlar da yalnızca çalışmalarını sergiledikleri sanatçılara, onların kavramsal pratiklerine değil; aynı zamanda Kawara’nın kavramsal estetiğini aktivizmleriyle tamamlayan on binlerce kültür emekçisine de muhtaç!
Yaratımdan/yaratıcılıktan gelen gücümüzle 1 Mayıs Kutlu Olsun!

1 Mayıs 2015, Guggenheim Fotoğraf: Benjamin Sutton
*Kapak Fotoğrafı: Santiago Sierra, 111 Konstruktionen mit 10 Elementen und 10 Arbeitern (Nr. 77, #80/04), 2004