A password will be e-mailed to you.

Sinema yazarları Burak Kaplan ve Murat Tırpan, 4. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali kapsamında Türkiye’ye gelen Hollywood’un en ünlü senaryo gurusu Robert McKee ile konuştular.

Sıradan sinema izleyicisi dediğimiz ve sinemayı sadece bir hafta sonu eğlencesi olarak gören kitlenin bile artık günümüzde hikaye deneyimi çok büyük. Özellikle Amerikan sinemasının hikaye şablonları bu kadar kesinleşmişken ve seyirciler bu hikayelerin kırılma noktalarına ve sürprizlerine bu denli aşinayken hikayeler bugün bizleri nasıl hâlâ kendine inandırmayı başarabiliyorlar?

Hikayeler yaşamın kendisi için üretilmiş metaforlardır ve tüm hikayelerin özünde; yaşam neden ve nasıl değişir soruları yer alır. İnsanların izledikleri ya da dinledikleri hikayelerden bugün hala büyüleniyor olmalarının sebebi de bu sorulardır zaten! İnsan değişimden korkar çünkü; değişim onun varlığı için bir tehdittir. Eğer herşey durağan ve istikrarlı gidiyorsa kendini güvende hisseder. Fakat karşısına aniden bu istikrarını bozacak birşeyler çıkarsa hormonları, duyguları harekete geçer ve bu değişim anı onun düzenini bozar. İnsanlar da bu yüzden hikayeleri önemserler işte. Çünkü hikayeler – hangi mecrayı kullanılarak anlatılırlarsa anlatılsınlar – değişimi irdelerler ve insanlar da onlara bakarak içten içe bir gün onların da başına gelebilecek değişimlere ve onlarla nasıl baş edeceklerine hazırlanmaya çalışırlar.

Kenneth Burke adında, bundan yaklaşık bir asır kadar önce yaşamış çok sevdiğim bir eleştirmen vardır. “Hikayeler yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz araçlardır” der Burke ve ben bu cümlenin bugün hâlâ arkasındayım. Eğer hikayeler olmasaydı, insanlık şimdiye dek günümüzde olduğundan daha acımasız ve medeniyetsiz bir halde olurdu.

Bu söylediklerinizin aksini iddia edenler de var. Hikayenin bir kaçış olduğunu söyleyen hikaye karşıtlarından bahsediyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hikayenin bir kaçış olduğu fikrine kesinlikle katılmıyorum. Ben bunun tam tersine inanıyorum. Hikayeler aracılığıyla bir şeylerden kaçamazsınız; aksine onlarla yüzleşirsiniz. Sinema salonuna bir hikaye izlemek için girdiğinizde ve ışıklar kapandığında; kaybolur, bambaşka bir forma bürünür ve gerçek yaşamın iki saatliğine de olsa bir metaforunu izlersiniz. Kısacası bu tartışmaya açık bir mesele değil. Hikaye bir kaçış değildir ve bugüne dek hiç olmamıştır. Bu insanlar sinemanın sadece bir eğlence olduğunu ve bundan daha fazlası olamayacağını öne sürüyorlar. Ben bunun gerçekten saçmalık olduğunu düşünüyorum. Her hikaye bir fikirdir ve iyi ya da kötü bize gerçek yaşamda karşılabileceğimiz bir şeyler söyler. Çocuk hikayelerini ya da masalları ele alın mesela. Oradaki her hikaye bambaşka bir deneyim modelidir ve aslında hiçbiri masum değildir. Hikayelerin bir kaçış olduğu bahanesini uyduranların hepsi sorumluluk almaktan kaçan ve bu tercihlerini rasyonalize etmeye çabalayan korkaklar aslında.

“Hikayeler bizi ya daha uygar ya da daha ilkel kılarlar!”

Her hikayenin bir fikir olduğunu ve seyircide bir çeşit gerçekle yüzleşme anı yarattığını söylüyorsunuz ama yine de bugün özellikle Amerikan sinemasının ciddi anlamda mutlu sonlara, klişelere hapsolduğunu ve “kendini iyi hisset” türünde filmleri sıklıkla ürettiğini görüyoruz. Bu gerçek sizin söylediklerinizle çelişmiyor mu?

Seyirciler hikayeler aracılığıyla yaşamı kavramak isterler. Bu asla değişmeyen bir gerçektir. Burada değişen şey ise hikaye anlatıcısıdır. İyi bir hikaye anlatıcısı seyircisine en ince ayrıntısına kadar doğru düzgün anlatılmış, gerçeklerle örülü bir hikaye hediye eder. Kötü bir hikaye anlatıcısı ise onlara tekrar tekrar üretilmiş fikirlerden bir ya da birkaçını bir kez daha yutturmaya girişir ve seyircisine yalan söyler. Fakat bu durum yine de her hikayenin bir fikir olduğu gerçeğini değiştirmez. Evet, ister dürüstçe anlatılmış olsun ister yalan söylemeye yeltenmiş, her hikaye bir fikirdir ve hikayeler bizi ya daha uygar ya da daha ilkel kılarlar!

Bir toplumun hikaye kalitesinin o toplumun uygarlık seviyesini belirlediğini söylebilirim ve sizin ülkeniz Türkiye’yi bilmem ama benim ülkemde bugün hala ciddi bir uygarlık eksikliği olduğunu düşünüyorum. İnsanlar hala birbirlerine çok kötü davranıyorlar ve son derece kabalar. Buna bağlı olarak kendi ülkemde hikaye anlatımının son yıllarda pek de gelişmediğini itiraf edebilirim. Yine de hala umudum var elbette. Çünkü son yıllarda özellikle Amerikan televizyonlarında gördüğüm birkaç örnek, gerçekten de insan doğasının karmaşık yapısını olabilecek en iyi hikayelerle çözümlemeye girişiyor. Sanırım günümüzde televizyon; gerçeklerle örülü, bizi daha uygar kılabilecek bir hikayeyi uzun soluklu bir şekilde anlatabilmek için en işlevsel mecra.

Robert McKee ve Burak Kaplan

Robert McKee ve Burak Kaplan

Dizilerin yükselişi

Konu hazır televizyona gelmişken oradan devam edelim. Özellikle Amerika’da 2000’li yıllar sonrasında televizyon dizilerinin yükselişe geçtiğini gözlemliyoruz. Dizilerin bölüm sayılarını azalttıklarını ve her geçen gün anlatı olarak sinemaya biraz daha yaklaşmaya çalıştıklarını görebiliyoruz. Bunu sizin “Story” isimli kitabınızda bahsettiğiniz hikaye anlatım şablonlarından birini ödünç alarak mı yapıyorlar?

Dizilerin de kitabımda yazmış olduğum hikaye şablonunu kullandığını söyleyebilirim. Aradaki tek fark dizilerin bu şablonu devasa bir zaman dilimine yayarak genişletiyor, içinde barındırdığı yan hikayelerle esnetiyor olması. Bakın, son yılların en popüler dizilerinden biri olan Breaking Bad’i ele alalım. Breaking Bad’de; dizinin yayınlandığı 5 sezon boyunca 26 farklı olay örgüsü izleriz ve dizi toplamda 205 perdeden oluşur. Yani sinemanın şablonu için bahsettiğimiz gibi 3 perde anlatısından oluşmaz. İşte ben de sadece bu yüzden dizilerin yapılarını inceleyerek kitabımda yer almayan yeni bir kavram geliştirdim. Çünkü “perde” kavramının diziler için yeterince büyük olmadığının farkına vardım ve bu sayede “hareket” adını verdiğim kavramı yarattım.

“Şablon değişmedi”

1997’de ilk kez yayınlandığı tarihten neredeyse 20 yıl sonra kitabınızdaki şablonu değiştirmiş, yeni bir şeyler eklemiş oldunuz. Yanılıyor muyuz?

Değiştirmekten ziyade bir güncelleme yaptım diyebiliriz. Sinema anlatısı için işlevsel olan “perde” kavramı dizilerin anlatısı için maalesef yeterli gelmiyordu. Bu yüzden dizilerin hikayesi içinde yer alan ve normalden daha sert dönüm noktalarının aslında onları perdelere değil hareketlere böldüğü kavramını geliştirdim. Yine Breaking Bad’den örnek verelim. Dizide sinemanın konvansiyonel anlatısından alışık olduğumuz 205 dönüm noktası var ve bu da 205 perde demek. Fakat bu dönüm noktalarının dışında gerçekten çok büyük ve ayrıksı duran 4 ayrı dönüm noktası var ki bu da bizim için Breaking Bad toplamda 4 hareketten oluşuyor demek. Yine de bu bahsettiğim şey kesinlikle şablonun değiştiği anlamına gelmiyor. Anlatı şablonu televizyon dizilerinde dahi yapısal olarak sinemayla aynı. Sadece diziler uzun soluklu oldukları için şablonun bileşenleri değişiyor diyelim.

Türk dizileri neden çok izleniyor?

Bu durumda size Türk dizileriyle ilgili bir soru sormak istiyoruz. Muhtemelen izlemiyorsunuz ama bu anlattıklarınızın hiçbiri Türk dizileri için geçerli değil. Çünkü Türk dizilerinde hikaye genellikle çok yavaş ilerliyor, hatta kimi zaman ilerlemiyor ya da bunun tam tersi; sırlar çok çabuk açığa çıkıyor ve olay örgüleri bazen hızlıca çözülüveriyor. Yine de buna rağmen çok izleniyorlar ve dünyanın pek çok ülkesine ihraç ediliyorlar. Bunu yorumlayabilir misiniz?

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. İngilizler Downton Abbey’yi tanrı bilir kaç ülkeye ihraç ediyorlar ama dizinin hikayesi yapısal olarak çok sorunlu. Günümüzde, farklı kültürlerden hikayelere ve hikaye anlatımlarına bir açlık olduğunu söyleyebilirim. Bunun pek çok örneğini hemen sıralamak mümkün; Danimarka dizisi Bron ya da İsrail yapımı In Treatment şimdilik aklıma ilk gelenler arasında yer alıyorlar. Bu diziler yüzlerce ülkeye satılıyor ve oralarda izleniyorlar. Elbette bu ilginin en temel sebebi de; izleyicilerin farklı kültürlerden hikayeler izleyerek yepyeni bakış açıları geliştirmeye çabalaması olabilir. Türkiye’de ürettiğiniz dizilerde çok iyi oyuncularınızın, düzgün bir teknik işçiliğinizin olduğunu da biliyorum. Bir sahne nasıl oynanır, nasıl çekilir, nasıl kurgulanır, tüm bunları biliyor ve hakkıyla yapıyorsunuz. Fakat mesele doğru düzgün anlatılmış bir hikaye oluşturma konusuna gelince, maalesef bu işin en iyisi olduğunuzu söyleyemeyeceğim. Yani en azından senaryo yazımı için durum böyle. Öte yandan edebiyat konusunda çok iyisiniz, gerçekten harika romancılarınız var.

Robert McKee ve Murat Tırpan

Robert McKee ve Murat Tırpan

“Bette Davis’in bile bir auteur olduğunu tartışabilirim”

Son sorumuz senaryo yazarlarının son yıllardaki yükselişiyle ilgili. Özellikle Amerikan sinemasında 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren senaryo yazarlarının giderek daha çok önem kazandığını ve çeşitli film projelerinde kimi zaman yönetmenlerin bile önüne geçtiğini görüyoruz. Aaron Sorkin, Steven Zaillan ya da David Koepp gibi isimler bu duruma örnek olarak verilebilir. Amerikan sinemasında bugün artık bir “auteur senarist” kavramından söz etmek mümkün mü sizce?

Bugün auteur teoriye sahip olmamızın nedeni zamanında Fransız eleştirmenlerin pek çok kişinin katkısı ve işbirliği ile üretilen sanat dallarını yorumlarken kimin hakkında yazacaklarını bilememelerinden kaynaklanıyor. Sinema filmlerini incelerken oyuncu hakkında mı yazmalısın, yazar hakkında mı yazmalısın ya da yönetmen hakkında mı yazmalısın? Bu sorunun cevabını kesin olarak bilemedikleri için bugün auteur teori ya da auteur yönetmen diye kavramlar var hayatımızda.

Amerikan Warner Brothers şirketinin 50’li yıllarda sadece Bette Davis filmleri üretmekle yükümlü bir departmanı vardı. Bu departman sadece Bette Davis filmleri yazmakla, yönetmekle, kurgulamakla ve dağıtmakla yükümlüydü. Yani demek istediğim bu durumda bu argüman üzerinden Bette Davis’in bile bir auteur olduğunu sizinle burada tartışabilirim. Sonuçta o filmlerdeki temel ilham kaynağı ve malzeme Bette Davis’in kendisiydi. Bu gerekçeyle auteur teorinin sorunlu bir kavram olduğunu düşünüyorum. Pek çok kişinin emeği olan bir sanat eserini incelerken sadece yönetmeni merkeze alıp, geri kalan herkesi önemsiz kılamazsınız. Sinema işbirliğiyle yapılır ve bu her zaman böyle olmuştur. Sinema eleştirmenlerinin er ya da geç bunu anlaması gerektiği kanaatindeyim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-30 13:12:58