A password will be e-mailed to you.

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen, AB Türkiye Delegasyonu, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya Belediyesi tarafından desteklenen 34. Ankara Film Festivali, güneşli bir Kasım ayının ilk haftasında gerçekleşti.

Sinema yazarı olarak Ankara’nın bu köklü festivaline ikinci kez katılışım; 2 Kasım’da başlayan festivalin otuz dördüncüsünü Sanatatak adına 3 günlük kısa bir maratonda takip etme imkânı buldum. Festival başkanı İrfan Demirkol’a nazik daveti için bir kez de buradan teşekkürlerimi sunmak isterim.

Festival katıldığım ilk gün, 2 Kasım Perşembe akşamı Büyülü Fener Sinemaları’nda düzenlenen Açılış Töreni ile başladı. Her sabah Youtube’taki canlı yayınlarını dinlediğim ve sayesinde memleket gündeminden haberler edindiğim başarılı gazeteci, sevgili Ünsal Ünlü’nün sunuculuğunu yaptığı tören, festival destekçilerine teşekkür plaketlerinin takdimi ile başladı.

Proje Geliştirme Desteği Elif Nazlı Durlu’nun

Festivalin Ulusal Uzun Proje Geliştirme Desteği ilk filmi olan “Zuhal” ile tanıdığımız yönetmen Elif Nazlı Durlu ve yapımcı Anna Maria Aslanoğlu’nun “100 TL” adlı projesine verildi. Elif, 40 bin TL’lik ödülünü jüri üyesi Mehmet Bahadır’dan aldı. 

Aziz Nesin Emek Ödülü Nur Sürer’e

Aziz Nesin Emek Ödülü oyuncu Nur Sürer’e, Sanat Çınarı Ödülü ressam ve akademisyen Mustafa Ayaz’a takdim edildi. Aziz Nesin Emek Ödülü’nü İrfan Demirkol’dan alan Nur Sürer, Mahmut Tali Öngören’i, Aziz Nesin’i, Yaşar Kemal’i andığı heyecanlı ve güzel konuşmasında dünyada kitapları en çok çevrilmiş yazarlar içinde üçüncü sırada olan Aziz Nesin adına verilen ödülü almaktan ve oyuncu olmaktan dolayı duyduğu sevinci anlattı.

Kitle İletişim Ödülü Cahit Berkay’a

Cahit Berkay ise ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada sansür konusuna değinerek,  gizli bir otosansürün işlediğinden dem vurdu. TV kanallarının oyuncuyu, senaryoyu, müziği en başta seçerek sinemanın özgür ruhunu tamamen ortadan kaldırmaya yönelik müdahalelerde bulunduğundan bahseden Berkay, buna boyun eğmeyen sanatçıları selamlayarak konuşmasını bitirdi.

Vakıf Özel Ödülleri  yönetmen Burak Çevik ve oyuncu Merve Dizdar’a verildi.

“Kuru Otlar Üstüne” filminin prömiyerini yaptığı Adana Film Film Festivali’nde film sonrasındaki söyleşide de gördüğüm Merve Dizdar, bulunduğu her ortamda hem samimi hem güleryüzlü tavrıyla herkesin beğenisini kazanan biri. Her daim de heyecanlı , sahneden o heyecanı bizlere de geçiyor. Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan genç kadın oyuncumuzu ne kadar övsek az! Yine hem heyecanlı hem de çok güzel bir konuşma yaptı sahnede:

‘’Böyle güzel bir sinemada böyle bir ödül almaktan ötürü çok mutluyum. Çünkü kendimi var ettiğim bir yerde böyle bir ödül alıyorum. Çok iyi hissediyorum kendimi. Bunun için çok teşekkür ederim. Ankara Film Festivali’ne çok teşekkür ediyorum. Eskiden yani ben küçükken Ankara seyircisi bir sınavdır, Ankara seyircisi zordur, oradan geçmek gerekir derlerdi tiyatroda, sinemada. İnanılmaz bir şey bu. Çok önemli.  En sevdiğim şey burada olmak, film festivallerinde beraber film izlemek. Bizim sektörümüz eğlence sektörü gibi anlaşılsın istemiyorum. Çünkü gerçekten kendimi var ettiğim bir yer burası. Burası ruhumun gıdası. Bence bütün buradaki herkes için öyle. Sadece kafamız dağılsın diye yapmıyoruz bu işleri. O yüzden ne olursa olsun, zor zamanlarımız da olsa iyi zamanlarımız da olsa tek benim yaptığım şey çalışmak, üretmek, oynamaya devam etmek. Çehov der ya ‘Bizi çalışmak kurtarır.’ Başka bir şey bilmiyorum. İyi ki varsınız. Hepinize saygı duyuyorum. Bu ödülü aldığım için çok gurur duyuyorum. Teşekkür ederim,’’  

Tören sonrasında festival başkanı İrfan Demirkol, gazeteci Ünsal Ünlü, ödül alan sanatçılar, festival organizasyonundaki isimler ve basından arkadaşlarla Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nin terasında verilen festival yemeğine geçtik.

3 Kasım Cuma: Ve Festival Başladı!

Festivallere “izleyebildiğim kadar film izlemek” amacıyla giden bir sinemacı olarak her zamanki gibi gitmeden önce film listemi hazırlamıştım. Tabii Ankara Film Festivali yılın sonlarına doğru gerçekleştiği için programında yer alan çoğu filmi daha önceki festivallerde görme imkânım olmuştu. Cannes, Locarno, Berlin Film Festivalleri gibi festivallerden övgüyle ve ödüllerle dönen bazı filmler Ankara Film Festivali’nin Dünya Sineması seçkisinde yer alırken, bazıları da benim listemde yerini almıştı.

Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan yedi filmin altısını (Cam Perde, Yüzleşme, Annesinin Kuzusu, Karganın Uykusu, Kör Noktada, Sanki Her Şey Biraz Felaket) İstanbul ve Adana Film Festivali’nde izlemiştim, ulusal filmlerin gösterimi festivalin son günlerine  bırakıldığı için bir tek Melisa Önel’in “Aniden” filmini izleyemedim ama onu da illa ki bir yerlerde izlerim.

İkinci günü 2 yabancı kurmaca ve üç yerli belgeselle kapattım.  

Bizi 1995 Yugoslavya’sına götüren “Lost Country / Kayıp Ülke” (Vladimir Perisic), Miloseviç rejimi için çalışan annesi ile politik olarak zıt görüşte olan arkadaşları arasında kalan Stefan’ın büyüme hikâyesini anlatıyor. Stefan’ın olaylara bakışını, gözündeki hipermetrop ve netlik sorunuyla paralel anlatan filmin açılış ve kapanış sahnelerindeki mizansenler dikkat çekici; ilk sahnede ağaçtan ceviz toplayan Stefan, finalde taş toplayarak döngüsünü hüzünlü bir şekilde tamamlıyor. Film çok güçlü olmasa da oyunculukları, mizansenleri ve metaforik anlatımlarıyla ortalama bir başarıyı yakalıyor. 

“Vincent Must Die / Vincent Ölmeli” (Stephan Castang), başlangıcını ne kadar iyi yaptıysa finalinde o bir o kadar hayalkırıklığı yarattı. Aslında fantastik hikâyesi çok merak uyandırıcıydı, temposu da finale kadar hiç düşmedi ama kahramanımızın başına gelenler için bir açıklama getirmezken herhangi bir önerme de sunmadı. Yan karakterler göründü ve kayboldu, daha işlevsel olabilirdi; süresi de daha kısa. Bir kısa bir film projesi olarak tasarlanmış olsaydı çok daha başarılı olacağı kanaatindeyim.

Korku filmleri fanı olmasam da “Türk Korku Sinema Tarihi 1” (Erkan Büker) gibi her zaman ulaşamayacağım niş çalışmaları izlemeye özen gösteriyorum. Korku türünü, Türk sinemasında belli bir noktaya kadar ele alan bu belgeselde, onları çeken/yapan/yazan yönetmen, senarist ve yapımcılarla söyleşilmiş. Taylan Biraderler, Alper Mestçi, Hasan Karacadağ, Fırat Yücel ile “Okul”, “Dabbe”, “Musalla”, “Sır Dosyası” zamanlarına gidip bu yapımlarla ilgili ilgi çeken anektodlardan haberdar oluyoruz. Yakın dönem korku filmlerinin de işleneceği devam filmi de gelecekmiş. 

“Makineler Arasında Sinema: Necip Sarıcı” (Emre Aşılıoğlu, Dilaver Bayındır) belgeselini sektörden biri olarak keyifle “dinledim”. Dinledim diyorum, çünkü kamera karşısına oturtulup konuşturulmuş Necip Sarıcı ile 35 dk. karşı karşıya kalıyoruz. Belgesel üretenlerin bu kolaycılığı artık terk etmesini, daha özgün bir tarz yaratmasını bekliyorum. Türk sinemasına yetmiş beş yıl hizmet etmiş Sarıcı’nın müzesine konuk oluyoruz ama eldeki bu değerli hazinenin filmin görsel gücüne hizmet edecek şekilde kullanıldığına şahit olamıyoruz maalesef. Bir de Necip Sarıcı anlatımında çok fazla tekrara düşüyor, yönetmenler bunları eleyebilirdi diye düşünüyorum .

“Ertuğrul Muhsin Bey” (Özgür Dağ) tiyatrocu kişiliği ile bilip tanıdığımız ve Türk Tiyatrosunu batılı anlamda bir disiplinle kuran  Muhsin Ertuğrul’un Türk sinemasına da aynı anlayışla 1922- 1939 yılları arasında liderlik etmesini ele almış bu belgesel, bu dönemde  Türkiye’de film üreten tek kişi olduğu için tekelcilik suçlamalarına maruz kalan Ertuğrul için “Türk sinemasının öncüsü müdür yoksa onun gelişmesinin önünde bir engel midir?’’ sorusuna, o döneme tanıklık eden kişiler ve akademisyenler vasıtasıyla  cevap arıyor. Bülent Hoca’ya (Vardar) da selam olsun, kendisini görmek hoş bir sürpriz oldu. Belgeseli zenginleştirmek adına Ada Alize Ertem ve Mert Aykul’un performanslarına dayanan canlandırmaya da başvurulmuş olması artı bir katkı sunmuş.

4 Kasım Cumartesi: Festivaldeki 3. Ve Son Günüm

Son günüme de iki yerli belgesel ve iki yabancı kurmaca sıkıştırabildim.

Bunlardan “Duvar”ı (Evrim İnci), daha önceden izlemiş olsam da fırsatını bulmuşken perdede  izlemek istedim. Yönetmenin daha önceden hem yönetmenliğini hem yapımcılığını yaptığı başka yapımları izlemiştim, hatta henüz görücüye çıkarmadığı son belgeselini de izleme imkânım oldu. Şunu söyleyebilirim ki herhangi bir belgesel izlediğimde bunun Evrim’e ait olduğunu tahmin etmekte zorlanmayacağım, çünkü kendine has bir kurgu dilini oluşturduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu kurgu elindeki malzemeyi değerlendirmede de başarılı; ne eksik ne fazla… Belgesellerinin konusu da güzel fikirlerden yola çıkıyor; “Duvar” da Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil eden ilk kadın paralimpik tenisçi olan Büşra Ün’ün günlük yaşamından spor kariyerine giden yolda hayata karşı duruşu ve yaptığı fedakârlıklara dair masalsı bir belgesel. Ben kendisinin önünü çok açık görüyorum, başarılı bir sinemacı.

“Flanöz” (Vahit Sarıtaş)’ü kendisinden haberdar olduğum ilk günden beri merak ediyordum, özellikle siyah-beyaz oluşu ilgimi daha çok çekmişti. Kocasının ani ölümüyle sarsılan Emine’nin zorluklarla geçen hikâyesini anlatan belgeseli maalesef karanlık bir perdede izledik. Genel anlamda biraz karanlık aslında Büyülü Fener Sinemalarının perdeleri ama Flanöz’de epey rahatsız eden bir boyuta vardı. Öyle ki ben Emine’nin ve yanındaki yaşlı kadının gözlerini seçmekte zaman zaman çok zorlandım, siyahlar iyice siyaha düştü. Emine’nin modern zaman ozanı olarak yazdığı şiirleri dinlemek keyif verse de bu aşamaya çok geç geliniyor, ayrıca belgesel, teknik ve dramatik anlamda seyirciyi Emine’nin içsel yolculuğuna çekmede yetersiz kalıyor.

Şimdi bahsedeceğim film için iki önemli uyarım var: “Şeflerin Aşkı”na asla ama asla aç girmeyin. Vegan ya da vejetaryenseniz izleyip izlememekte kararınızı net verin çünkü film sizin için bir işkenceye dönüşebilir. Ben değilim ama benim için bile işkenceye dönüştü. Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülü alan Anh Hung Tran ve başroldeki Juliette Binoche bu filmi izlemem için yeterli sebeplerdi ancak bambaşka bir şeyle karşılaştım. 145 dk. boyunca tarif, pişirme, sunum, yemek yeme mevsuzu dönüyor filmde ve araya bir de aşçı olan Eugenie ile son 20 yıldır yanında çalışan  gurme Dodin’in bana hiç de inandırıcı gelmeyen “aşk” hikâyesi giriveriyor. Teknik ve metaforik anlamda çok çok başarılı buldum, bilhassa ışık tasarımı harika ama filmle yıldızım totalde barışmadı, üzgünüm.

Nannni Moretti seviyorsanız izleyin ama sevmiyorsanız hiç bulaşmayın “Güzel Günler”e. Ben salt keyif alıp, güzel vakit geçirmek adına izledim, ara ara güldüren sahneleriyle bu anlamda istediğimi de buldum sayılır ancak film fazlasıyla “old school” yapıda. Moretti, 1956’da Macarların Sovyetlere karşı ayaklanmasının İtalyan Komünist Partisi üzerindeki etkisini konu edinen bir film çeken ancak çektiği bu filmden hiç de memnun olmayan evli ve bir çocuk babası yönetmen Giovanni’nin hikâyesini anlatıyor, Giovanni’yi de kendisi oynuyor.  Giovanni, yapımcı eşi Paola’nın kendisinin filmlerinden başka işlerle uğraşmasına içerlemektedir ve onunla boşanmanın eşiğine gelmiştir. Bu film için “bir kendine övgü film”i desem abartmamış olurum. Fellini’yi hatırlatan finalinde kendi oyuncularına ve filmografisine selamını da yollamış Moretti. Filmin, 2023 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştığını da belirteyim.

Ve Ödüller Sahiplerini Buldu!

Adana Film Festivali’ndeki favorim “Sanki Her Şey Biraz Felaket”ti hatırlarsanız ve en iyi film ödülü başta olmak üzere 4 ödül kucaklamıştı. Açıkçası Ankara için Ayşe Polat’ın “Kör Noktada” filmi ile Fikret Reyhan’ın “Cam Perde” filmlerini diğerlerine göre bir adım daha önde görüyordum; ikisi de ortalama filmlerdi benim için ama Derviş Zaim, Mine Söğüt, Murat Kılıç ve Selin Yeninci’den oluşan jürinin bu iki filmi ön planda tutacağını düşünmüştüm niyeyse, ödül gecesinin sonunda beni de şaşırtan bir karar çıktı.

“Kör Noktada”, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Senaryo başta olmak üzere 7 ödül kazandı kazanmasına ancak En İyi Film Ödülü’nü “Karganın Uykusu”na kaptırdı! Yani bir filmin En İyi Film ödülünü alabilmesi için daha başka hangi ödülü alması gerekiyordu bilemiyorum. İşin garibi FONO FİLM Post Prodüksiyon Ödülü dışında “Karganın Uykusu”na verilen bir ödül de yok. En İyi Film Ödülü’ne layık görülen bir yapımın, bir filmi oluşturan temel kalemlerde de değerlendirilmesini beklerdim. Mesela “Karganın Uykusu”, En İyi Görüntü Yönetimi ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alanında da öne çıkıyordu.  

SİYAD da tercihini “Karganın Uykusu”ndan yana kullandı ve gerekçeli kararını “Salondan çıktığımız andaki heyecanımıza sadık kalarak, arayan ve deneyen sineması sebebiyle SİYAD ödülünü Karganın Uykusu’na veriyoruz” sözleriyle açıkladı.

“Sanki Her Şey Biraz Felaket” (Umut Subaşı) de jüri tarafından gözardı edilmedi neyseki ve Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü’ne layık bulundu.

Belgeselde ise 2023’te katıldığı her festivalden ödülle dönen “Kavur” (Fırat Özeler) En İyi Belgesel Ödülü’nü kucaklayan isim oldu.

***

İki günlük film izleme fırsatını yakaladığım festivalde Ankara seyircisinin, özellikle gençlerin filmlere yoğun bir ilgisinin olduğunu gördüm.  Hatta bazı filmlerin biletleri, satışa çıktığı ilk birkaç saat içinde tükenmiş. Büyülü Fener’in önünde konuştuğum bazı öğrenciler ve genç sinemaseverler biletlerin pahalılığından şikayet etti, belki en azından öğrenciler için daha makul bir fiyat belirlenebilirdi. Bir sonraki festival için temennilerimizden biri bu olsun. Sepetteki çürük elmaları saymazsak genel anlamda film izleme adabına sahip (filme vaktine gelen, telefonunun sesini kısan, telefonunu açmayan, açsa da ışığını kısmış bir şekilde kısa süre bakıp kapatan, mısır ya da benzeri gürültülü şeyler yemeyen, yanındakiyle sürekli konuşmayan) seyirciyle filmleri izlemek hoşuma gitti. Çünkü çok uzun zamandır parantez içerisinde belirttiğim gerekçeler sebebiyle sinemada film izlemekte ve filme odaklanmakta zorlanıyorum.   

Kısa ama verimli bir festivaldi benim için; Ankara’ya gitmişken Tunalı’da, Yüksel Caddesi’nde, Konur Sokak’ta dolaşmamak, Kuğulu Park’taki kuğulara “merhaba” demeden gitmek olmazdı. Her ikisi de çok tatlı mekanlar olan Kakule Kahve ve Last Penny’de kahvemi içmeyi, Ankara’da yaşayan arkadaşlarımla buluşmayı da ihmal etmedim.

Son söz olarak, dopdolu bir seçkiyle hazırlanmış festivalin 36.sıyla da kavuşabilme  dileğini bırakıyorum.

İyi ki sinema var, iyi ki festivaller var!

34. Ankara Film Festivali’nin Kazananları:

En İyi Film: Karganın Uykusu / Tunahan Kurt  Yapımcı: Hasan Köroğlu

En İyi Yönetmen: Ayşe Polat / Kör Noktada

Jüri Özel Ödülü: Cam Perde / Fikret Reyhan

Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film: Sanki Her Şey Biraz Felaket (Umut Subaşı)

FONO FİLM Post Prodüksiyon Ödülü: Karganın Uykusu / Tunahan Kurt

SİYAD En İyi Film: Karganın Uykusu / Tunahan Kurt

Onat Kutlar En İyi Senaryo: Ayşe Polat / Kör Noktada

En İyi Kadın Oyuncu: Defne Kayalar / Aniden

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nihan Okutucu / Kör Noktada

En İyi Erkek Oyuncu: Ahmet Varlı / Kör Noktada

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Öner Erkan / Aniden

En İyi Kurgu: Serhat Mutlu – Jorg Volkmar / Kör Noktada

En İyi Görüntü Yönetmeni: Patrick Orth / Kör Noktada

En İyi Sanat Yönetmeni: Osman Özcan – Görkem Canbolat /Kör Noktada

En İyi Özgün Müzik: Saki Çimen / Annesinin Kuzusu

En İyi Belgesel: Kavur / Fırat Özeler

En İyi Kısa Film: Kurbağalar  / Vehbi Bozdağ

VEKAM Özel Ödülü: Laf Aramızda Engürü Kahve / Özlem – Can Mengilibörü

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 18:59:50