A password will be e-mailed to you.

Geçtiğimiz Nisan ayında 42. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde izlediklerimi yazmaya devam ediyorum. Festivalde, Türkiye ve dünya sinemasından nitelikli ve ödüllü 134 uzun ve 29 kısa metrajlı film gösterilirken, pek çok özel gösterim de seyirciyle buluştu. İzlediklerim arasından öne çıkan, yazmaya değer gördüğüm ve de çok sevdiğim belgesel yapımları iki ayrı yazıda ele alacağım.

İlk bölümde “Kavur” ile “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgesellerine; ikinci bölümde ise “All The Beauty And The Bloodshed” ile “Lynch-Oz” belgesellerine değineceğim.

KAVUR

FIRAT ÖZELER

Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır. Yolculuk terk edilmiş kasabalarda, harabelerde ve kimsenin kalmadığı otellerde sürerken kadın ve Kavur arasında hayali bir diyalog başlar. Sahipsiz mektuplar, yıllar geçse de değişmeyen ortak saplantılar, hatırlanmayan rüyalar ve kayıp bir film, onlara aradıkları cevapları bulmalarında yol gösterecektir.”

Filmin maille gelen basın metninde yazılı olan bu paragraf beni heyecanlandırmıştı. Bahsedilen bu genç kadın çok tanıdıktı, hüzün hikâyeleri bulmak için yolculuğa çıkmak isteyen ruhumun bir parçasıyla özdeşti sanki. Türk Sineması’nda benim için muazzam derecede kıymetli bir yeri olan Ömer Kavur’un belgeselinin çekildiğini ve onu izleyeceğimizi bilmek heyecanımı katlıyordu.

Fırat Özeler’in yazıp, yönettiği ve hatta görüntü yönetmenliğini de yaptığı “Kavur” belgeselinde Funda Eryiğit genç kadını, Cem Yılmaz Ömer Kavur’u, Tilbe Saran da Feride Çiçekoğlu’nu seslendiriyor.

Bu genç kadın bana ilk anda “İşte hüzün hikâyecileriyle birbirimizi aramaya böyle başladık.” diyen “Gizli Yüz”deki  kadını (Zuhal Olcay) hatırlatmıştı. Yine aynı filmin açılış cümleleri, fotoğrafçı karakterinin (Fikret Kuşkan) ağzından şöyle dökülüveriyordu : “Bana bir hikâye anlat diyorsunuz. Olur, size bir hikâye anlatayım.” Tıpkı belgeseldeki genç kadının (Funda Eryiğit) cümlesi gibi: “Size her şeyi en başından anlatacağım.”  “Kavur” da Gizli Yüz” gibi bir arayış hikâyesi ve her ikisi de bir kadının arayış yolculuğu fikrinden yol alıyor.

Sinemasında yalnızlık, arayış, yolculuk, içsel huzursuzluk, zaman,  iletişimsizlik gibi temaların hâkim olduğu Ömer Kavur, hayal gücünü, hayalini kurabildiği anları ve rüyâları çok önemseyen ve bunların insanın gerçek kimliği olduğunu savunan bir yönetmen. Hayal gücünün yaşattığı duygular gibi sinema da onun için, içinde ukde kalan şeylere yolculuk yapmasına imkân veren bir araç olmuş hep. Bundandır ki olanı olduğu gibi, birebir anlatan hikâyeleri sıkıcı bulduğunu söyler.

Fırat Özeler de klasik belgesel anlatısını sıkıcı bulan biri olsa gerek, filmini aşina olduğumuz biyografi anlatısıyla ele almamış, biçimsel olarak daha özgün bir tarz benimsemiş. Hem Kavur’la yapılan röportajlardan hem de filmlerinden derlediği detaylı notları kurmaca bir anlatıya eklemlemiş ve Kavur’un insan yönüne daha çok eğilmiş. Nasıl ki Kavur, filmlerinde karakterleriyle hem fiziksel hem içsel bir yolculuğa çıkar(tır), Özeler de genç bir kadınla ve Kavur’un kendisiyle onun ruhsal dünyasına yolculuğa çıkmış. Kavur’un melankolisi de adeta filmin fonuna sirayet etmiş.

Anlatısını dört ana başlığa ayırmış Özeler:

  1. Bölüm: İnsanın sevdiği bir ev olunca, kendine mahsus bir hayatı da olur.
  2. Bölüm : Elbet bizden mutlu memleketler ve vatandaşları vardır.
  3. Bölüm: Burada çok basit şeylerin güzelliği vardı
  4. Bölüm: Bu kadar yaşanmış şeyin burada toplanması, yaşananı unutturacak kadar kuvvetli bir şeydir.

Cem Yılmaz’ın sesiyle başlayan ilk bölümden itibaren Ömer Kavur’un aile hikâyesini, sinema doktorası için gittiği Paris dönemini, burada çektiği aile -özellikle anne- hasretini, sinema eğitimi alırken üç yıl bir otelde gece bekçiliği yaptığını, bu sayede yalnızlığı, insanları gözlemlemeyi ve beklemenin ne demek olduğunu  (“Anayurt Oteli” filmine katkısı yadsınamaz) öğrendiğini, Türkiye’ye döndüğünde sinema sektörünü bir yanda seks filmlerinin çekildiği bir furya ile diğer tarafta biraz taklit olarak nitelediği politik filmler kervanının arasına sıkışmış bir şekilde bulduğunu ancak kendisinin  her ikisine de yanaşmadığını, para kazanmak için de film eleştirileri yazıp, reklam filmleri çektiğini anlatır bize belgesel.

“Beni burada unuttular ama ben buradayım.”

Ömer Kavur, sektörün kendisini yönetmen olarak kabul etmediğini, adının işbirlikçiye çıktığını söyler. İlk filmleri gişede batar, sansüre takılır, yapmak istediği sinemayı bir türlü yapamaz, piyasa koşullarına göre üretmeye çalışır yine  yapamaz ve sonunda, 40 yaşındayken kendisine şu soruyu sorarak bir vicdan yüzleşmesine girer: “Sinemayı başkalarının istediği ve onların yaptığı gibi mi yapacağım, yoksa kendime ait olanı mı bulacağım?” Kavur’un yapmak istediği sinemayı bir türlü yapamadığı için büyük bir huzursuzluğu vardı, ona göre uyum sağlamış ve kendisinden beklenileni vermiş olsaydı mutlu biri olacaktı ancak onun mutsuzluğu, salt sektöre ayak uyduramayışıyla alâkalı değildi, belgeselin de altını çizdiği gibi yönetmenin çocukluğundan itibaren melankolik bir yapısının olduğu su götürmez bir gerçek. Çekimin Paris bölümünde bir zamanlar sevgili olduklarını anladığımız bir hanımefendi de onun için “Unhappy boy” tanımlamasını yapar, mutsuz bir genç olduğunu vurgular.

Ömer Kavur’un hemen her filminde rol verdiği değişmez oyuncuları vardır: terk edilmiş kasabalar, harabe yapılar ve kimsenin kalmadığı oteller… Genç kadın da yolculuğunda buralara uğrar. Hatta finale doğru bir bölümde trenin durup kondüktörün onu indirdiği ıssız kasabada harabe bir binanın duvarının kendisiyle konuştuğunu ve “Beni burada unuttular ama ben buradayım.” dediğini söyler. Bu genç kadının rüyasıdır. Rüyalardan sürekli bahseden “Gizli Yüz” filminde de saatçinin, fotoğrafçıyı (Fikret Kuşkan) rakı içmeye arkadaşlarının yanına götürdüğü bir sahne vardır, orada su işlerinde memur olan bir adam “4 yıl oldu, beni buraya bekçi olarak bıraktılar, unuttular beni.” der.

“Burada Çok Basit Şeylerin Güzelliği Vardı”

Genç kadın (Funda Eryiğit) ile Kavur’un (Cem Yılmaz) replikleri bir noktadan sonra birbirini tamamlayan ya da birbirine yanıt olan hayali bir anlatıya dönüşür ve 3. bölümde hikâyeye Kavur’un “Melekler Evi” filminin senaryosunu beraber yazdığı, Tilbe Saran’ın sesiyle Feride Çiçekoğlu katılır.

Son bölüm Kavur’un kişisel bilgisayarının ekran görüntüsüyle başlar ve genç kadınla Kavur’un birlikte seslendirdiği Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın “Her Şey Yerli Yerinde” [1] isimli şiiriyle sonlanır:

Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi

Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.

Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların âleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.

Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya sin er.

Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.

Sonlanır dediysem de filmin ve yönetmenin adının ekranda belirmesinden sonra Kavur’un daha önce gün yüzüne çıkmamış ilk yönetmenlik denemesi olan kısa filmi “İntihar”ı izlemeye başlarız. Geçmişi hatırlamalar ve intihar arasında gidip gelen bir adamın son 1 günün anlatıldığı bu filmin 9 dakikalık kısmının son 1 dakikası kopmuş, yok olmuş.

“Gidilmemiş Yerlere, Bilinmeyen Hikâyelere…”

Aslında Ömer Kavur’u bilenler ya da filmlerini izlemiş olanlar için “Kavur” belgeseli çok da yeni şeyler söylemiyor. Şimdi aramızda olmayan ancak filmleriyle sinema tarihimize damga vurmuş bir yönetmene, ilk filmini çeken ve sinemasına/kendisine  -belli ki- hayran genç bir yönetmenin saygı duruşu niteliğinde. Yanlış hatırlamıyorsam “Kavur”un biletleri, İstanbul Film Festivali biletlerinin satışa çıktığı ilk 15 dakika içerisinde satılmıştı. “Ne güzel, o salonlar şimdi tıklım tıklım dolu olacak, hayatta olmayan bir yönetmenin hayat yolculuğuna dahil olacak seyirci ya da içlerinde onu hiç tanımayan, bir filmini bile izlememiş olan nice genci, filmlerini izlemeye teşvik edecek.” diye geçirmiştim içimden.

Dünya prömiyerini 52. Rotterdam Uluslararası Film Festivali‘nde yapan ve büyük övgüyle karşılaşan “Kavur”, Türkiye prömiyerini 42.İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması kapsamında yaptı ve şimdi de vizyonda. Umarım bu film geniş kitlelere ulaşır ve Fırat Özeler bize yeni hikâyeler anlatmak için yeniden yolculuğa çıkış motivasyonunu bulur.

Filmin bir türlü final yapamıyor oluşunu eksi hanesine yazdım maalesef, aslında 3 kez final yapıyor demek belki daha doğru olacak; bu tipik bir ilk film sendromu,  yönetmenler  ilk filmlerinin sahnelerini atmaya bir türlü kıyamazlar ve hikâye de bir türlü bitemez.

Naçizane filmin finali için en uygun bulduğum kısmı, Feride Çiçekoğlu’nun (Tilbe Saran’ın o kadife tınısıyla seslendirdiği) cümlesini, son söz olarak bırakmak isterim: “Ömer aidiyetsiz değildi. Gidilmemiş yerlere, bilinmeyen hikâyelere aitti.”

AŞK, ATEŞ ve ANARŞİ GÜNLERİ: TÜRK SİNEMATEKİ VE ONAT KUTLAR

ÖNDER ESMER

42. İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle ilk kez buluşan yarışma dışı filmler arasında özel gösterimler de yapıldı. Bunlardan biri yapımcılığını Matthias Kyska’nın, yönetmenliğini Önder Esmer’in yaptığı “Aşk, Ateş Ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeseliydi.

Belgeselin ismi, filmin açılışında da kullanılan Onat Kutlar’ın “Sinema Bir Şenliktir” kitabında yazdığı bir paragraftan alıntılanmış:

“Sinematek’in 1 numaralı üyesi Jak Şalom’dan, bitirimlerin şahı Mustafa Göçmen’e kadar sayısız güzel insan tanıdım. Bir gün ortam elverdiğinde onların portrelerini çizmek boynumun borcu. Sinemacı dostlarla birlikte sürdürdüğümüz onurlu bir kavganın ‘belgesel’i saklı o yıllarda. Bir gün mutlaka yapacağız o filmi.

Bu yüzden bu kitap, her şey değildir. O ‘aşk, ateş ve anarşi günleri’nden benimle birlikte altın çıkaranlara bir küçük merhaba’dır. O kadar.” [2]

“Yaban Çilekleri”yle Gelen Sinema Tutkusu

Yazarlığa liseden beri ilgisi ve yeteneği olan Onat Kutlar, İstanbul’daki hukuk eğitimini yarım bırakıp, felsefe okumak için Paris’e gider. Yıl 1961’dir ve orada sinemaya olan tutkusunu keşfedeceği Fransız Sinemateki ile tanışır.

Belgesel, Kutlar’ın Paris’teki sinematek modelini Türkiye’de uygulama kararını alışından, Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşuna, derneğin faaliyette bulunduğu yıllar boyunca gösterilen filmlerden, Yeşilçam’la yaşadığı çatışmaya değin yaşanan olayları perdeye taşıyor.

Fransızca “cinéma: sinema” ve Eski Yunanca “thēkē: depo, mağaza” sözcüklerinin bileşiminden oluşan “cinémathèque”  Türkçede ‘sinematek’ diye okunur ve en yalın haliyle “sinema kütüphanesi” anlamına gelir. 2. Dünya Savaşı sırasında çok fazla filmi yok olmaktan kurtaran Henri Langlois’nın 1936’da Fransa’da kurduğu Sinemateki kendisinden sonra dünyanın pek çok yerinde kurulan sinemateklere model oluşturdu.

Hüseyin Baş’ın Fransa’daki Sinematek’e götürdüğü Onat Kutlar, burada Ingmar Bergman’ın “Yaban Çilekleri” (1957) filmini izler ve gerçek aşkı sinema ile tanışır.

Önder Esmer, ilk yönetmenlik çalışması olan  Aşk, Ateş Ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar”ı beş bölümde ele almış ve sabit kamera kullanmış:

  1. Hey Gidi İshak… Fırtına Yaklaşıyor Mu?
  2. Sinema Bir Şenliktir
  3. Yeşilçam’da Bir Hayalet Dolaşıyor
  4. Ama Bazı Şeyler… Bazen Biraz Erkendir
  5. Ne Kaldı Bizden Geriye?

Bu beş bölümün içinde Adnan Özyalçıner, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Rekin Teksoy, Jak Şalom, Mete Akalın, Atilla Dorsay, Ömer Pekmez, Aydın Sayman, Burçak Evren, Ali Özgentürk, Ahmet Kutlar, Ahmet Soner, Filiz Kutlar, Mazlum Kutlar, Nijat Özön, Mustafa Göçmen, Seza Kutlar Aksoy, Giovanni Scagnomilio ve Vecdi Sayar konuşmacı olarak yer almış.

Onat Kutlar, Fransa dönüşü Şakir Eczacıbaşı’na Türkiye’de Sinematek kurma hayalinden bahseder ve onun da desteğini alarak, bazı yazar dostlarıyla beraber 1965’in Ağustos ayında, Beyoğlu Ali Han’da (ilk yeri) Sinematek’i kurar. Adnan Çoker, Nijat Özön, Hüseyin Baş, Muhsin Ertuğrul, Tunç Yalman, Tuncay Okan, Sabahattin Eyüboğlu, Cevap Çapan, Şakir Eczacıbaşı gibi isimler kurucu üyeler arasında yer alırken, derneğin yöneticisi Onat Kutlar olur.

Dünya Sineması Sinematek’te

Sinematek’te -ticari filmlerden ziyade- Bulgar Sinematekinden Fransa’ya, Rusya’dan eski Doğu Bloku ülkelerine, hatta Cezayir’e, Küba’ya kadar dünyanın dört bir tarafından gelen sanat filmleri gösteriliyor, alt yazı ve dublaj olmadığından hazırlanan 1 sayfalık özet film öncesinde seyirciye dağıtılıyormuş. Belgesel vesilesiyle öğrendiğim hoş bir anektodu yeri gelmişken paylamak isterim; Şişli Kervan Sineması’nda Sergei Bondarchuk’ın  “Voyna i Mir” (Savaş ve Barış / 1966) isimli filmi, Hasan Ali Ediz’in simultane çeviri ile gösterilmiş. Filmlere nadiren de olsa dil bilen insanlar vesilesiyle simultane çeviriler yapılabilmiş.

Türkiye’nin 1960 darbesi sonrası içinde yer aldığı politik ortamdan Sinematek de elbette nasibini alıyordu. Gösterilen filmlerin tümü sansür kurulundan muhakkak geçiyordu. Özellikle Sovyet filmlerinin gösterimi başlangıçta yasaklandı, daha sonra bu filmlere Kiril Alfabesi’nin gözükmemesi koşuluyla  izin verildi. Başta “Potemkin Zırhlısı” (1925) olmak üzere bir düzine kadar Sovyet filmi Sinematek’in arşivine bağışlandı.

Sinematek sadece film gösterimlerinin yapıldığı bir yer değil, gösterimler sonrasında film üzerine tartışmaların yapıldığı, entelektüel bir film kültürünün oluştuğu, yeni nesil sinemacı ve eleştirmenlerin yetiştiği bir merkez haline de geldi. Ayrıca üyeleri, Sungu Çapan’ın kapaklarını tasarladığı, ilk üyelerden olan Jak Şalom’un yazarlık yaptığı “Yeni Sinema” isimli bir dergi de çıkardılar.

Sinematekçiler ve Yeşilçamcılar Karşı Karşıya

Çok geçmeden Sinematek kendini Yeşilçam ile karşı karşıya buldu. Sinematekçilere göre Yeşilçam, Türk Sineması adına yetersiz, yapay, ticari, toplumsal sorunların  yeterince anlatılmadığı filmler üretiyordu. Yeşilçamcılara göre de Sinematekçiler, Türk filmlerini değil yabancı filmleri göstermeyi tercih ettikleri için kültür emperyalizminin ajanlarıydı.

Dergide de bunun üzerine yazılar yazan Sinematekçiler, Yeşilçam’ın daha kaliteli ve daha devrimci filmler üretmesini istiyordu ancak sinemada devrimin ‘d’sinin bile mümkün olmadığı, sansürün baskın olduğu zamanlardı. Yönetmen Önder Esmer, belgeselin bu bölümünde her iki tarafın ateşli tartışmalar içinde yer aldığı açık oturumların kayıtlarına da yer vermiş.

Tüm bunlar olurken Sami Şekeroğlu’nun öncülüğünde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir sinema kulübü kuruldu. Yeşilçam’dan bazı yönetmenlerin filmleri bu kulüpte gösterilince zamanla kulüp ve Sinematek birbirine rakip hale geldi. Bir süre sonra Sinematek de Lütfi Akad ve Yılmaz Güney filmlerine yer vermeye başlayarak bu yanlışından döndü.

Sami Şekeroğlu’nun “Türk Film Arşivi” filmleri arşivleyip depoluyor ve ciddi bir sinema kitaplığı kuruyordu. Sinematek’in yabancı filmleri satın alıp arşivlemesi söz konusu değildi ancak yetiştirdiği birikimli, entelektüel sinemacıları, sinefilleri ve sinema yazarları bugünün sinemacılarının ve sinema anlayışının var oluşunda büyük rol oynadı. Her iki kurumun paslaşarak ve birbirini destekleyerek Ulusal Sinemamızı büyütmesi, geliştirmesi mümkünken kutuplaşmayı tercih edip sektöre hakim tek güç olma çabası sinemamız adına eşi bulunmayacak bir fırsatın kaçırılmasına sebep olmuş ne yazık ki. O zamandan bu zamana kolektif sinema yapma bilincini ne kavrayabildik ne de uygulayabildik.

Sinematek’in İstanbul Film Festivali’ne Uzanan Yolculuğu

Bu sorunların dışında türlü maddi imkânsızlıklarla da boğuşan Sinematek, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası –diğer tüm dernekler gibi- kapatıldı. Ticari sinema dışında dünya sinemasından alternatif örnekler sunan, Türkiye’de kimsenin ismini dahi bilmediği yönetmenlerin filmlerini getiren, hem sanat hem siyasetin konuşulduğu, düşünce hayatına yön veren aydın kitlenin fikirlerini paylaştığı, bu fikirlerin karşılıklı olarak tartışıldığı bir okul görevini de üstlendi Sinematek; daha sonra ismi İstanbul Film Festivali olacak olan İstanbul Film Günleri’nin doğmasına da vesile oldu.

30 Aralık 1994’te The Marmara Otel’de PKK’nın bombalı saldırısında ağır yaralanan ve 11 Ocak 1995’te hayatını kaybeden Onat Kutlar, Sinematek’le meşgul olduğu dönemde sinemayı edebiyat aşkına tercih etse de yazmayı hiç bırakmadı. Ömer Kavur’la “Yusuf ile Kenan”ı (Ömer Kavur /1979), Ali Özgentürk’le “Hazal”ı (1979), Ferüt Edgü’yle “Hakkari’de Bir Mevsim” filmlerinin senaryolarını yazdı.

Önder Esmer, çok yönlü bir aydın, bir düşünür olan Onat Kutlar’ın hayatının bir bölümüne, Sinematek zamanına odaklansa da kaçınılmaz olarak bir dönemin taşıdığı izleri de fonuna almış. Elbette 75 dakikalık bir yapıma her şeyi A’dan Z’ye sığdırabilmek mümkün değil, Esmer de bazı yerleri detaya giremeden bahsedip geçmek durumunda kalmış belli ki ancak bu, filmin bütününde büyük bir boşluğa sebep vermiyor. Kutlar’ın beraber çalıştığı arkadaşlarına olabildiğince ulaşırken,  hem bu isimlerin kişisel arşivlerine hem de resmi kurumların arşivlerine başvurmuş.  Ayrıca konuşanlar vasıtasıyla kronolojik olarak ilerlediği anlatısında bazen birinin bıraktığı yerden diğer konuşmacının devraldığı kurgu stili (Tuvana Simin Günay) hikâye akışında devamlılığı getirmiş. Tüm bunların dışında, Onat Kutlar ve Sinematek’le ilgili  yapılmış olan ilk belgesel film olma özelliğiyle “Aşk, Ateş Ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” şimdiden sinemamızda özel bir yer edindi bile.

Önder Esmer çok genç bir yönetmen olarak çağdaşı olan sinemacılara Kutlar’ı tanıtıp, sevdirecek ve ileriki çalışmalar için de referans gösterilebilecek bir kaynağa imza atmış.  

“Ne Kaldı Bizden Geriye?”

“Onat Kutlar”dan geriye biraz kültür, biraz sanat ve insanı insan yapan erdemlerden bir miktar kaldığını düşünüyorum.”  diyor belgeselin sonunda oğlu Mazlum Kutlar. Aşk, ateş ve anarşi günlerini yaşamış, ucundan kıyısından yakalamış ya da o döneme doğmuş olan seyirci için de biraz neşe, bazen kırgınlık ve çokça hüzün bırakıyor bu çalışma. Zamanın koşullarının yetersizliğine, maddi imkânsızlıklara ve baskılara rağmen bir araya gelip üretme azmi taşıyan, elini taşın altına koyan tüm ustalara selam olsun.

Son sözü de filmin finali gibi Onat Kutlar’a bırakıyorum:

Bir çimen türküsüyle açardı

soyağacının gizli bahçelerini

çılgın bir büyücüye, orada kan ırmağından

geleceğin şarabını çıkardım

ve yanan günlerden altın

bir şiir çıkardım

güzelliğinin kapalı yapraklarından

bozkır ortasında ırmak

kuyu dibinde gökyüzü bir özgürlük

esintisi zindanların avlularından

Unutma ben yok olunca değişince kent

ve bir yoksulun o günlerden

sana bağışladığı söz ülkesi yitip gidince

sonsuz ve isimsiz bir deniz kalacak

bir de çam ağacı

benim sularımla öpüşen. [3]

 

Notlar:

[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri (Dergâh Yayınları)

[2] Onat Kutlar, Sinema Bir Şenliktir (de Yayınevi, 1985, s.28)

[3] Onat Kutlar, Unutulmuş Kent ve Çeviri Şiirler (Yapı Kredi Yayınları, 1999, s.57-58)

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 07:46:13