A password will be e-mailed to you.

Epey uzun süre duyduk Toz Bezi filmini. Hikayesini duyduk önce, sonra oyuncular kulağımıza çalındı, çekimleri başladı başlayacak derken, çekildi ve sona erdi. Prömiyerini Berlinale Forum bölümünde yaptı. Yönetmen ve senarist Ahu Öztürk 5 yıllık emekleri Toz Bezi ile vedalaşma evresinde, izleyiciler de vizyonda yerini alan filmle selamlaşma. Geçtiğimiz hafta sona eren 35. İstanbul Film Festivali’nde de En İyi Film, En İyi Senaryo ödüllerini kazanan film başrol oyuncularından Asiye Dinçsoy’a da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırdı. Film; iki ev işçisi kadının, temizliğe gittikleri evlerdeki insanlarla kurdukları ilişki, gündelik çatışmalar, kendi arkadaşlık-kardeşlikleri ve bu yakın arkadaşlığın hiyerarşisi, hayata tutunma çabası, kadınlık, annelik, temizlik, yoksulluk ve kimlikler üzerine pek çok soru soruyor. Ahu Öztürk’le filme dair konuştuk.

 

Merve Genç: Filmin ödülleri ile başlayalım mı? En son İstanbul Film Festivali’ne damga vurdu ödülleriyle? Neydi o anki hissiniz?

Ahiu Öztürk: Ben o ödülleri hiç beklemiyordum. “Acaba kadın yönetmenlere verilen Audentia Ödül’ü verilir mi” diyordum. Hevesle, “O olsun” derken çok şaşırdım. Hakikaten çok şaşırdım, donmuş gibiydim zaten. İnanmadım. Gerçekten öyle tuhaf bir andı. Sonra birileri tebrik edince idrak etmeye başladım. Sonradan aydım. Sürprizdi benim için.


-Peki filmin meselelerini ev işçisi 2 kadın üzerinden anlatma fikri nasıl ortaya çıktı?

Teyzem ev işçisiydi benim. Teyzemle bir gün işe gittim birlikte vakit geçirelim diye. Çok güzel bir evde teyzem sürekli temizlik yapıyordu. Öyle bir evle karşılaşma anım ilk olarak orasıydı ve teyzemin o evde temizlik yapıyor oluşu, teyzemin bildik teyzem dışında başka bir hayatının da olduğu, bir taraftan da farklı bir şey de yapmıyor oluşu tuhaf gelmişti. Çünkü annemi evde temizlik yaparken gören biriyim. Teyzem de temizlik yapıyor ama başka birinin evinde başkasının kirini temizliyor. Dolayısıyla bu mesele benim hep ilgilendiğim bir meseleydi. Gündelikçilik denir aslında ev işçiliği denmesini isterler. Hem evdeki temizlik mesaisinin ne kadar ağır olduğunu, ne kadar kadınla kodlanmış olduğunu, sanki çocuk doğurmak kadar sadece onun yapabileceği zorunlulukmuş gibi algılanıyor olması falan hep benim de dertlerimdi tabii ki. İlk film bence senin ilk yüklerindir. Yoksa o kadar külfetli yolculuk çekilmez.  Hakikaten senin bu yolculuğa çıkman, o yolculuğu bitirmeni ve o sıkıntıyı çekebilmeni sağlayacak bir karşılığı olmalı sende. Ben de bu kadar karşılığı olduğunu bilmiyordum. Ben de sonradan fark ettim. 


-Filmdeki kadınlar arasında tuhaf bir denge ve ilişki var. Nedir bu kadınlar arasındaki ilişki?

Ben filme başlarken ana karakter iki kadının hep dayanışacağı bir hikâye aradım. Onları ev işçisi yapınca, onlar doğal olarak orta sınıftan kadınlara gideceklerdi. Orta sınıftan kadın da ev işçisini tutan, ayarlayan, şurayı temizleyeceksin, şu bezle bunu yapacaksın diyen kişi. Kendi eşi ya da sevgilisiyle çelişkisini azaltan biri olarak ev işçisiyle bir ilişki kuruyor. Dolayısıyla ev işçisi gittiği zaman orada yine karşısına kadınlar çıkıyor. Çok azdır erkek çıktığı, zaten tercih de edilmez. Zaten doğalında, o kadınların iş hayatları gereğince bir sürü kadın karakterin olduğu bir şey ortaya çıkıyor. Asıl kurcalamak istediğim şey; “Evet, kadınlar karşılaşıyor ama aralarına sınıfsal mesafeler girince ne oluyor?” idi. Sınıfsal refleksleri ortaya çıkıyor. Orta sınıf kadın onu elinden çekip kurtarmıyor. O çok ütopik bir şey olur. Vardır öyle örnekleri mutlaka ama bir filmde o örneği seçmem “Orta sınıf kadınlar alt sınıf kadınları kurtarır” demek olur ki buna gerçekten inanmıyorum. Kimin ihtiyacı varsa odur kurtuluşun sahibi. 


-Zaten filmde de görüyoruz bu desteği. Aslı Hanım’ın Nesrin’e verdiği desteği, ama bir yerden sonra yüreklendirmeler, çabalamalar sonuçsuz kalıyor. 

Benim de yaptığım bir şey bu aslında. Fark ediyorum, yapmışım. Bir anda ne var ki yaparız hep beraber diye. Sonra gerisi gelmiyor ki oradaki tek aktör de sensin aslında. Aslı hanım tek başına nereye kadar ne yapabilir? Sonuna kadar unutmamış olsa dahi bir taraftan gerçekten koşullar da yok ki. Bireysel kurtuluşlar, el uzatmalar falan vardır hayatta tabi ama öyle hikâyeleri ele aldığın zaman o hikâyeler üzerinden büyük bir önerme kurmuş olursun. Ben o önermeye inanmıyorum.


-Filmin başrolleri Nazan Kesal ve Asiye Dinçsoy gerçekten çok başarılılar. Oyunculara nasıl karar verdiniz?

Asiye, Nesrin karakterini yazarken aklımdaydı ama Hatun karakterini kimin oynayacağını hiç bilmiyordum. En çok da o rolden korkuyordum. Çünkü onu beceremezse oyuncu gerçekten her şey biter. Al at çöpe, o kadar önemliydi benim için o rol. Biz böyle bakınıyoruz ediyoruz, cast direktörü ayrı, yapımcılar ayrı. Bir gün aklımıza Nazan Kesal geldi. Onun gelme sebebi de Saç filminde bir sahnede buzdolabına bir yürüyüşü vardı Nazan’ın. Bu kadar mı tatlı olunur. İklimler’deki  femme fatalden sonra belli ki cebi yüklü. Orayı da kıvırır diye düşünmüştüm. Ama benim için çok büyük sürpriz oldu. Sette ona her zaman hayranlıkla baktım. Tam biz onu düşünürken, nasıl ulaşalım derken Nazan da twitterda Ezgi ile Çiğdem’in bizim hikâyeyi paylaştıkları bir tweetine rastlamış. ‘Ben talibim’ demiş. Denk düştü. Sonra 1,5-2 sene bir türlü sete giremeyince çalıştık. Aksan meselesini ben ve annemle çalıştı. Nazan sürekli repliklerin o aksanla okunmuş halini dinledi. Annemi gözlemledi. Ayrıca kendi repertuarı çok geniş, taşrayı çok iyi biliyor. Çok yetenekli. Bazen benim de monitörde kahkaha krizine girdiğim oldu. Asiye de zaten çok yetenekliydi ve çok güzel oynadı.


-Filmde ele aldığın haliyle kimlik meselesine dair ne söylemek istersin?

Filme başlarken bir tür kaçış hikâyesi vardı benim için. Filmin benim için ilk çıkış noktası; bizim eve gelen bir akraba kadının söyledikleri oldu. Oğlumun gözleri yeşildir, onu gördüğünde “Kime çekmiş bu çocuk” dedi. Ardından da “Tabii biz Çerkez’iz ya” dedi. Halbuki Kürd’üz, annesi sadece Kürtçe bildi ve öyle öldü. Hafif de gerçeküstü halleri olan bir kadındı. Dolayısıyla bana Hatun’un çerçevesini vermiş oldu. Bir taraftan da kendi deneyimlediğim Kürd’lük deneyimlerim var. Benim annem bazen bir şeylere gıcık olur; “Gelin biz Kürdlükten istifa edelim” der. Anne memuriyet mi bu deriz. Hatun’a benzeyen bir kadındır annem. O kaçma mecralarını çok iyi biliyorum. Bir de orta sınıfla karşılaşma meselelerim çok oldu. Parkta mesela çocuklarımı sevip ay ne tatlı adı ne dediklerinde Rodin cevabı verdiğimde ve bu ismin Kürtçe olduğunu öğrendiklerinde “Hımm…” derler. Kürd ama iyi, hiç Kürd demezsin de bunlardan biridir, hatta filme de aldığımız cümle. Benim aidiyetlerimden bir tanesiydi o.  Filmin başlangıç noktası buradan geldi. Bir de şöyle bir şey var 90’lardaki göçle birlikte gündelik çalışanlar -sadece temizlik işçilerinden bahsetmiyorum. İnşaatçılar, kağıt toplayanlar vesaire- hayatını iş anlamında sigortasız ve belirsiz yaşayanların bir kısmı Kürd. Doğalında iki aidiyetin toplamı var. Benim yazarken bundan muaf tutmam benim için bana ters olan bir şey. Zaten hikâye buradan çıktı ve benim böyle dertlerim de vardı.


-Yönetmen kadın, oyuncular kadın, yapımcılar kadın… Sette bir kadın hakimiyeti söz konusu.

Set çok güzeldi. Minimum iktidar vardı. Çok düzgündü. Bir tane bağırtı çağırtı yoktu. Görüntü yönetmeninin Meryem oluşu da çok etkili bunda. Yapımcılar kadın, ben kadın. Karşı tarafı anlayarak bir şey istirham etmek ya da derdini anlatarak anlamasını sağlamak, o köşeleri biliyor olmakla ilgili, çok hoş bir set deneyimiydi.


-Filmin yolculuğuna başlamadan sendeki cümlesi neydi?

Ben o akraba kadın bana Çerkez meselesini söylediğinde “Kaçacak bir yer yok” dedim. Bir yere kaçamayız. Ne Moda’da bir ev alabilirsin, ne Çerkez olabilirsin. Gidecek yer yok. Başka bir şey arama. Gerçekten sahici olabilmesi için çalışmamın ve o takıntımın sebebi de bizi kurtaracak tek şeyin gerçekler olması. Gerçek de kaçmamak. Kaçsan da kaçamayacağını bilirsin sonunda. Bütün o yolculuk aslında boşunadır. Kendi kendime bazen gözümü kapatıyorum ya da yokmuş sayıyorum falan. Kaçtığım zaman uzaklaştığımı sanıyorum. Kaçmanın yürümek olmadığına eminim. Ya da yol kat etmek olmadığına da eminim. His olarak bu geçsin onlarla yoğrulsun istedim.


-Nesrin’in kendi ailesi ve kocasının ailesi ile olan ilişkisi, Hatun’un aile ilişkileri, Hatun’un Nesrin’in kızını kendi kızı gibi sahiplenişini görünce filmin aile kavramına dair de söylemleri var diyebilir miyiz?

Çok teşekkürler. Filmdeki aileye dair durumu fark eden birkaç kişiden birisin. Yazarken de biri fark etmişti. Boynuna sarılmıştım gerçekten mi diye. Evet, filmde aileye dair sorular var alttan alta. Çok dipte de aslında istediğim de buydu. Şu anda da benzer bir şey yazıyorum. Bu hikâyeden tabii ki çok bağımsız ama “aile nereden, aile nedir” meseleleri benim dipten dibe olan meselelerim. dair sorular da var alttan altta. Çok dipte aslında istediğim buydu. 


-Şu andaki o aile hikâyesi nasıl bir mesele, yine kadın mı var odağında?

Kurgu o kadar uzun sürdü ki o zaman kaçmak için bir hikâyeye sığındım. O hikâye o kadar içine aldı ki beni tekrar ona döneceğim. Biraz mesafe aldım duygusal olarak da. Orada da ev nedir, aile nedir? – ev de benim takıntılı olduğum meselelerden biri- sorularını sorduğum bir şey olacak. Baba mecrası daha baskın. Biraz baba ile olan ilişkiye baktığım bir şey olacak. Arka planı biraz siyasal tarih, toplumsal tarih ve aileden beslendiğim bir hikâye. Ama başka bir dili olacak. Hareketli kamera olmayacak bu filmdeki gibi. Benim ısrarla hissi geçsin diye tutturduğum kamera dilinden çok daha bağımsız başka bir dili olacak.


-Filme Berlin’de de gösterildi, Türkiye’de de. Tepkiler nasıl?

Biz ilk defa o kadınlar aracılığıyla onların bakış açısıyla hem onların dünyasını görüyoruz hem de orta sınıfa ve şehre bakıyoruz. Bu anlamda ilk. Berlinale forumda çok güzel eleştiriler aldık. Çalışanlarına siz izleyemediniz diye bir 5 film hazırlamış orada da vardı film. Başka bir dergi Berlinale’den 10’luk liste yapmış orada da vardı. Nürnberg’de ödüller aldık falan. İyi bir şey herhalde bu. 


-Çok içinde olunca tabii algılamak da zor olmalı. Bir yerden sonra o kadar uzun süre içinde olduğun bir işe dışarıdan bakma da gerekiyor tabii.

5 yıl uğraştık film için. Sanki vedalaşıyorum yavaş yavaş. Göbek bağımı kestim festivallere ilk gönderdiğimde. Şu an bence veda sürecindeyim. Bir kapanış yaşıyorum o hikâye ve süreçle. Hüzünlü tabii biraz. Mesela bir tane kız Nazan’a mesaj atmıştı. Annesi temizlik işçisiymiş, filme beraber gitmişler. Gülmüşler, hüzünlenmişler. Şu sahne vardı hatırlıyor musun diye bir yürüyüşünü anlatmış Nazan’a. Ben o kadar etkilendim ki… Feriştahı gelse o hazzı vermez bana. Ona o duygunun geçmiş olması hissiyle sağlam bir film eleştirmeni tarafından beğenilme durumu asla aynı şey değil. Tam da o his için yapıyoruz.  Bir sürü hikaye vardı filmi yazarken. Eleye eleye bulduklarım, benim için başat olanlar bunlardır. Onların da birbirine organik bir şekilde bağlanması önemliydi. Büyük cümleler kurmamam lazımdı göz çıkaracak. 


-Peki her şeyin ilhamı olan teyzenin izledi mi?

Henüz izlemedi, çok istiyorum izlemesini. Çok gurur duyuyor ama gelmiyor. Çok etkilenirim, izleyemem diyor. 3 Mayıs’ta Maltepe Belediyesi gala yapacak oraya gelecek umarım…



Daha fazla yazı yok
2024-05-04 01:03:58