A password will be e-mailed to you.

Bu yıl 43. kez buluştuğumuz  İstanbul Film Festivali’ni geride bıraktık. Mart ayında festivalin programı açıklandığında Berlin Film Festivali’nden gelecek olan ”en iyi”ler  beni çok mutlu etmiş ve heyecanlandırmıştı. Keza Ulusal Yarışma kategorisinde de hem genç yönetmenlerin ilk eserlerini hem de aşina olduğumuz ve kıymet verdiğimiz sinemacıların yeni filmlerini izleyeceğimiz için heyecanlanıp umutlanmıştım. Üstelik bunlardan bazıları geçtiğimiz yıl yapılamayan Antalya Film Festivali ile Ankara Film Festivali’nde ilk gösterimleri yapılacak olup programdan ayrılan filmlerdi ve bu filmleri nihayet 43. İstanbul Film Festivali’nde izleyebilecektik.

Wim Wenders – Koji Yakusho / İstanbul Film Festivali Basın Toplantısı Fotoğraf: Arzu Arda Deger

Sevindiren bir diğer haber de Wim Wenders ve çok sevilen filmi “Perfect Days”in başrol oyuncusu olan Koji Yakusho’nun festivalin onur konuğu olarak İstanbul’da ağırlanacağı idi. Festivalin sonlarına doğru iki isimle yapılan basın toplantısına da katılarak bu güzel ve samimi sohbeti kendi anılarıma dahil etme fırsatı bulmuş oldum.

BERLİN’DEN GELENLER

Dahomey/Mati Diop

Berlin’den gelen yapımlar büyük hüsran yarattı; seçki zayıf, “en iyi” olarak ödüllendirilmiş yapımların abartıyla övgüye boğulmuş olduklarını görmek üzücüydü. Mati Diop’un Altın Ayı kazanan “Dahomey”i evet sade, net bir belgesel ama abartıldığı kadar da güçlü bir yapım değil.

Dahomey Krallığı’nın kültürel mirasına ve ülkenin sanat tarihi adına doneler bulundurup, toplum nezdindeki yansımasını konu edinse de yönetmen imzasından azade kalıyor. Çünkü anlatıda üniversite öğrencilerinin farklı bakış açılarıyla savundukları hararetli tartışmaları kayda alan kamera gibi izlemekle yetiniyoruz. Ödülün, Avrupa’nın bir nevi günah çıkarma refleksiyle verildiği de aşikâr.

Bir Gezginin İhtiyaçları/Hang Sang-soo

Berlin’den gelip hüsran yaratan diğer bir yapım üretken yönetmen Hong Sang-soo’nun filmi “A Traveler’s Needs” (Bir Gezginin İhtiyaçları). Başrolde Isabelle Huppert’ın yer aldığı yapım, yer yer absürt hatta spontan geliştiğini varsaydığım mizahıyla güldürse de ne hikâyede ne çekim tekniğinde bir özene ne de karakter derinliğine sahip.

Gelişigüzel kadrajları sanki eline ilk kez kamera alan birisinin işiymiş gibi pek sakil kalıyor. Üstelik bu film Berlin Büyük Jüri Ödülü sahibi!  Minimal sinemanın bu olmadığı kanaatindeyim.

Pepe/Nelson Carlos De Los Santos Arias

Festivalin Heyula bölümünde gösterilen filmlerine dair yazdığım bir önceki yazımda Berlin’den En İyi Yönetmen ödülü kazanan Nelson Carlos De Los Santos Arias imzalı “Pepe”den bahsetmiştim.

Kolombiya cangılında öldürülen türünün ilk ve son örneği su aygırı Pepe’nin hikâyesini, bu toprakların halklarının sözlü geleneğine uygun bir şekilde hem gerçek hem de uydurma, bazen ciddi bazen de oyuncaklı bir biçimde Pepe’nin ağzından bazen böğürtüler ve sesler eşliğinde anlatan ve finalinde üzücü bir tat bırakan bir belgesel. Bir kez daha görüyoruz ki insan kadar vahşisi yok!

En Sevdiğim Pastam/Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha

Türkiye hakları Bir Film’de olduğu için kısa zaman içinde vizyona gireceğini tahmin ettiğim “En Sevdiğim Pastam”ı başlı başına ele alıp yazmayı çok isterim ancak festivaldeki favorilerimden biri olduğu için değinmeden de geçmeyeyim. Ayrıca Berlin seçkisinden olup yüzümüzü güldürenlerden.

Berlin Ekümenik Jüri Ödülü ve FIPRESCI Ödülü sahibi film, kocası öldüğünden beri yalnız yaşayan 70 yaşındaki Mahin’in hayatının ikinci baharını tam yaşacağını düşündüğü anda ellerinden yitiriverişinin hikayesini anlatıyor. Hem çok eğlendiren hem de -tahmin edilebilir olsa da- finaliyle sarsıp, üzen; kadına ve özgürlüğe dair dokunaklı, şahane bir film. Zihnimde mutlu bir çiftin flu fotoğrafı, yenmemiş bir pasta ve gözümde yaşlarla salondan ayrıldım. “Keşke biz de böyle filmler çeksek.” diyerek… Filmin yönetmenleri, Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha’nın seyahat yasağı ve cezai suçlamalar nedeniyle Berlin Film Festivali’ne katılamadıklarını da belirteyim.

ULUSAL YARIŞMA FİLMLERİ

Festivalin Ulusal Yarışma kategorisinde yer alan “Son Hasat”, “Rosinante”, “Suyun Üstü”, “Başlangıçlar”, “Büyük Kuşatma”, “Beraber”, “8×8”, “Yurt”, “Faruk”, “Bildiğin Gibi Değil” ve “Tereddüt Çizgisi” filmlerinin hiçbiri maalesef tam mânâsıyla güçlü yapımlar değildi, bir tanesini bile favorim olarak gösterememek beni gerçekten üzdü ve en az Berlin’den gelenler kadar hüsrana uğrattı.

Bu on filme şöyle bir göz atalım.

Son Hasan/Cemil Ağacıkoğlu

Festivalde gösterilen ilk ulusal yapım Cemil Ağacıkoğlu’nun dördüncü uzun metrajı olan “Son Hasat” filmi, Toronto Film Festivali’nin özel seçkileri arasında yer aldı ve Centrepiece bölümünde gösterildi. Ağacıkoğlu’nu ilk kısa metraj filmi “İp” ile tanıdım; ilk işi olsa da kadrajının temizliği ve stilize duruşu, fotoğraf gözünün ne denli güçlü olduğu dikkatimi çekmişti. Daha sonraki çalışmalarında da bu görüntü dilini devam ettirdi, mesleğe fotoğrafçılıkla başladığını ispat eden etkileyici fotoğraf karelerini izlemeye devam ettik ancak filmlerinin temel olarak bir anlatı eksikliği bulundurduğunu söylemek mümkün. Senaryoları, kadrajları kadar güçlü olamadı. “Son Hasat” da bu zayıf ve soruları yanıtsız bırakan bol boşluklu senaryolardan biri. Film, geçimini kamış hasadından kazanan köylüler ve onları sömüren çeteyle ilgili; eh erkeklik halleri de kaçınılmaz elbette…

Filmin en büyük artılarına değinecek olursam bunlardan ilki yine görüntü yönetimindeki başarısı. Tabii burada mekanın da hakkını teslim etmek gerekir, bazı mekanlar adeta bir oyuncu gibi dahil olabiliyor filme ve açıları belirlemede rejisel bir zorluk yaratmıyor, bilakis bol alternatifli, büyüleyici seçenekler sunabiliyor. Bu stilize resimleri çeken isim de geçen yıl yine İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz “Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu” filminin de kamera arkasında olan Emre Pekçakır. Doğan Duru’nun tam kararındaki müzikleri (ki kendisi En İyi Müzik Ödülünün sahibi oldu) ve Ivan Andreev’in ses tasarımı ise diğer artılarından. Evli olan Ali (Hilmi Ahıska) ve Aysel’in (Sevgi Temel) aralarındaki soğukluğun nedenini, Ali’nin -ağaların, yerel çetelerin tahakkümüne karşı direniyor olsa da- ‘seri katil’e bağlayan karakter gelişimini anlamak mümkün olmadı. Ayrıca tekrar planların fazlalığı, süresi zaten uzun olan filmi daha da uzatmış. Sinemacılarımızın aklına otomatik olarak Erdem Şenocak ya da Ercan Kesal gibi “kadrolu taşra oyuncularının” gelmediği; Hilmi Ahıska ve Berkay Şanveren gibi yeni ve parlayan yeteneklerin daha çok yer aldığı filmleri izlemek dileğiyle…

Rosinante/Baran Gündüzalp

Baran Güzinalp’in, şehirli, orta sınıf çekirdek bir ailenin geçim derdine odaklandığı ilk filmi “Rosinante” dünya prömiyerini Tokyo Film Festivali’nde yapmıştı. Salih (Fatih Sönmez), Ayşe (Nilay Erdönmez) ve 7 yaşına gelip hâlâ konuşmayan oğulları Emre (Can Demir) aile olarak samimi ve inandırıcı bir cast olmuş ama senaryosu kör göze parmak klişe yığını. Ve adeta sinefillere göz kırpan bir edayla sinema sanatından birçok filme gönderme var.

İlhamı da “Bisiklet Hırsızları”ndan almış. Finalini zaten tahmin edebildiğimiz filmin ışık tasarımını sinematik bulmadım; reklam ve tv programı/dizisi karışımı az ekipmanlı olduğunu düşündüğüm bir ışık yapılmış. Film sıkıcı değil, temiz çekilmiş ama neticede hafızalarımızda yer etmeyecek nitelikte…

Suyun Üstü/Aslıhan Ünaldı

İlk olarak geçtiğimiz yıl Adana Film Festivali’nde izlediğim “Suyun Üstü” bu festivalin de zayıf halkalarından biri. Gazeteci babası siyasi yazıları nedeniyle hapse düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Zeynep (Nihan Aker), Amerikalı eşiyle Türkiye’ye döner, kardeşi Yasemin (Elit İşcan) ve artık babasından boşanmış olan annesi ile bir yelken seyahatinde bir araya gelir. Parçalanmış aile için bir araya gelme fırsatı yakalanmış olsa da eski kırgınlıklar ve sırlar gün yüzüne çıkmaya ve kaçınılmaz olarak tartışmalar devam eder.

Bir tür orta üst sınıfın varoluş sancılarını izlediğimiz bu yapımın, senaryosu kadar diyalogları da zayıf. Zeynep’le kocasının arasındaki sorunların da ailenin dertlerinin de çok ciddiye alınır, seyirciye dokunan bir tarafı yok. İlk film olmanın acemiliğiyle rejisi de o kadar güçlü değil.

Başlangıçlar/Ozan Yoleri

Konusuna İKSV’nin sayfasından bakmasak “Paris’te aynı evi paylaştığı arkadaşının beklenmedik ölümü” kısmını filmde anlamak zor. 20’li yaşlarında olan Defne (Ahsen Eroğlu) resim restoratörüdür ve onarılmayı bekleyen gizemli bir Osmanlı tablosu ile ilgiliyken hem işvereni hem annesiyle olan ilişkilerinde sorunlar ve bunalımlar yaşamaktadır. Resim restoratörü karakteri ile sinemamızda ilk kez karşılaşıyoruz sanıyorum, sürekli yazar ya da sinemacı tiplemesiyle muhatap bırakıldığımız için bu açıdan film büyük bir artıyla başladı benim adıma ancak karakter derinliğinde yine çok fazla eksik done bulunduruyordu.

Mesele aslında aidiyetsizlikken bunun üzerine de yeni bir şey söylemiyor ve nihayetinde payımıza sadece iyi fikirden yola çıkan devasa bir “sığ entelektüel sancılar” izlemek düşüyor maalesef. Filmin başında ve sonunda Defne’nin küçüklüğüne ait handycam ile çekilmiş sahnelerin olması da aslında nostaljiyle beraber bir sıcaklık katmış sinematografisine.  En azından Ozan Yoleri’nin ilk filminde ortalama/derli toplu bir reji ortaya koyduğunu söylemek mümkün. (Seyfi Teoman İlk Film Ödülü – Mansiyon)

Büyük Kuşatma/Sinan Kesova

Ünlü bir akademisyen olan Berna Tuna’nın (Zeyno Eracar) ölümü, kocası Macit (Alp Öyken) için geçmişteki hatalarıyla yüzleşmek ve yıllardır ihmal ettiği kızı İpek (Dolunay Soysert) ile ilişkisini pekiştirmek için bir fırsattır. Oğlu Alp (Yiğit Sertdemir) ile eşinin asistanı Feyza’nın (Asiye Dinçsoy) Berna’nın mirasına olan bağlılığı bu yeniden başlangıç ümidini bir sınava dönüştürecektir, denilmiş filmin konusu için. Karısı ölen yaşlı bir adamın geçmişe ait anı ve eşyalardan kurtulup yeni bir hayat kurma çabası, sonunda niyesini çok da anlayamadığımız şekilde kuşkucu ve agresif bir hâle bürünüyor.

Ana karakterin derdinin ne olduğuna, ne istediğine, -varsa- kuşatılmasının (filmin adından hareketle) ne yönde olduğuna dair sorularım yanıtsız kaldı. Aslında hem enteresan hem de flu kalan bir karakter Macit; başucunda “Atatürk’te Çocuk Sevgisi” kitabı olan (kendi çocuğunu sevmeyen), üzüldüğünde Atatürk portresine bakıp gözleri mahçup bir şekilde dolan ve yüzünü utançla çeviren, kızıyla gittiği yemekte dışarda ilkokul önlüklerini giymiş yetişkinlerin marşlarla geçişini izlerken gururlanan Kemalist biri. Şayet bunlar politik göndermelerse muhalif tarafta kalan olarak sözünü sakınan bir karakter ve dolayısıyla yönetmen neden var? Neden net ve anlaşılır bir tepki yok. Bu sahnelerin ve planların mânâsı ne? Bu tavrı sinema adına korkakça bulmakla beraber, şunu da gayet iyi anlıyorum ki bakanlıktan destek alıp silahı o tarafa doğrultmak için de kimsenin gücü yok!

Sinan Kesova bu ilk çalışmasıyla Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’ne sahip oldu.

Beraber/Mete Gümürhan

Yine bir ilk film olan “Beraber”in yönetmenliğini  Mete Gümürhan üstlenmiş. Rotterdam’da doğup büyümüş Zeki’nin (Alihan Şahin), annesinin kaybı ile yaşadığı travma sonrasında babası Türkiye’ye taşınma kararı alır. Baba her ne kadar dışarısını güvenli bulmadığı için oğlunu evde tutmaya çalışsa da Zeki dışarıya çıkmanın, sokaklarda olmanın bir yolunu bulur. Serbest koşu (free run) sporuyla uğraşan Zeki, başta önyargılarla geldiği İstanbul’da, girdiği yeni arkadaş çevresi sayesinde, eğlenceli ve özgür bir dünyada dahil olduğunu zannetse de bir suç çetesinin içerisinde olduğunu anlayacaktır.

“Beraber”, hem bir yas, hem fakir-zengin konseptli bir gençlik hem de suç filmi olarak adlandırılabilir ancak hiçbirinin hakkını layıkıyla veremeyen, çok zayıf bir yapım, hatta seçkinin en zayıf halkası diyebilirim. Genç oyuncuların performansları zayıf olduğu gibi yönetmen müdahalesinden de azade kalmış. Bir tv filmi bile olamayacak nitelikte ne yazık ki.

En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü kazanan filmin bu denli bir sanat tasarımına sahip olduğunu söylemek ise çok zor.

8×8/Kıvanç Sezer

“Sınıfsal Üçleme”nin ilk iki filmiyle, Babamın Kanatları ve Küçük Şeyler, gönüllerimizde yer eden ve sonraki işlerini takibe değer bulduğumuz yönetmen Kıvanç Sezer’den üçlemenin son filmini bekliyorduk ancak bağımsız bir ilişki ve gerilim filmiyle festivalde karşımıza çıktı. Sevgili olan Sarp (Halil Babür) ve Eda (Ece Yüksel), hafta sonu tatili için İstanbul’dan uzakta, deniz kenarında bulunan bir ev tutarlar. Eve girdiklerinde intihar girişiminde bulunmuş Can’la (Alican Yücesoy) karşılaşır ve onun hayatını kurtarırlar. Gece ilerledikçe üç kişi önce yakınlık kurar, sonra alkol ve uyuşturucunun da etkisiyle eğlenirken bir tahmin oyunu oynamaya başlarlar. Tüm tahminlerini tuttursa da antipatikleşen Can sınırı aşar. Bu arada Sarp ve Eda’nın arasındaki tartışmalar artmaya başlar ve zaten Berlin’e gidecek olan Eda, Sarp’a ayrılmak istediğini söyler.

Can’ın tuttuğu fener balığının akşam yemeği olarak hazırlanması sırasında fenerbalığının erkek ve dişisiyle ilgili olan hikâyesini öğrendiğimizde, Sarp ve Eda’nın ilişkisinin bunun üzerinden temellendirildiğini anlıyoruz. Buna göre erkek fenerbalığı çiftleşme sonrasında dişisinin üzerinde kalıp adeta onun bedenine yapışarak ve tutunarak hayatına devam ediyor, günden güne eriyerek yok oluyormuş. Tek bedende olup birbirlerine karışmış gibi gözükseler de aslında erkek fener balığı, dişisi tarafından öğütülüyormuş. Eda, Sarp’ı öğüten ve yok eden taraf değil aslında, uzak ilişki istemediğini ve ayrılma kararını net olarak söylese de ısrarla bırakmak istemeyen taraf Sarp oluyor. Bir nevi kadın karakter haksız kodlanmış diyebiliriz. Filmin birkaç yerinde mantık hatası var, en dikkat da Can karakterinin olmamışlığı dikkat çekiyor. Sanki ona dair yazılması gereken sahne ya da diyaloglar yazılmamış gibi. Bu eksik noktaları görmezsek film kendi dinamikleri içerisinde iyi bir film aslında, asla kötü diyemeyiz ancak Kıvanç Sezer sineması ve sinemamız adına ‘eski’ kalan bir anlatı.

Faruk/Aslı Özge

Berlin Film Festivali’nde Türkiye’den gösterilen tek uzun metrajlı film olan “Faruk”, Panorama FIPRESCI Ödülü ile döndü. Film, iskeletini kentsel dönüşüm teması üzerine kurup, baba-kız ilişkisinin karmaşıklığından yol alıyor.

Filme adını veren 90 yaşlarındaki Faruk’un, yıllardır oturduğu apartmanın yıkılması yaklaşırken apartman toplantılarına katılması, yaşlılığından dolayı imzası gereken her görüşmeye gidememesi sonucu vekaletini kızını bırakması, kiralık ev arayışı ve sonra birine yerleşmesi, kızının yeni bina inşaat halindeyken daireyi karlı olduğunu savunduğu bir meblağ karşılığında satması ve bu parayı öncelikle kendi filminin borçlarını temizlemek için ödeyeceğini söylemesi gibi olaylar gerçeklik ve kurmacanın yavaş yavaş iç içe geçmeye başlamasıyla anlatılır. Yönetmen Aslı Özge’nin gerçek mekan, karakterler ve olaylardan oluşan anlatısına kendisini ve babasını dahil etmesi ile yarattığı “film in film” stili çok akıllıca olduğu gibi dinamiklik de katmış. Ancak sinematografi adına çok zayıf kalıyor.

Bildiğin Gibi Değil/Vuslat Saraçoğlu

Sinemada aynı oyunculardan ziyade yeni, pek bilinmeyen, “no name” isimleri izlemeyi daha çok seviyorum. Bunu, yapımcının ve yönetmenin keşif hanesine artı olarak yazıyorum. Bazen, bazı oyuncular aynı festivalde iki-üç filmde birden karşımıza çıkınca sıkıcı hale gelebiliyorlar. Her projede aynı isimleri görmek gerçekten seyirci kanadında bıkkınlık yaratıyor, bunu da bu vesileyle burada kayıt altına almış olayım. Son dönemde Serdar Orçin ve Alican Yücesoy’u çok sık izler olduk, hatta Yücesoy, festivalde yer alan bir diğer filmde, Kıvanç Sezer’in “8×8“ inde  de rol almıştı. Yine de “Bildiğin Gibi Değil”in en büyük kozu oyuncuları demekten kendimi alamayacağım. Hem mükemmel uyumlanmışlar hem de samimi performanslar sergilemişler. Özellikle  Hazal Türesan parlıyor. Ben kendisinin En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alacağına kesin gözüyle bakıyordum ki ödül “Tereddüt Çizgisi”ndeki Tülin Özen’e gitti. Bence Türesan’a büyük haksızlık yapıldı.

Filmin hikâyesi, Tahsin, Yasin ve Remziye isimli birbirinden çok farklı hayat görüşüne sahip üç kardeşin babalarının gizemli ölümüyle doğdukları şehir olan Tokat’ta bir araya gelmesiyle başlıyor. Zaman zaman çatışmalarına zaman zaman sıcacık ilişkilerine şahit olduğumuz üç kardeş, ortak geçmişlerini farklı anımsadıklarını idrak edince hiçbir şeyin hiçbirinin bildiği gibi olmadığı anlaşılır. Geçmişe dair hatırlananlar ve yüzleşmeler bu üç kardeşin doğup büyüdüğü memleketlerinde ve evlerinde yaşandığı için hem karakterleri daha iyi anlayabildiğimiz sahici bir alan açmış, hem de olay örgüsünü samimi kılmış. Filmin handikapı çok fazla konuşuyor olması ki benim sinema adına çok da doğru bulduğum bir tarz değil. Böyle olduğunda –istisnaları var tabii- film salt diyaloglarıyla öne çıkıyor, sinematografisi arka plana düşüyor. “Bildiğin Gibi Değil”de öyle olmuş. Ayrıca finalini de eksi hanesine yazıyorum ki buna, filmin akışkan senaryosu içerisinde ihtiyaç duymadığını savunuyorum. Bazı sahneleri de (hamam gibi) çok daha işlevsel yazılabilirdi kanaatindeyim çünkü bahsi geçen sahnenin hamamda olması fikri, şahane bir fikirdi. Yine de Saraçoğlu, ilk filmine nazaran çok daha iyi bir film ortaya koyuyor ve bunun karşılığını da alıyor. Film, festivalden Jüri Özel Ödülü (Onat Kutlar anısına), En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu (Alican Yücesoy & Serdar Orçin) ve En İyi Kurgu ödülleri ile ayrıldı.

Tereddüt Çizgisi/Selman Nacar

Umutlu olduğum filmdi ama ilk filmdeki gibi boşluklar bıraktı bende. Adalet sistemine dair metaforik göndermesi yerinde, finaliyse tatmin edici değildi. Selman Nacar’ı yönetmen olarak önemsiyorum ki bu filminde, bir önceki filmi “İki Şafak Arasında”ya nazaran daha doğru planlar ve ölçekler kullanıldığını, yine de aynı rejiden  kopamadığını gördük.

Bu hafta vizyona gireceği için “Tereddüt Çizgisi”ni ayrı bir yazıda kaleme almayı düşünüyorum.

Yurt/Nehir Tuna

Festivalden En İyi Film ve En İyi Görüntü Yönetmeni ödüleriyle ayrılan Nehir Tuna’nın ilk filmi “Yurt”u maalesef izleyemedim. 17 Mayıs’ta vizyona gireceği için onu da ayrı bir yazıda incelemek niyetindeyim.

Şimdiden iyi seyirler ve iyi okumalar…

Daha fazla yazı yok
2024-05-17 07:46:40