A password will be e-mailed to you.

TV dizileriyle Amerikan Gotik tekrar dönüyor. Twin Peaks, True Dedective ve daha niceleri. Tekinsizliğin geri dönüşü. Evet! Kasaba tekrar dönüyor… Zaten bir yere gitmemişti.

Gotik: insanlık tarihinin en çekici formlarından biri… Adını acımasız ve sert bir kavim olan Gotlardan alıyor. Sivri, karanlık, ürpertici. Tarihin en uzun süren anlayışlarından biri. Hep geri dönen bir arayış çağrısı. Binlerce yıl kemerlerde, payandalarda ve taşın pürüzünde yaşadı. Kilise ve kalelerde; inançın ve Hristiyanlığın içe dönük huzursuzluğunda… Fakat artık sinemada yaşıyor. Gotik onun en uygun aracı. Sakinliğe, hijyene ve konformizme karşı hep “geri dönen” elektro gitarın cızırtısı ve siyahın çekiciliği. Grant Wood ‘un American Gothic’i bir simgedir. Tutumlu, temiz yüzlü, dindar, mesafeli ve soğuk iki çiftçi size bakar. Bir nevi Amerika’nın kurucu mitolojisidir bu. Çalışkan, püriten çiftçiler, kutsal mülkiyet. Adı üstünde gothic: soğuk, ürpertici, endişeli ve de karanlık. Oysa Amerikan Gotik dediğimiz bir şey varsa bu öncelikle sinemadır. Elbette Stephan King’in unutulmaz romanları; ıssız düzlükler, sevimli şişman katiller, tekinsiz evler ve kasaba.

En çok kasabadır King. Pembe kazaklı teyzelerin, Eski Ford pikapların fink attığı, Kot montlu ergenlerin, tabelaları yamulmuş benzincilerin son durak olduğu sıkıcı mekan. Herkesin kaçmaya çalıştığı ama kaçamadığı son durak. Şimdi sadece sinema değil, TV dizileriyle Amerikan Gotik tekrar dönüyor. Twin Peaks, True Dedective ve daha niceleri. Tekinsizliğin geri dönüşü.Evet! Kasaba tekrar dönüyor… Zaten bir yere gitmemişti aslında. Westernlerin en gözde konusudur bilirsiniz. Kasabaya bir gün bir yabancı geliverir. Sadece bundan bahsetmiyorum. Bugün bağımsız ya da ana akım olsun Amerikan sinemasının en gözde konusu kasaba… Tekrar ve de bıkmadan. Güzel de aslında: Çıkılamayan kasaba… Türün en güzel filmlerinden biriydi 1997 tarihli U-Turn. Oliver Stone bu muhteşem filmde Sean Penn, Jenifer Lopez ve Nick Nolte’yi bir araya getirmiş, çölün ortasındaki bir kasabadan “çıkamama” öyküsü anlatmıştı. Amerikan taşrasının bönlüğü, uçuşan tozun, pikapların ve oduncu gömleklerin üzerine yapışı vermişti. Stone daha sonra Tarantino’nun alemetine dönüşecek bir poz (camp) estetiği yaratıvermişti. Mizah, kiç ve abartı… Ve insanların büyük kayıtsızlığı. Her şey bir oyun gibiydi. Çizgi roman şablonları sinemaya daha önce bu açıklıkta hiç yansımamıştı. Her şey bildiğimiz gibiydi. Ama farklı… Aslında abartılmış bir kiç estetiğiyle bir daha önce karşılaşmıştık elbette.

İstisnasız sinemda Amerikan Gotik’i en güçü kullanan usta David Lynch’di. Filmleri geçelim Lynch 1990 tarihli Twin Peaks (İkiz Tepeler) dizisiyle türün bütün potansiyellerini oynatmıştı. Korku sinemasının gözdesi genç kız cinayetleri, mistik tarikatlar, bön polisler, grotesk taşra zenginleri ve nevrotik detektifler. Twin Peaks 1950’lerin pembe arabalı Amerikan Rüyası’nı vıcık vıcık bir kiç estetiğiyle madara ediyordu. İş manyağı, her ayrıntıyı ses cihazına kayıt eden yakışıklı dedektif, elinde kuzu pirzola ile dolaşan yeni zenginler, tafta elbiseler, abartılı kol düşmeleri ve daha fazlası… Lynch 1980’lerin yeni ekonomisini, şaşaalı yuppieleri ve Reagan sonrası Amerika’yı bir kasabadan hareketle görmeye çalıyordu. Lynch’in mirası daha sonra Coen kardeşler gibi Amerikan bağımsız sineması üzerinden neredeyse bir devrim yaratacaktı. Unutulmaz Fargo filmi1996 yapımı Orta Batı Amerika’da geçen film, bir araba satıcısının (William H. Macy), 1.000.000$’lık fidye almak amacıyla karısını kaçırmaları için iki adamı (Steve Buscemi ve Peter Stormare) tutması hakkındaydı. Sıradan insanların samimi ve yıkıcı itirafları ve kar ile kaplı Orta Batı düzlükleri bir sinemasl şölen yaratmıştı. İnsanlar o kadar gerçek ve sıradan kötülük içindeydi ki ülke ya da kasaba farketmiyor bir evrensellik taşıyordu. Boş konuşmalar, sıkıcı meşgaleler pırıltılı Amerikan rüyasının ürpertici gölgesine dönüşüyordu.

Coen kardeşlerin Fargo’su geçen yıl TV dizine dönüştürüldü ve hayran kitlesini genişletiverdi. Hollywood’un 11 Eylül sonrası içine girdiği “kıyamet filmleri” furyasının dışında yeni nefes alanları açıyordu Fargo. Düşman dışardan ya da uzaydan değil, sıradan, sevimli ve de masum hayatlarımızdan çıkıyordu. Kendi halinde pısırık bir sigortacı, taksiti bela olabilecek çamaşır makinesi nedeniyle bir suç girdabı yaratıveriyordu. Ülkemizde büyük bir hayran kitlesi yaratan Wayward Pines’de aynı temayı işleyerek tekinsiz kasabayı ve rutin hayatları ekrana taşıyordu. Meslektaşını aramak üzere gelen bir ajan, sıradan, hijyen ve dışarıdan gayet mutlu bir orta sınıf kasabasında kapana sıkışıyordu. Çim makinelerinin tıkırtıyla yaratılan banliyo huzuru birden kabusa dönüveriyordu.

Kafka’nın Dava’sını hatırlatan, açıklayamadığı bir olaylar silsilesi içinde bir kafes oluyordu kasaba. Lezzetli donutlar, bol köfteli hamburgerler şifrlere dönüşüyordu. Yine önemli bir hayran kitlesine sahip olan True Detective, tek bir kasabada geçmese de şiirsel bir gotik evren veriyordu izleyenlere. Geniş kadrajlar, terkedilmiş sanayi yapıları, örümcek ağı otobanlar arasında iki dedektif hayatlarıyla yüzleşiyorlardı. King romanlarından çıkmış şamanistik cinayetler, bol sigara ve alkol, diziye yayılan şiirsel keder hayran bırakıyordu. True Detective insanı derinden sarsan aldatma hikayeleri, başarısız evlilikler üzerinden Tarkovski sinemasını aratmayacak kadrajlar kuruyordu. Tekinsiz Amerikan kasabalarının, yorgun insanların ta yüreklerine iniyorduk. Evet bu yeni Amerikan Gotik evresine kayıtsız kalmayın derim. Şiirsel ve sıradan bir ürperti duyacaksınız; kasaba hayaletinin ne kadar bizden olduğu duygusunu da…

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 03:24:02