A password will be e-mailed to you.

Sergi mekanlarının, ziyaretçilerle buluşma günü gelene kadar, kendini eserlerin ruhuna yakınlaştırıp, sanatçıların anlatmak istediğini paylaştığını düşünürüm. Grand Palais’in heykelli havuz girişinden, mermer merdivenlerin solunda “La Lune” sergi afişini görünce, Semiha Berksoy’un bir operetinde, içinde olmayı arzulayacağı bir sahne dekoruna bakıyor gibiydim. İki tarafa inen mermer merdivenlerden Ay sergisine yürürken, Berksoy’un sesini kulaklarımda canlandırmaya çalışarak, kırmızı yanakları gözlerimin önünde gülümseme ile, içerde anlatmak istenilen diyalog başlamıştı bile.

Eski zamanlarda geçen, bir yaz gecesi aşkını anlatan bir opera dekorunun gerçeği gibi. Sakin bir gösteriş, dramatik bir ses ile.

İki katlı sergi, ay ve insanların tanışıklığıyla derdini anlatmaya başlıyor. 

“Du Voyage reel aux voyages imaginaires”( Gerçek ve Hayal yolculuk)   

“Bu sergi iki insanın aya gitmesinden başlayarak olanları anlatır. Aya gitmek, sadece bir ilerleme meselesi değildir, teknolojik gelişme ve hatta bu bir fetih de değildir, insan kendi varoluşundaki doğal sınırlarını aşmıştır. Aslında burada zamanın geçmesi simgelenir. Ay, sınırsız ihtimallerin ve hayallerin  yeridir, dünyalıların kendi hayallerini yazdığı boş bir sayfadır.

Aslında  vardığımız sonuç: Ay herkese aittir ve tek bir söylem içine hapsedilemez. Bizim ona yüklediğimiz hayaller ve şiirler ise ayla olan ilişkimize ışık oyunları katmaktadır. “

Sergi bu metinde hareketle yedi farklı alt başlık ile eserleri ziyaretçiye sunuyor,

-Gerçek ve Hayal yolculuk

-Apollo XI

-Yolculuk

-Gözlenen Ay

-Ayın 3 Yüzü

-Ay Aslında Bir İnsan

-Güzelliğe Çağrı

İlk bölümde, sanki bilimsel bir araştırmanın sahne arkası anlatılıyor gibi. Apollo XI’den başlayarak ayla tanışıklık hikayesi detaylı aktarılıyor. Astronotların kullandıkları  özel eşyalardan bazıları, gazete küpürleri, günlükler… Mekanın kendisi de karanlık ve o soğuk uzay, yıldızlar hissini yaratacak şekilde kurgulanmış.

İkinci bölüme geçerken;

“1969 yılında 20 Temmuzu 21 Temmuza bağlayan gecede akıl almaz olan gerçekleşti. İki adam aya ayak bastı. “Mercury Program” ile başlatılan 11 yıllık araştırma ve çalışmalardan sonra, Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve Michael Collins aya gönderildi. Ancak Collins yörüngede kaldı ve aya çıkamadı. Bu görevin amacı aydan kaya örnekleri alıp fotoğraflar çekmekti. Ayda 8 gün geçirdiler ve burada gördüğünüz objelerden bazıları onların orada yaşadıklarını anlatıyor.”

19. yüzyılda bilim kurgunun temel referansı ay simgesi olmuş. 20. yüzyılda ise Ay daha sembolik bir hal alarak sosyal ve kültürel formlar kazanmış. Bugün de geçmişte olduğu gibi ama yepyeni medyumlarla insan aya yaklaşmak, onu tanımak ve orada yeni sorgulamalar başlatmak istiyor.

Sergide birçok farklı sanatsal pratik bir arada sergileniyor, baskı, fotoğraf, dijital sanat formları, koleksiyon objeleri, kitaplar, çizimler…

Sanatçı Yinka Shonibare tarafından 2000 yılında “Tatil” ismiyle sergilenen çağdaş sanat astronotları olarak da adlandırılan astronot ailesi aslında giriş bölümündeki didaktik kısımdan sanat eserlerinin olduğu aydınlık kısıma geçişi yumuşatıyor.

 

Le Trois Visages de la Lune- Ayın Üç Yüzü

O anda aradaki bağlantı ve güzel yakınlıktan habersiz, panoda yazılanları okudum;

Hekate tanrıçasından bahsediyordu, üç yüzlü tanrıça. Hekate’nin Ay’la olan ilişkisi, aslında Ay’ın insanı nasıl etkilediğini yansıtıyordu. Sadık bir uydu olarak Ay bizi aydınlatırken, uykuda olan uykusunda ziyaret edip aşıkları tepeden izliyordu. Her gün değişirken, bize de aslında değişme de ve oluşmada bir ritim veriyordu. Ona baktığımızda sürekli olan değişimi fiziksel olarak görebiliyorduk. Ay döngüsü aynı zamanda birçok dinin ve spiritüel inancın merkezinde yer alıyordu. Her günkü, yeni şeklinde aslında tutarsızlığı ve huysuzluğu da anlatıyordu. Yani aynı Hekate’nin üç yüzü gibi, insanları, evreni ve ondan sonraki yaşam içinde barındırıyordu. Hekate’yi tanıma hevesimle araştırdığımda ise onun Muğla Lagina antik kentinden geldiğini okudum. Henüz, Semiha Berksoy’un tablosunu görmeden aynı topraklara ait  bu yakınlığın orada olması ne hoştu.

Bu bölüm, aynı zamanda sergi afişinde de yer alan kübist ve dışavurumcu Marc Chagall’ın Le Paysage bleu, 1949 eseriyle başlıyor. Temsil ettiği akımlara uygun bir geceye baktığında gördüklerini değil, o karanlığa ve aradan sızan ay ışığına baktığında, hissettiklerini resmetmiş sanatçı. Keskin ve yuvarlak çizgilerin bir arada olması aslında hem gecenin kızgınlığını hem sakinliği anlatıyordu. Sonra onun yanında Paul Delaroche ve William Dyce’ın eseleri vardı. Farklı sanat akımları, çizgiler ve desenler bir arada hepsinin meselesi benzer, ayın o resimde neyi, nasıl anlattığı.

Marc Chagall, Le Paysage bleu, 1949

1971’de Semiha Berksoy tarafından yapılan tablo, su yeşili zemin üzerine iki insan figürünün ay ışığı altında kavuşmasını, sarılmasını anlatıyor. Ay ışığının, aşıkların arasına sızan keskin bir çizgide olması, anlatılmayan birçok şeyi oracıkta var ediyor sanki. Berksoy’un 15-16 yaşlarındayken kendi çizdiği desenler ile akademi kapısına dayandığını bir anı yazısında okumuştum. Türkiye opera ve sahne tarihindeki yeri, sanatçı duruşu ve üretimdeki kararlılığı bu naif eserde bile öyle güçlü okunuyor ki. Çevresinde yer alan diğer eserlerden hem zamansal olarak hem de desen olarak farklı ama ayla muhabbeti çok açık. Eserinin, ayın üç yüzü bölümünde yer alması, Berksoy’un sanatçı kimliğinin zengin katmanlarına güzel bir rastlantı oluşturuyor.

Semiha Berksoy, Ay Işığında Aşk

Biraz ilerisinde Salvador Dalí‘nin iki tablosu yer alıyor. Aşağı kat ise bronz, mermer heykeller ile başlıyor. Köşede bana buradayım diyen bir diğer eser ise Ivan Aivasovsky’den 1894 tarihli “Clair de lune, Bosphore”. Şimdiki Ortaköy Camisi’nin olduğu meydan ve oradan Boğaz’ın görünüşü ay ışığıyla buluşmuş.

Ivan Aivasovsky, Clair de lune Bosphore

Bu sergideki eserleri yaratan neredeyse her sanatçı için Ay bir mucize, insanüstü bir güç, ulaşılması imkansız bir ışıkken; aslında onların Ay’ı görme ve yaklaşma arzusunu nasıl ifade ettiklerini, bir önceki bölümde aya nasıl ulaşıldığını gördükten sonra geziyorsunuz. Bir deneyimi daha yaşamadan, ona kavuşabilmeyi hayallemek, yıllar sonra o sanatçıların duyguları ile gözlemlemeye çalışmak ve belki hem onların hissettiklerini hemde daha fazlası olduğunu bilmek aslında.

İnsan hayatında, farklı formlarla sorgulamaya, yakınlaşmaya, bazen de uzaklaşmaya çalışacağımız aya,  Berksoy’u düşünerek yaklaşmak çok değerliydi.

Sergi, 22 Temmuz’a kadar devam ediyor. Grand Palais’te Ay Işığı, aynı Berksoy’un kendi gibi hayal ve gerçeklik arasında.

Küratorler: Alexia Fabre ve Philippe Malgouyres

Sergi dizaynı: bGc studio, Giovanna Comana, Iva Berthon Gajsak

 

İLGİLİ HABERLER

Semiha B. Bizim Neyimiz Oluyor?

Öteki hafızalara öteki ritimlere öteki sözlüklere yer açan bölgeler

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 21:41:05