A password will be e-mailed to you.

Bıçak sırtı konularda iki olumlu ve ılımlı belgesel izledim, 26. Selanik Belgesel Festivali programından: Kristine Nrecaj ve Birthe Templin’in yönettiği, Almanya yapımı House With a Voice, Arnavutluk’tan altı “Burrneşa”nın, yani “Kanun”a göre bakire kalma yemini ederek hayatını erkekmiş gibi yaşayan kadınların hayatından kesitler sunuyor.

Kanishka Sonthalia ve Siddesh Shetty’nin yönettiği, Hindistan-İngiltere ortak yapımı Until I Fly ise Himalayalarda bir Hint köyünde, yarı Nepalli olduğu için zorbalığa uğrayan altı yaşındaki Veeru’nun hayatını beş yıl boyunca takip ederek etnik ayrımcılık meselesini ele alıyor. 7 Mart’ta başlayan, 17 Mart’a dek sürecek olan 26. Selanik Film Festivali’nde yaklaşımı daha olumsuz ve karanlık belgesellerin meseleleriyle bilenmeden önce umut veren işlerle moral bulalım.

Arnavutluk’taki “yeminli bakire”lerin varlığını dünyanın büyük bir çoğunluğu Arnavut gazeteci – yazar Elvira Dones’ten öğrendi. 2007 yılında yaptığı 51 dakikalık belgesel Baltimore Kadın Filmleri Festivali’nde Büyük Ödül kazandı. İtalyanca yazdığı Vergine Giurata adlı romanı 2015 yılında Laura Bispuri tarafından sinemaya uyarlandı. Dünya prömiyerini Berlinale’de yapan film, Hong Kong, Tribeca ve San Francisco film festivallerinde büyük ödülleri aldı.  Antalya Film Festivali’nde başroldeki Alba Rohrwacher’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandırdı.

House With a Voice, bazılarının yaşları çok ileri olan altı Burneşa ile röportaj yaparak, bu kararı nasıl aldıklarını, bu yeminle yaşamaya devam etmekteki motivasyonlarını, gündelik yaşamlarından kesitler sunarak, aile içinde ve yakın çevreleriyle ilişkilerini sorgulayarak anlatıyor. Dağlık bölgedeki peyzajın güzelliğini cömertçe kullanıyor film. Bahar ve yaz aylarında çekilmiş olması da doğanın bereketinin anlamlı bir arkaplan oluşturmasını sağlıyor.

Arnavutluk’ta yasa değil töre anlamında kullanılan Kanun’a göre, kırsal kesimde bir kadının erkeklerin yaptığı işleri yapabilmesi için sadece erkeklerin sahip olduğu özgürlüklere sahip olması gerekiyor. Kadınların evleninceye dek aile evinden çıkmaya ve ailesindekiler dışında erkeklerle konuşmaya, hatta buluğ çağına gelir gelmez evlendirilmelerine rağmen nişanlılarını görmeye bile izni yok. Bu şekilde tarlada ya da dükkanda çalışmaları, çobanlık yapmaları ya da silah kullanmaları söz konusu bile değil. Bazen ‘evin erkeği’ bulunmadığından ya da onun emeği ve kazancı yeterli olmadığından bir kadın bakire kalma yemini ederek, saçını kesip, erkek giysileri giyerek Burrneşa oluyor. House With a Voice’deki Burrneşaların çoğu aldıkları kararlardan memnun. Modernite, Enver Hoca komünizminin bile başa çıkamadığı Kanun’u geçersiz kıldığı için kimseye bir yemin borçları yok… Yine de hala yeterince tutucu olan taşrada daha özgür bir hayat sürüyorlar. Ama bu belgesel Dones’un romanı ve Bispuri’nin filminin aksine öznelerinin cinsel arzularından ve yönelimlerinden hiç bahsetmiyor. Elbette, altmetinde öznelerinin bu kararı almadaki aslı sebeplerinin ‘başka’ olduğunu okuyabiliyoruz. Bu durum bir konsensus olarak da görülebilir aldatmaca olarak da… Evlenmek istemeyen kadınlara madem öyle erkek gibi görün, erkek gibi yaşa diyen ama kadınlarla münasebetlerine engel koymayan bir erkeklik türü çıkıyor ortaya. Sanki Kanun lezbiyenlerin varlığını yadsıyamadığı için bir anlamda lezbiyen kastrasyonu yapmaya çalışmış; sosyo-ekonomik açıdan da işine gelmiş ikiyüzlü, ilkel patriyarkanın… Kadınların fiziksel olarak zayıf olmadığını, erkeklerle aynı işleri yapabileceklerini, erkeklerinse ruhsal olarak zayıf olduklarını, nefislerine hakim olamadıklarını dolaylı olarak kabul etme yolu…

Kristine Nrecaj ve Birthe Templin’in yaşını almış Burrneşaları ise öncü feministler gibi betimlenmiş. Her biri genç yaşta evlendirilip babadan kocaya geçen boyunduruk altında yaşayan kadınların durumuna isyan ediyor. Yeni kazanılmış hakları savunuyor. Kadınların yalnız yaşayabilmesi, evlenmeden ilişki kurabilmesi, istedikleri işlerde çalışabilmesi, tabii hepsinden önce eğitim görebilmeleri hepsinin coşkuyla karşıladığı gelişmeler. Açıkça erkek şiddetini lanetliyorlar. Erkek tahakkümünden kurtuldukları ve özgür oldukları için memnun mesut yaşıyorlar.  Bir tanesi kadına şiddete karşı bir oyun seyrediyor, eylemlere katılıyor. Yönetmenler, Burrneşaların cinsel hayatını sorgulamıyor, ama sahip oldukları ayrıcalıkla Kanun’un hedeflediği ‘bekaret’i aştıklarını tahmin etmemizi sağlıyor.

Öteki Olarak Büyümek…

Türkçedeki bitirim sıfatı Veeru’ya tamı tamına uyuyor! Yarı Nepalli yarı Hintli Veeru, kısmen görme engelli annesiyle birlikte yaşadığı Himalayaların eteklerindeki Hint köyünde etnik ayrımcılığa maruz kalan bir çocuk. Kanishka Sonthalia ve Siddesh Shetty onu ilkokul çağında beş yıl boyunca takip edip kaydetmiş. Bu son derece becerikli, gözüpek ve yaşından önce olgunlaşmış çocuk görür görmez bağrımıza basmak isteyeceğimiz kadar küçük ve sevimli. Onun neden bu kadar dışlandığını, arkadaşlarıyla oynarken bir anda çıkan kavganın ona karşı örgütlü bir şiddete dönüştüğünü görmek insanın kalbini kırıyor. Oysa Veeru’nun belgesel ekibiyle yaptığı söyleşilerden birinde her Hintli kadar vatansever olduğu ortaya çıkıyor. Veeru niye Hindistan’ı sevdiği sorusuna çok kızıyor, burada doğdum, ailem burada, arkadaşlarım burada nasıl sevmem, diye cevap veriyor kaşlarını çatarak! Öte yandan okulda zorbalığa uğradığı için ilk yılında havlu atıyor, annesine “Ölürüm de gitmem okula,” diyor… Annesi yeni gelen öğretmenin kapsayıcı biri olduğunu söylese de ikna olmuyor…

Bir dini bayramda kutsal ot toplayıp gelenek olduğu üzere annesine ve diğer köylülere veren (onlar da adet olduğu üzre yarısını kopartıp kalanı iade ediyor) Veeru’nun entegrasyon öyküsüne dönüşüyor Until I Fly… Bu sıkıntılı büyüme sürecinde Veeru’nun zengin düşgücüne, doğaya özellikle de filmin adına yankısını bulan kuşlara olan sevgisine tanıklık ediyor kamera. Zaten çok yoksul olan ailesiyle atlattıkları badirelerin ardından Veeru nihayet okula gitmeye ve kabul görmeye başlıyor. Öğretmenin çocukları takım sporu ‘kabaddi’ye teşvik etmesi sayesinde! Kabaddi iki rakip takımın birbirlerinin sahasına girip bir tür itiş kakış halinde temas etmesi üzerine kurulu bir spor dalı. Veeru, içindeki enerjiyi ve öfkeyi deşarj edebileceği bu sporu çok seviyor ve çok başarılı oluyor. Takım ruhu, ötekileştirilen Veeru’yu sadece arkadaşlarına kabul ettirmekle kalmıyor, vazgeçilmez kılıyor.

Yönetmenler etnik ayrımcılığın bu kadar basit çözümlenen bir şey olmadığının farkında, elbette. Ama çocukluktan başlayan, aslında yetişkinlerin önyargılarının bilinçsiz bir projeksiyonu olan ayrımcılığın  bir takım oyunuyla bile giderilebileceğini de gösteriyorlar. Sonuçta, bir kurmaca olmadığı için Veeru’nun hayatındaki bu köklü değişim en azından öğrenim görmesini sağlıyor. İleri yaşta nelerle karşılaşır, nasıl bir kimlik bunalımı yaşar yetişkin olarak, işsiz mi kalır, şiddet mi görür düşüncesi zihnimizde yankılansa da film iyimser bir izlenim bırakıyor….

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 03:29:41