A password will be e-mailed to you.

Refik Anadol: “Makine ve insanoğlunun şiirsel diyaloğu
İnsanoğlunun belleği artık data arşivlerinde”

 

İnsanoğlunun gitgide birer algoritmaya indirgendiği, en mahrem duygu ve düşüncelerinin deneyler sayesinde gözlenebildiği bir çağdayız. Bellek, teknoloji, hatıralar ile tüm bunların sanatla olan ilişkisi üzerinde durmaya değer olgular. Tam da bu noktada Los Angeles’ta yaşayan yeni medya sanatçısı, tasarımcı ve yönetmen Refik Anadol’un, Pilevneli Gallery’deki ikinci kişisel sergisi “Eriyen Hatıralar’” ufkumuzu açmakla kalmıyor, geleceğe yönelik farklı bakış açılarını da mümkün kılıyor.
Sanatçı, Kaliforniya Üniversitesi bünyesindeki nöroloji laboratuvarı Neuroscape’te, insan beyni ile bilinç arasındaki süreçleri ölçümleyen veri sensörü ‘elektroansefalografi’ makinesi aracılığıyla toplanan verileri algoritmalara dönüştürmüş. Galeri alanında üç kata yayılan sergide tüm bu görsel anılar, üç boyutlu tuvaller, heykeller, dev boyutta LED ekran, ışık ve projeksiyon eşliğinde deneyimleniyor.

Yeni medya ve ileri teknolojinin olanaklarıyla anıları etkileyici görsellere dönüştüren Anadol’la konuştuk.

Refik Anadol

 

-“Eriyen Hatıralar” Pilevneli Gallery’deki ikinci kişisel serginiz. Bu defa kavramsal temayı nasıl açıklarsınız?

Kavramsal tema ilk olarak geçtiğimiz yıl Google Sanatçılar ve Makine Zekası ile çalışırken aklıma geldi. Bir makinenin öğrenebilme hızı ve muhtemelen geliştireceği daha çok katmanlı zeka labirentlerine karşı bize ait olan en içsel verinin yani hatıraların ne demek olduğunu düşünmeye derinden başlamıştım. Sonrasında Kaliforniya Üniversitesi içerisindeki akademik pozisyonum ilerledikçe birçok değerli akademisyen ve bilim adamı ile tanıştım. Bunlardan biri de Prof. Dr. Adam Gazzaley. Kendisi depresyona ilaç olarak oyun yazabilen, sinirbilim dalında teknoloji ile muazzam buluşlara sahip birisi. Kendisinin yardımıyla belki de dünyanın en gelişmiş beyin sensörlerinden birine sahip oldum. Stüdyomuzda son bir yıldır bu sensör ile birçok deney yapıyoruz. Ve son olarak yine Kaliforniya Üniversitesi ortak araştırma havuzundan anonim hatıra deneyleri ve beyin sensörlerini verisinde ulaşınca proje hayata geçti.

 

-Serginin ismini gördüğümde aklıma Blade Runner’da (1982) geçen şu replik geldi: “Bütün bu anlar, zaman içinde yitip gidecek… Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi”… Konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Doğru olduğunu düşünüyorum. En azından ölümden sonraki yaşam farklı dinlerde farklı şekilde tanımlanmasa da henüz bilimsel anlamda simsiyah bir boşluk dışında ispat mevcut değil. E peki yakın gelecekte DNA’mıza kadar manipülasyon mümkün iken hatıralarımıza ne olacak? İşte bu ve benzeri sorular ile son dönemi geçirdim. Tabii burada amacım asla mahremiyet değil yani hatıraları özelde deşifre etmek değil. Tam olarak makine ve insanın başka bir boyutta içerisinde olduğu diyaloğun şiirsel bir çıktısı aslında.

 

-Aslında ironik bir şekilde teknolojinin geldiği nokta, insanoğlunun bellleği için bir tehdit oluşturmuyor mu? Ancak size göre makine zekası mahremiyetle çatışmak zorunda değil…

Kesinlikle değil. Tabii birçok sefer dediğim gibi soruların cevaplardan daha önemli olduğu bir dönemdeyiz. Petabaytlarca veri her geçen saniye bir yerlerde saklanıyor. Bu da aslında bir nevi bellek. Hatta belki de insanlığın belleği artık bu arşivler diyebiliriz. Tehdit kısmı yine aslında sorularda saklı. Bizler ne kadar iyiysek gelecekte o kadar iyi olacak. Fakat bizler ne kadar kötü niyetliysek gelecek de o kadar kötü olacaktır. Gelecek, şu anın aynası gibi. O yüzden pesimist düşüncenin artık çok da faydalı olmadığını iddia ediyorum. Sanki genlerimizde bizler hazır da pesimist düşünceyle kodlanmış gibiyiz. Bunu değiştirebilmek, optimist olarak düşünebilmek ve üretebilmek, farklılıklardan çok benzerlikler sayesinde çatışmak zorunda değil demek istiyorum.

“Sonik gerçeklik yaratmak epey zorlayıcıydı”

-Ses tercihinizden de bahsetmek istiyorum. Bana birazcık Basinski’nin (William, 1952-) eserlerini çağrıştırdı. Ne dersiniz?

Sergideki eserlerin ses tasarımını yapan Kerim Karaoğlu ile yaklaşık 9 yıldır beraber çalışıyoruz. Tıpkı Christopher Nolan ve Hans Zimmer‘in veya George Lucas ile John Williams ilişkisi gibi diyebiliriz. Tabii bu uzun sürede hayal ettiğim gerçekliği betimleyebilme şansı buldum. Bizi, özgün bir dil oluşturmaya çalışmanın zorlukları bir yana, veri ile sonik bir gerçeklik yaratmak da epey zorladı. EEG çok kapsamlı mini voltaj aralığında elektrik sinyalleri. Bundan harmonik bir yapı çıkarabilmek, serginin hayal ettirmeye çalıştığı yakın geleceğe dair bir hissiyat yaratabilmek bizleri tahminimizde çok daha yordu. Sonuçta içimize sinen, yaşanması muhtemel yakın geleceğe dair hislerin barındığı bir işin ortaya çıktığını düşünüyorum.

-2016’da Andy Warhol’un ilk olarak 1970 yılında Osaka’da gerçekleşen United States Pavillion’da sergilediği Rain Machine (Daisy Waterfall) adlı eserini yenilediniz. Yeniden üretim yerleşik perspektifliğin gerçekliğin yok oluşunu da gündeme getiriyor. Peki bu durum özgünlüğü nasıl etkiliyor?

Bu projenin doğuşu çok anlamlı oldu. LACMA‘nın (Los Angeles County Museum of Art) Sanat ve Teknoloji Programı’nın kurucusu küratör Maurice Tuchman‘ın bir gün stüdyomu ziyareti ile başladı. Los Angeles’a taşınmamda Işık ve Mekan akımının öncüleri olan James Turrell ve Robert Irwin gibi isimler yatıyordu. Ve Maurice Tuchman aslında bu akımında ilk ateşleyicilerindendi. Bu anlamlı buluşma sonucu kendisinin teklifi ile proje ortaya çıktı. Son dönem çalışmalarımda ışığı materyal olarak kullanıyor olmam ilgisini çekmiş ve bu yüzden böyle bir projeyi paylaşmış benimle. Aslında 1970’lerde üretilen son derece köhne bir yağmur makinesini 80 satırlık bir kod ile değiştirip tekrar projeyi hayata geçirdik. 45.000 kişi 90 gün içerisinde sergiyi izledi. Beklentimizin çok üzerinde çok anlamlı bir izleyici yoğunluğu yaşandı. Warhol Foundation‘dan ise stüdyomuzun bu katkılarına dair bir teşekkür belgesi ile projeyi tamamladık.

“Dönüşüm, medya sanatları ve mimariyi
kesiştirebildiğim zaman meydana çıktı”

 

-Mimari, dizayn, dijital sanat, fotoğraf… Bütün disiplinlerin iç içe geçtiği bir dönemdeyiz. Bu durum çağdaş sanatın geleceğini ne yönde etkiler?

Sonuçta bu tahmin edilebilir bir dönüşüm diye düşünüyorum. Tıpkı pigmentin bulunmasının resmi, basılı mecranın bulunmasının fotoğrafı, internetin doğuşu ve sosyal ağlar, yapay zeka ile birlikte makine zekası ile üretilebilen sanat pratikleri gibi.

 

-Mekan kullanılabilirliğinden içeriğe kadar “dijital sanat” için yaratıcılığın en çok açığa çıktığı disiplin diyebilir miyiz?

Bence diyebiliriz. Özellikle kendi adıma üretim pratiklerinde ne değişim ve dönüşüm medya sanatları ve mimariyi kesiştirebildiğim zaman meydana çıktı.

 

-Türkiye’de dijital sanatın geldiği ve gelebileceği noktayı nasıl görüyorsunuz? Takip ettiğiniz isimler kimler?

Son dönemlerde çok takip edemedim. Fakat her hafta birçok e-mail alıyorum. Birçok değerli soru, tez ve denemelere dair paylaşımlar ulaşıyor. Okuduğum kadarıyla düşünme aşamasında birçok kişi mevcut. Fakat hayal ile gerçeklik arasındaki mesafeyi alabilen ne kadar kişi var tam emin değilim.

 

-Son olarak İstanbul ve Los Angeles arasında gidip gelmek yaratıcılık sürecinizi nasıl etkiliyor?

İstanbul ilk evim, Los Angeles ikinci evim. İki ev arasında gidip gelmek, kimi zaman İstanbul’un anılardaki nostaljik yapısı, sevdiklerim; ailem ve dostlarım. Bunlar muazzam manevi ilham kaynakları. Bir süre yoğun proje üretiminden dolayı İstanbul’a gelemeyeceğim fakat Eriyen Hatıralar sayesinde sanıyorum her gün orada gibiyim.

 

NOT: Sergi, PİLEVNELİ’de 10 Mart’a dek sanatseverlere açık.
Ziyaret günleri ve saatleri: Salı-cumartesi (10:00-18:00)

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 20:11:45