A password will be e-mailed to you.

Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nin konuğu olan “Kakafoni” adlı serginin küratörü Ebru Yetişkin’le yazarımız Çağla Gillis görüştü.

27 Kasım’dan beri ilgiyle takip edilen “Kakofoni” sergisi, gerçekten çok orijinal bir etkinlik dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Bilim-sanat-teknoloji alanında çalışan Ayşegül Süter, Ozan Türkkan, Candaş Şişman ve Pınar Yoldaş’ın video işlerinden oluşan sergi, gürültü ve uyumsuzlukla birlikte ortaya çıkan güncel varoluş hallerini ortaya koyuyor.

Nöronlar, fraktallar, biyo-iktidar, ekolojik siyaset ve bitkinlik tasarımı, sergide hep bahsi geçen kavramlar. Ben de “Bunlar nedir, ne değildir?” diyerek serginin yolunu tuttum. Daha sonra da kendisiyle tanışma fırsatı bulduğum küratör Ebru Yetişkin’le aklımdaki deli sorulara cevap aradım, “Kakofoni’ye dair ne varsa ona ve serginin sanatçılarına sordum. Sergi süreci, sergideki kriterlerini, yeni medyayı, serginin konusunu oluşturan kakofoni meselesini ve atık olma halini gelecek projelerine de değinerek konuştuk.

Ebru Yetişkin, İstanbul Üniversitesi Radyo Sinema Televizyon Bölümü’nde okudu. Sonra 3 yıl kadar “algı yönetimi” üzerine profesyonel olarak çalıştı. Daha sonra ise Fransa’da Bilim, Teknoloji ve Toplum diye bir yüksek lisans programını tamamladı. Burada, “Bilimdeki Belirsizliğin Politika Üretim Sürecine Etkisi” üzerine bir tez hazırladı. Ardından Türkiye’ye geri dönüp Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora yaptı. Doktora çalışması sırasında yine Paris’te Bruno Latour’la birlikte İnovasyon Sosyolojisi Merkezi’nde ve Palais de Tokyo Müzesi’nde bir araştırma yürüttü. 2000’lerin başından beri bilim-sanat-teknoloji ve toplum arasındaki ilişkiler ile ilgileniyor.

 

Çağla Gillis: Akademik çalışma mı küratörlük mü?

Ebru Yetişkin: Küratörlükle ilgili dönüm noktam, zannediyorum sanatçılarla birlikte çalışmaya başlayınca ortaya çıktı. Sözcüklerin, teorilerin, kavramların artık havada uçuştuğu, anlamların içinin boşaltıldığı hatta ters yüz edildiği bir dönemdeyiz. Böyle olunca da bir akademisyenin elindeki konvansiyonel araçlar o kadar sınırlı kalabiliyor ki sanatçılarla birlikte çalışmaya başlayarak hem işin kavramsal tarafını hem de performatik tarafını ele alan workshoplar ile performans-dersleri yapmaya ve bu workshoplarla kendi araştırmamı beslemeye başladım. Bir taraftan da özellikle çağdaş sanatın güncel haliyle ilgili yazdığım ve sosyolojik bazı tespitlerde bulunduğum sanat yazıları, bu işi körükledi.


Yani bütün bu eğitimin, yazıların, workshopların bir sonucu oldu bu iş?

Kakofoni meselesini epeydir çalışıyordum. Yapmak istediğimiz bir yeni medya sanatları sergisi vardı. Sonra Ali Akay’ın daveti üzerine bu sergiyi yapmaya giriştik. Küratörlüğün –biliyorsunuz– bir okulu yok. Böyle olunca da ne zaman yeterlisin, ne zaman oldun hiçbir zaman bilemiyorsunuz. Küratörlük, daha ziyade süregiden bir araştırmanın bir parçası benim için. Bu sergi de yürüttüğüm araştırmanın bir uzantısı diyebiliriz sanırım.


Yeni medya alanında çalışmalar yapıyorsunuz. Hatta bir yazınızda “Kakafoni”yi yeni medya perspektifinden değerlendirdiğinizi söylüyorsunuz. İletişim kökenli arkadaşlarımız bu kavrama çok alışıklar, ama bilmeyenler için soralım: Nedir bu yeni medya?

Aslında internet ve cep telefonları elimize düştüğünden beri herkes yeni medyanın ne demek olduğunu çok çok iyi biliyor. Yine de tam olarak ifade etmek gerekirse, ayırıcı unsur, yalnızca dijital teknolojilerin kullanılması değil; bilim-sanat ve teknolojinin birlikte çalıştığı işlerin performansı diyebiliriz herhalde. Burada aslında başka bir zihniyetin işletim sistemi devrede. Kaynakların herkese erişiminin mümkün kılınması ve açık bir şekilde kullanılarak paylaşılması, dolaşıma sokulması gibi bir zihniyetle birlikte çalışılıyor. Bir de şu var: Bir başka yerde de yazmıştım bunu: Yeni medya sanatları bir metin gibi okunmuyor. Orada bir performans var. Mesela bir yeni medya eseri sendeki bir duyguyu ya da duyuyu yakalıyor, performe ediyor ve daha sonra da seni performe eder hale getiriyor. Bir an da olsa dünyayı başka bir şekilde deneyimlemeyi öneriyor.


Zaten artık birçok kişi de böyle interaktif işlere ilgi duyuyor.

Eh tabi, birçoğumuz yeni medya teknolojilerini gündelik hayatımızın içinde yoğun bir şekilde kullanıyoruz artık. Bu alandaki izleyicinin görsel ve işitsel belleğinin antrenmanlı olduğunu biliyoruz.


Şimdi serginize gelelim. Burada birbirinden iyi dört çalışma var. “Kakofoni”deki bu videoları seçerken kriterleriniz nelerdi?

Çok teşekkürler. Görsel ve işitsel “gürültü” içinde oluşan yaratıcı hamlelerle uğraşan işler bunlar. Sergideki sanatçılarla son birkaç yıldır görüşüyoruz zaten. Birlikte ortak üretim yapıyor, bazı şeylere birlikte kafa patlatıyoruz. Bir takım şeyleri kendimize dert edinmişiz ve bu dertlerle ilgili başka üretimler nasıl yapılabilir, onun peşindeyiz. Yani hali hazırda birlikte çalışmalar yaptığım sanatçılar olduğu için bu da o sürecin bir sonucu oluyor sanırım…

 
Peki bu sergiyi ziyaret edenler burada ne bulacak ya da neden bu sergiye gelmeliler?

Birincisi yeni medya sanatçıları tarafından üretilen bir video sergisi olduğunu düşünürsek, bu sergide yalnızca bir ekrana ya da duvara yansıtılan projeksiyon görüntüleri yok. Farklı farklı mecraların çeşitli şekillerde kullanılması, sergiyi enteresan kılıyor sanırım.

İkincisi Türkiye’de zaten iki elin parmaklarını dolduracak kadar yeni medya sanatçısı olduğu için bu sanatçıları tanımanın ve bu işlere destek vermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu alanda bir kendi kendini yetiştirme ve birlikte üretme deneyimi var. İçinde bulunduğumuz güncel sanat ortamı içinde, bunu çok değerli buluyorum. Sergideki sanatçıların tümü dünyaca ünlü festivallerde ödül almış genç sanatçılar, ama Türkiye’de sergilerin prodüksiyon bedeli karşılanmadığı için buradaki üretimimiz ne yazık ki sınırlı kalıyor. Değişim için vizyonu açık kişi ve kurumların bunu fark etmesi çok önemli.

Bir de tabi bu “Kakofoni” mevzusunun daha fazla konuşulur olmasını amaçlıyorum. Gündem malum… Gürültü patırtının içinde söylenmekten ve şikayet etmekten bıkmak, kayıtsızlaşmak ve bitip tükenerek teslim olmak yerine başka bir dünyanın mümkün olması için düzenler ve düzenekler yaratmanın kendisini önemli buluyorum.


Sergi tanıtımında “Bitkinlik Tasarımı” diye bir kavramdan söz ediyorsunuz. Nedir bu bitkinlik tasarımı?

Bugün karar verme süreçlerimize etki eden aklımız değil; duygularımız ve neye nasıl inandığımız. Neyi nasıl ister hale geldiğimiz o kadar önemli ki… Hissizleşmeye ve duyarsızlaşmaya karşı bazı duygularımızın açığa çıkarılması, “işe” koşulması ve tüketilmesi, bir yönetim aracı olarak tasarlanan bir süreç. Bu ne demek?

Mesela zihnimiz ve bedenimiz gündelik hayatın içinde sürekli yapılması gerekenlerle kuşatılıp duruyor. Daha sonra neredeyse beyin devremizi attıran bir beyan, bir uygulama, bir olay vb. karşımıza çıkıyor. Sinirleniyoruz, kaygılanıyoruz, üzülüyoruz… Duygularımızı ortaya çıkaran koşulları tartışıyor ve düşüncelerimizi ifade etmemizi sağlayacak iletişim araçlarını kullanıyoruz. Zihnimiz ve bedenimiz böylesine meşgul ve işgal edilmişken öte yanda tahakküm edenin varlığını ve otoritesini sürdürmeye yönelik ticari anlaşmalar yapılıyor, ittifaklar kuruluyor, dağılıyor ve yasa paketleri geçiyor. Tekrar eden bir süreç gibi düşünün bunu. Tekrar ettikçe hâkim olanın otoritesini kabul etmeye zorlayan ve politik-ekonomik kontrolü mümkün kılan bir yeni-sömürgeci tasarım bu. Bizzat üretimin içeriği ile üretim yollarının denetim altında tutulması yani…


Nasıl mesela?

En basitinden Facebook örneğini verelim. Türkiye’de günde yaklaşık bir saat harcanan Facebook’un duvarı, artık siyasi bir duvar haline geldi. Daha önce insanlar kendi fotoğraflarını, dinledikleri şarkıları ya da ne bileyim gündelik varoluş hallerini paylaşırlardı; ama şimdi öyle değil. Günde bir saat yüksek bir oran. Tamam, eskisine nazaran Instagram, Vine, Quora gibi mecralarla paylaşım alanı farklılaştı ve çoğaldı; ama böylesine büyük bir toplumsal paylaşım alanının dolaylı olarak işgal edildiğini düşünüyorum.

Burada önemli olan şu: İnsan beynindeki nöronlar farklı kaynaklardan yağan şiddete tekrar tekrar maruz kalınca yavaş yavaş yılmaya, işlevini sürekli olarak yerine getirmekten vazgeçmeye ve hâkim olanın akışına kaptırmaya başlıyor.

Bakın burada aylaklık ve tembellik hakkından bahsetmiyorum. Bir nevi yaşamın kendisinden ve kendinden vazgeçmek gibi bir şey bu. Peki vazgeçince ne oluyor? Tabi, o kadar uğraşmışsın, yaşam mücadelesi vb.. Sen de “atık” hale gelmemek, “boşa” harcanmamak için hakim düzene ayak uydurmaya başlıyorsun. İktidar sahibi olanın gücüne sahip olabilmek için giderek onu taklit ve tekrar eden haline geliyorsun. Böylelikle de kontrol altına girip hâkim olana ayak uydurmaya başlıyorsun. “Arıza” olarak tanımlanan, güncel varoluşun ta kendisi haline gelmiş.

Direnmenin başka yollarını icat etmek yerine bugün görüyoruz ki teslimiyeti ve ataleti mutlak bir koşul olarak deneyimler hale gelmek arzu ediliyor, bunların bir değer olduğuna inanılıyor ve bu değerlere sahip olmanın yolları icat ediliyor. Bu, bir sorundan çok günümüze dair sosyolojik bir tespit…


Bitkin düşüp tabi olmaktan bahsettiniz. Peki, bu durumda bir kırılma noktası var mı? Seni ayağa tekrardan kaldırabilecek bir şey?

Bilmiyorum; odaklanma olabilir belki de. Kendini gerçekleştirdiğini hissettiğin şeyi gerçekleştirmeye inandığın, bunu öncelikli bir değer saydığın ve yaratmak istediğin şeye dinamik bir şekilde tutunduğun, bağlandığın, odaklandığın zaman bu gerçekleşiyor galiba. Aksi takdirde, seni alıkoyan akışlara sürekli kaptırdığın zaman kendi öz disiplinini kaybetmeye başlıyorsun. Bu bana, çok büyük bir illüzyon, bir simülasyon içinde kaybolmak gibi geliyor.

Halbuki bu, aynı zamanda ekolojik bir mesele. Belki biraz buna vurgu yapmalıyız. Bu serginin arkasındaki mantık, ekolojiden çıkan yeni bir siyaset vizyonuyla ilişkili. Doğa da insan da farklı yönlerden şiddete maruz  kalıyor. Yani burada artık ağacın hakkı ile işçinin hakkı, bir yaşamda kalma hakkı mücadelesine dönüşüyor. Düşünsene; atık hale gelmemek, çöp haline gelmemek için ayak uydurmaya çalışıyorsun. Bu çok sorunlu bir durum.

 
Sorunlu ama bir taraftan da “ayak uydurmama” hali çok zor bir şeymiş gibi geliyor.

Tabi ayak uydurmasak işin içinden çıkamayız, evrime göre bunun zorundayız. Örneğin Pınar Yoldaş çalışmasında bunu tartışıyor. Pınar, birine ya da bir şeye tepki verme eğilimimizin, kapitalizm içinde aşırı uyarılmaya dönüşmesini eleştiriyor. “Duyarlı” bir tüketici-vatandaştan beklenenleri bir düşünsenize; hangi birine yetişebilirsiniz ki?


“Kakofoni”yi kafamızda daha iyi oturtmak açısından kendi hayatınızdan daha somut örnekler verebilir misiniz?

“Kakofoni”, bilimsel-sanatsal ve teknolojik bir müdahale olarak yaratıcı eylem yapmakla ilgili ve gürültü arasında ortaya çıkıyor. Mesela bu sergi. Sergiyle birlikte bir ay boyunca her Cumartesi saat 3-5 arasında düzenlediğimiz buluşmalar, bu konularla ilgili sohbet etmek için düzenlenmiş etkinliklerdi. Geçen hafta Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Kürşad Özdemir ile kakofoniyi kentsel dönüşüm açısından ele alan bir buluşma düzenledik. Gürültü ile kakofoni arasında bir ayrım yaparak, kakofoninin kentteki mikro-yaşam alanlarında anonim olarak nasıl üretildiğini inceledik. Bu hafta nörolojiyle ilgili bir buluşma var. Kapanış etkinliği olarak da 5 Ocak’ta canlı bir ses ve görsel performans yapmayı düşünüyoruz. 

 
Sergide, özellikle Ozan Türkkan’ın “Bipolar Fraktal” ve Candaş Şişman’ın “Edicisum”, Pınar Yoldaş’ın “Süperstimulus” adlı çalışmalarında, o uyumsuzluk ve gürültüyü çok net seçebildim. Hatta bunların, rahatsız edici ve sinir bozucu olduğu bile söylenebilir. Ama Ayşegül Süter’in “Kırılmalar”ında bunu tam hissettiğim söylenemez; daha çok renkli bir hayal dünyasında gibiydim. Sizce bunun nedeni nedir?

Belki Ayşegül, görsel bir şekilde gürültüyü aktarmaya yoğunlaştığı içindir. Ozan ve Candaş’ın işlerinde de gürültüyü görsel bir şekilde görüyoruz; ama ses de epey işin içinde. Ayşegül Süter’in “Kırılmalar”ında, sese nazaran, görselin oluşturduğu mekân çok daha algılanabilir.


Bu çok daha genel bir soru olacak ama çok merak ediyorum. Son zamanlarda galerilerin artması, kültür-sanatla ilgili bize güncel haber geçen sitelerin çoğalması, dünyaca ünlü sanatçıların eserlerinin Türkiye’ye gelmesi… Tüm bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne oldu da insanlar sanat karşı bu kadar duyarlı oldu?

Kültür sanat etkinlikleri genelde boş zaman doldurma etkinliği gibi pazarlanıyor; ama bu gelişim olumlu bir gelişme. Daha önceden sadece sinemaya gidiliyordu; şimdi sergiye de gidiliyor. Daha da gelişecek. Artık bunlar, galerileri de aşan şeyler. Şimdi sadece web sitesi üzerinden yapılan sergiler bile var.


Son olarak gelecek günlerde sizi başka projelerde görecek miyiz?

“Spekülatif Eğriler” sergisini gerçekleştirmek istiyorum. Kıvrımlar ve eğriler üzerine bir yeni medya sergisi bu. Bekliyoruz. Burada tamamen geometrik bir formdan yola çıkarak eğrilerimiz, mutasyonlarımız, dönüşmemiz üzerinden bir çalışma olacak. Yine aynı sanatçılarla birlikte, Osman Koç ve Erdal İnci de bize dâhil olacak. Ayrıca bu sergiyi Barcelona ve Berlin’e taşıyacağız.


Serginin sanatçıları anlatıyor…

Candaş Şişman: “Organik ve dijital iç içe geçer”

“Aslında mesele organik ile dijitalin iç içe geçmesinden çok kontrast iki durumun iç içe geçmesi. Yaşadığımız döneme bakarsanız o kadar çok bu şekilde iç içe geçmeler görüyoruz ki artık yazıcılarla yapay organlar  üretebiliyor veya teknolojik bir  aleti insan uzvu olarak kullanabiliyoruz. Aslında “Edicisum” da bu melezleşme sürecini deneyimletmeye yönelik bir çalışma. Tabi ki sadece bu tarafı yok. Benim için kontrast olgular, bir araya gelince kendilerine ait bir başka denge oluşturuyor. Bu da uyumlu ya da uyumsuz gibi yarattığımız anlayışları sorgulatıyor.”


Pınar Yoldaş
: “İnsanın tek amacı sömürmek”

“Evet, insanın kendini anlaması için evrim ve evrimsel psikoloji çok önemli. Reklam sektörü, televizyon şovları, Hollywood’un efektli filmleri vs.. Belki de tüm bunların tek amacı, insanın doğal dürtülerini aşırı uyarılma yağmuruna tutarak ‘sömürmek’.”


Ozan Türkkan
: “Her şey fraktal bir sistem üzerine kurulu.”

“Aslında tercihten ziyade uzun süreli bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkan işler bunlar. Doğanın bir çeşit var oluş geometrisi üzerine çalışıyorum. Sürekli bir araştırma ve üretme süreci bu. Evrenin her boyutunda kendini tekrarlayarak, kopyalayarak, çeşitlendirerek, bükülerek, eklenerek, nasıl basit sitemlerden karmaşık inanılmaz kompleks sistemler yarattığını görüyorum. Bulutlardan, galaksilere her şey fraktal bir sistem üzerine kurulu. Ruh halimiz, toplum yapısı, davranış biçimleri ve ekonomi, aynı yapının uzantıları. Beynimiz, tamamen fraktal bir sistem olan nöronların işleyişi üzerine kurulu. Dijital bir çağda, dijital bir formatta; ama organik, direk varoluşumuza dokunan bir şeyler anlatmak bu.”


Ayşegül Süter
: “Günlük hayatın karmaşaları”

“Çalışmamda, rengin ve parıltının cazibesine aldanan bizlerin, asıl almak istediğimiz mesajları kaçırmasıyla ilgileniyorum. Empoze edilen bilgi kirliliği, gündeme atılan ve cıvatalarımızı oynatacak siyasi açıklamalar, taksi şoförünün abartarak dillendirdiği günlük hayatlar, bir anda yumruk yumruğa başlayan kavgalar… Günlük hayatta karşılaştığımız bu renkli(!) karmaşalara karşı bizim tepkilerimizin veya kayıtsızlığımızın, sonrasındaki etkileri ve çoğalarak hem gündemi hem de kafamızı meşgul etmesi. Günlük hayatımızı, sergi mekânında bana ayrılan alan olarak kıyasladım. Karmaşık, renkli, hipnotik ışık hareketi ve yansımaları bizi cezbediyor. Ne zaman ki ışık azalıyor ve kayboluyor, tam karşı duvardaki ufak materyalin yansıttığı sabit, dar ve pürüzsüz yansımaları fark ediyoruz.”

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 03:34:22