A password will be e-mailed to you.

"Reklamı Atla" kitabının yazarı Seray Şahiner, bir Özal kuşağı olarak büyümeyi, Yeşilçam’dan aldığı terbiyeyi, Aziz Nesin’in hayatına etkisini ve neden annesinin neslinden çok anneannesinin nesline yakın olduğunu anlattı.

Reklamı Atla kitabınız nasıl ortaya çıktı?

Bunlar birikmiş yazılar. Devlet hiçbir anımızın tozlanmasına izin vermediğinden, gündeme dair kimi meselelerden, sorunlardan bahsettiğim yazılar hala tazeliklerini koruyordu. Son üç yılın yazılarını bir kitapta toplamak Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal’ın fikriydi. Döneme dair kenara düşülmüş notlardan biri olması açısından benim için kıymetli bir iş oldu. 

Kitabınız daha önce yazdığınız yazılarınızın bir derlemesi. Yazılarınızı seçerken nelere dikkat ettiniz?

Yazılar son üç yıllık dönemin derdini anlatan yazılar olsa da, bu ağıt için çok önceden el kulağa konmuş. Ne gördüğümüz katliamlar ilkti, ne kentsel dönüşüm, ne asimilasyon politikaları… Öğrenilmiş diktatörlükle hayatını sürdürenler, hayatlarını elinden almak istediği insanlara öğrenilmiş çaresizliği dayatıyor. Biraz bu karanlığın içinde, inada ve umuda davet eder yazılar olmasına özendik. Sırma Köksal’ın sıralamasıyla yazılar başka bir hale büründü. Şimdi kitaba baktığımda, bir Özal kuşağı büyüme hikâyesi görüyorum. 

Yazılarınız hayatın çok içinden yazılar. Çocukluğunuzdan, ilk aşkınızdan, sevdiğiniz filmlerden, mahalledeki komşularınızdan başlıyor  ardından gençliğe girmenizle beraber şehrin ve ülkenin dertlerine sorunlarına kafayı takıyor … Sanki durdurulmayan iç sesiniz gibi güçlü ve sahici bir dili var yazdıklarınızın.

Birbirimizi tanımasak da ortak anılarımız, ortak dertlerimiz var ve bu dertlere birlikte derman bulmayı murad ediyoruz.  O yüzden yazılar biraz dost meclisine gibi bir üslupta olsun istedim… Kendi hikâyemden bahsetme kısmına gelince… Otoritenin ve tüketim kültürünün nüfuz etmediği pek anımız yok ne yazık ki. Okula giderken neredeyse askeri birliğe teslim alınır gibi bir tek tipleştirmeye maruz kaldık. Okul önlüğünden bahsetmiyorum, erkeklerin saç boyu, kızların çorabının renginin tonu… Dönem itibariyle sınıfımıza sonradan gelen arkadaşlarımız köyü yakılmış çocuklardı. Direkt en arka sıralara yerleştirildiler… Komşularımız kentsel dönüşüm sillesini yiyip başka semtlere gitti. Büyüdükçe fark ettik ki çocukluğumuzu anlatırken bile devleti anlatıyoruz aslında…

Kitabınızda çocukluğunuza ait bölümler de var. Annenizden çeyiz olarak Aziz Nesin kitapları getirmişsiniz. Okuma ve yazma ile ilişkiniz nasıl başladı?

Biz o zaman farketmemişiz ama bizim evde aile reisi Aziz Nesin’miş zaten. Evi onun fikirleri yönetiyormuş… Şükür… Yazmaya günlük tutarak başladım. Sonra o günlükler öyküye evrildi. 10 yaşında yazar olmaya karar verdim. Sonraki hayatımı da kendime yazacak bir alan yaratmak için yönlendirmeye çalıştım. Çok fazla iyi yazar vardı. Yetenekleri benim için biraz göz korkutucuydu. Daha cesurca yazmam, annem babam bu yazdıklarımı okusa hakkımda ne düşünür diye kaygılanmayı bıraktıktan sonra oldu ama hala yazdığım bir metni bitirdikten sonra, sevdiğim yazarlar bunu okusa ne düşünür gözüyle okuyorum. 

Kitabınızda çocukluğunuzdan ailenizle yaşadığınız evden, mahalleden, komşularınızdan çok fazla anı biriktirmişsiniz. Bu yaşadığınız yerler ve insanların üzerinizde büyük etkisi olmuş gibi?

Bir mahallede büyümek bir roman kahramanı olarak aynı raftaki bütün kitapların içinde dolaşmak gibi. Aynı semtin ritmi içinde başka evleri başka hayatları da bilerek-görerek büyümek, aynı gazete haberinin, aynı modanın başka evlerde nasıl farklı farklı etkiler yarattığını görmek büyük şans. Bir mahallede yaşayanlara bakarak dünyaya tanıklık ediyorsun aslında. Şimdi mahalleleri eritiyorlar. Sırf muhitleri kıymetli diye değil. Biraz da dünyadan haberimiz olmasın diye…

Kitabınızda sinema ile ilgili yazılarınız da var. Vesikalı Yarim, Sadri Alışık filmleri ve tabii ki  Emek Sineması… Sinemanın özellikle Türk filmlerinin sizin üzerinizde bir etkisi var sanırım.

Özel televizyonların yeni açıldığı, yayın saati doldurulamayınca günde 4- 5 yerli film yayınlandığı dönemde büyüdük. Gösterilenler, annemlerin bile değil anneannemlerin zamanında çekilmiş filmlerdi. Hayat, aşk, ilişki anlayışımızı, annemizinkinden çok anneannemizin terbiye aldığı kurumdan; Yeşilçam’dan aldık. Kadınların daha çok çalışmaya başladığı dönemde anneanne-babaanne elinde büyüyen çocukların onlarla bu kadar iyi anlaşmasının sebebi, ninelerin tontonluğundan ziyade bir kuşak atlayarak da olsa nine torunun Türk sinemasının terbiye ve tedrisatından geçmiş olması. Bu bir iç çatışma da yaratıyor tabii. 

Emek Sineması ve gaspedilen diğer sinemalara gelince… Valla biz filmlerdeki kötü adamların hakkını yemişiz. Emek Sineması yerindeyken, her film festivali zamanı bilet satışı gişesi kurulurdu. Orda bilet satışı yapan sarışın bir abla vardı. Emek önünde festival bileti kuyruğuna girmiş herkes tanır onu. Her festival mevsiminde, turne için şehrimize gelen sanatçı gibi ortaya çıkardı. Emek yıkıldıktan sonra onunla bizim mahallede bir dükkânda karşılaştık. “Siz o musunuz?”dedim. “Sinemadaki kadın… Bizim için o filmlerdeki aktristler kadar meşhursunuz…” Sinemaları gasp ederek, anılarımızın ve iyi bir filmden çıkınca geleceğe dair güzel planlar yapma anlarının da önüne bariyer koydular. Yıkarız umarım. Zira o sinemalarda o bariyerlerin yıkıldığı çok film seyrettik.

Yazılarınız gündem ile alakalı. Malum gündem de karanlık ama bu yazılar karanlığı biraz aydınlatmak amaçlı mı yazıldı acaba?

Umut bulmak için bir sözüne sarıldığımız insanlara bakınca; hepsi ya yargılanmış ya işkence görmüş ya öldürülmüş… En hafifi yıllarca hapis yatmış. Ama o karanlığın içinde bir parça umut için direnmeye, insanları bir arada olmaya çağırmaya devam etmişler. Biz bu denizde yılana değil Deniz’e sarılarak hayatta kalıyoruz biraz da… Dayatılan çaresizliği, öfkeyle, umutla, mizahla ve hafızayla bertaraf etmeye çalışıyoruz. 

Daha önce öykü ve roman kitaplarınız da var. Kendi yazım maceranızı nasıl şekillendiriyorsunuz ?

Murathan Mungan bir kitabında, “Hiçbir kitap yeterli suçluluk duygusu olmadan bitmez” diyordu. Benim durumum da biraz böyle. Daha ziyade yazım macerası beni şekillendiriyor. Bir konuyu yazarken, dışında herhangi bir şey yaparken duyduğum suçluluktan dolayı hayatımın kepengini tamamen indirdiğim yahut yazacağım ama o dönem kendimi hazır hissetmediğim konudan kaçarken alakasız elli bin çeşit şey yaptığım iki durum arasında gidip geliyorum. O korku ve kendini yazacağı konuya yeterince vakıf hissetmeme durumu çok besleyici. Yazmayı ertelemek diye özetlenebilecek süreçte okuyup araştırarak, hayata yazacağın konunun gözünden bakarak metne hazırlanıyorsun aslında.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 02:36:35