A password will be e-mailed to you.

Genç yazarımız Ezgi Özşahin, İstanbul’da izleyici dostu küratörlerle, izleyici dostu sergiler bulup sanatçılarıyla konuşmayı sürdürüyor. Özşahin’in son durağı izleyici dostu ilan ettiği Bugünkü Program sergisinin sanatçısı Can Aytekin!

 

Can Aytekin’in “Bugünkü Program” isimli sergisi, 14 Nisan-21 Mayıs tarihleri arasında Versus Art Project’te izleyiciyle buluşuyor. İlham noktasını Yeşilçam’dan, özellikle afişlerden, lobi fotoğraflarından ve sinema fenerlerinden (büyük boyutlu film posterleri) alan sergi, efemera malzemeye odaklanıyor.
Mekan ve hafıza üzerine düşünürken hem bakışımız mekanın her yerine kayıyor hem işlerle oyun oynayabiliyoruz. Benim tabirimle “izleyici dostu” bir sergi “Bugünkü Program.”. Yeni sergisi vesilesiyle Can Aytekin ile mekanlarla kurduğu ilişkiyi, odaklanmamış görme kavramını, kullandığı teknikleri ve daha fazlasını konuşma fırsatı yakaladım. İzleyici deneyimini merkeze koyan bu sergiyi kaçırmayın!

 

Ezgi Özşahin: Özellikle mekan ve bellek bağlamında izleyiciye yeni bir görme deneyimi yaşatma arzunuz beni çok heyecanlandırdı. Geçmiş sergilerinizi de düşünerek pratiğinizde mekanla kurduğunuz ilişkiyi merak ediyorum.

Can Aytekin: Aslında ilk sergilerimden beri devam eden bir süreç bu. İlk sergilerde, yazı, resim ve mimarlıkla ilgileniyorum demiştim; yani tapınak resimleri, kaya resimleri, bahçe resimleri… Konu aslında hep resimden çıkıyor ve yine resme dönüyor benim için. Mekan konusu da böyle. Resmin kendisi bir mekan aslında. Bir mekan yanılsaması. Mekan resmin her zaman direkt bir konusu. Bu duvara yansıyor, duvara asılmış resim ve karşısındaki izleyici de resmin konusu. Daha sonra, üç boyutlu işlere, enstalasyonlara dönüşüyor hiç şüphesiz ama ben yine de arada durmayı tercih ediyorum. Resimde, mekan ve duvar arasında görmeyle kurulan bir ilişki var. Ben serilerle çalıştığım için o sergide kullandığım malzeme ve mekan da direkt serginin konusu oluyor. Yani nasıl sergileneceği de işin konusu. Bu noktada mekana küçük müdahaleler söz konusu oluyor. Bu sergide bir duvar espirisi var. O da Yeşilçam sokağının, sergi mekanı olan Hanif Han ile ilişkisi üzerinden, sokağın galeriye taşınmasıyla ilgili. Bunları nasıl yaptığımı sergileri konu ederek açıklayabilirim.

Can Aytekin

Sergide konu edilen iki filmden bahsedebilir miyiz?

Bu serginin adı “Bugünkü Program”; adı üstünde sinemayla, filmlerle ilgili. Bundan önce, 2019’da Riverrun’daki sergimin adı da “Gelecek Program” idi. Aslında bu son iki sergi birbiriyle ilişkili. Orada daha çok sinema lobisi üzerine bir düşünme vardı. Mekan bağlamında, ara bağlantı, lobi mekanı. Yani sinema salonu, filmin kendisi değil de o lobi. Bu sergide ise, Gazeteci Erol Dernek sokağının gerçek Yeşilçam ile ilişkisi anlamında sokak konu ediliyor. Sokak, sokakta yürüme, gözünüze çarpan şeyler… Burada seçtiğim iki film var. Biri Sevmek Zamanı, Metin Erksan’ın 1965 tarihli kült bir filmi. İkinci film de yine Metin Erksan’ın başladığı ama bitiremediği Ayrılsak da Beraberiz. Bu film, klasik bir doğu masalı aslında, surete aşık olma masalını konu ediyor Metin Erksan. Fakat hiç galası yapılmamış, gösterime girmemiş. Ona yeniden bir gala yapabilir miyim? diye düşündüm. Sinema fenerleri, lobi fotoğrafları ile o dönemki üretim, matbaa teknolojisi, renklendirme mantığı üzerine düşünerek başlamıştım hikayeye. Bir önceki sergi, dediğim gibi lobi mekanı üzerineydi yani sinemanın kendisi yoktu. “Bugünkü Program” ise sokakla, binayla, filmler üzerinden, yapılmamış bir gala üzerinden ilişki kuran bir sergi. Sokak, odaklanmamış görme, duvar boyunca yürüme, izleyicinin kendi kurduğu anlam üzerine çalışma fırsatım oldu. Bir iyi tarafı da daha önceki iki sergiyi de burada yaptığım için mekanı bilmemdi.

“Bir resme neden ikinci kere bakalım? Bir sergiye neden ikinci kere gidelim? Onun izleyicide bir devamlılığı olmalı. Aynı bir kitabın tekrar tekrar okunabileceği gibi bir resme de defalarca bakılabileceğini düşünüyorum. Bunu ancak bir izleyici kurabilir, resmin içinde katmanlar var ve izleyici her baktığında başka ilişkiler kurabilir.”

Odaklanmamış görme kavramını merak ettim.

Odaklanmamış görme kavramını, Juhani Pallasmaa’nın “Tenin Gözleri” kitabından öğrendim. Pallasmaa, Maurice Merleau-Ponty’nin Cezanne üzerine yazdığı müthiş kitabı “Göz ve Tin”den yola çıkıyor. Odaklanmamış görme dediği aslında optik olmayan, haptik görme. Yani bedenen görme, bedenin katılması, izleyicinin katılması. Kadraja alınmamış, donmamış bir görmeden bahsediyor. Bu benim için çok ilginç bir konu zaten, “Boş Ev” sergisinde de bir parça bunu konu etmiştim. İzleyicinin görme edimiyle kurduğu bir ilişki yaratmaya çalışıyorum aslında. İzleyici yoksa hiçbir şey yok. Diğerinde ise, bir kadraj var, çerçeveye alınmış, hikayesi belli. Hemen yanında plaketi var, okuyorsunuz, önde bir bank var oraya oturuyorsunuz, bize bir şeyler söylüyor hiç şüphesiz. Burada ise izleyici yürümek zorunda! O kadrajlar, sağda solda, yukarda aşağıda, bazen iki boyutlu bazen üç boyutlu olmaya çalışan şeylerle o mekan içinde izleyicinin kurduğu bir oyunla oluşuyor. Bir puzzle’ın parçaları gibi düşünün. Ayrıca sergi bağlamında “Sevmek Zamanı”ndaki boyacı, “Ayrılsak da Beraberiz”deki afişçi üzerinden yine dön dolaş resim meselesi konu ediliyor. Suret meselesi, temsil meselesi, hikaye anlatma meselesi. Ben de bunlara geri dönmüş oluyorum.

Ben de sergiyi gezerken, izleyicinin görme duyusunu manipüle ederek zihninde kendi filmini çektirmek gibi diye düşünmüştüm.

Tabi, aslında manipülasyon denebilir. Odaklanmamış görmede de bir kadraj var, bundan kaçınılamaz. Bir dikdörtgen aldığınız zaman, duvarın kendisi ya da üstüne astığınız herhangi bir şey zaten bir kadraj. Kadraj kelimesi boğayı öldürme anı demek aslında. Mesela “Blow Up” (1966) filmi, orada bir cinayet işleniyor; kadraja bakıyorsunuz başka bir şey söylüyor.
Yani aslında soru şu: Bir resme neden ikinci kere bakalım? Bir sergiye neden ikinci kere gidelim? Onun izleyici de bir devamlılığı olmalı. Aynı bir kitabın tekrar tekrar okunabileceği gibi bir resime de defalarca bakılabileceğini düşünüyorum. Bunu ancak bir izleyici kurabilir, resmin içinde katmanlar var ve izleyici her baktığında başka ilişkiler kurabilir. Özellikle mekanla, diğer resimlerle pasaj ya da kontrast yapan, birbirini reddeden ilişkiler oluşabilir, işte o noktada bir tecrübeye dönüşüyor aslında izleyici için. Ben onun peşindeyim. Burada da sinema bağlamında böyle bir şans veriyor konu. Çünkü sinemada, o kapalı odada bir koltukta oturup sürekli değişen görüntüleri izliyorsunuz ama burada tam tersi, siz yürüyorsunuz ve o donmuş görüntüler sizin sayenizde hareket etmeye başlıyor. Sinemayla da böyle bir ilişki kurmayı düşündüm.

Sergi sadece görme değil pek çok deneyimi de kapsıyor aslında; pencereler açık, dışarıdan ses geliyor, rüzgar esiyor vs. Bu denli sokağın sergiye dahil olduğu bir sergi fikri nereden geldi, hep var mıydı?

Bu fikir biraz pandemiyle de ilgili aslında. İki yıl boyunca evde kapalı kaldık, sürekli bir ekrana bakma, dersleri ekrandan anlatma ya da dinleme deneyimi ve hasta olmayalım diye kendimizi yalıtma hali beni düşündürdü. Bir sergiye gitmek bile çok tehlikeliydi. O yüzden bir sergi olsa ve bütün pencereler açık olsa diye hayal ediyordum. Aslında böyle başladı hikaye, sonra Hanif Han’daki galeri mekanı, her gün gidip geldiğim bir sokak. Sokaktan gelen bir sergi, tabi bu biraz anakronik bir sokak fakat bugünle de ilişkili. Bugün sinemalar eskisi gibi çalışmasa da eski düzenleme mantığı bence sokakta devam ediyor ve daha çok istediğim, sergiden çıkıp gittiğinizde de yine sokağa indiğinizde de serginin devam etmesi fikri. O yüzden sokaktan taşınmış alelade objelere benzeyen şeyler ya da afişler biraz bunu çağrıştırıyor. Sanki sokaktan bir şeyler taşınmış, siz sokağa döndüğünüzde de bir parça devam etmesini istedim. O yüzden iki taraftaki pencereler açık, bir taraf zaten sokağa bakıyor, arka tarafta ise yıkılmış binalar, yıkılmış sinemalar var. Beyoğlu’nun arka yakası gibi, o tarafın gerçeğiyle ilişki kurmaya çalışıyor. Tabi bunu film bağlamında da düşünmek lazım. Bir parantez daha açmak istiyorum. Yeşilçam döneminde para olmadığı için filmleri sette değil de sokakta çekiyorlar. O zaman sokak doğrudan filme geçiyor ve aslında gerçek hayatla film birbirine karışıyor. Gerçekten aynı vapur, aynı bina falan. Bu yüzden Yeşilçam filmleri çok sıcak, sadece İstanbul’u izlemek için bile o filmleri seyredebiliyorsun.

Neredeyse belgesel gibi..

Evet. O yüzden tekrar tekrar aynı filmleri seyrediyorlar. İnsanların bir kısmı, o Yeşilçam hayalinde yaşıyor. Gerçek hayat, sokakla filmlerin böyle bir geçişliliği var. Yani bizde her şey iç içeydi. Her şey zaten çorba gibiydi. Filmlere bir şekilde günlük hayat sızmıştı. Ben aslında o sızmadan devam ediyorum.
Bu anlamda kültürümüze de değiniyor diyebiliriz. Sergide kullandığınız brikolaj tekniğinden de bahsetmek istiyorum. Brikolaj, Levi-Strauss’un yaban toplumlar için düşündüğü bir kavram, bir çeşit üretim biçimi. Yaban toplumlarda her şey birbirine karışmış vaziyette; yani büyü, gerçeklik, teknoloji vs. Sanayi toplumunda ise , bir çizgisel üretim hattında; önce hayal ediliyor sonra tasarlanıyor, malzemesi bulunuyor ve en sonunda hayata geçiriliyor. Brikolaj da ise ileride işime yarar diye her şeyi topluyorsunuz, sonra bir araya getiriyorsunuz, yaparken tasarlıyorsunuz ya da biriktirdiğiniz şeylerden bir şeyler üretiyorsunuz ve bunlar iç içe geçmiş durumdalar. Bu üretim bana çok yakın geliyor. Tabii bir eğitim ve tasarım süreci var ama brikolaj mantığında bunları kıran bir şey var. Bence unutulmaması gereken ki zaten unutulmayan da bir üretim biçimi. Brikolaj da şaşırtıcı bir yön var. Benim için de önemli olan, yaparken şaşırmak. Her şeyin birbirine karışması, ne işe yarayacağını bilmiyorum ama sezdiğim bir şeyin dönüp serginin tam ortasına konması, öncesinde açıklayamadığım şeyler olması. Bunu ancak brikolaj kavramıyla anlatabildim. Bu yüzden benim için önemli.

“Bu işlerde oluşan hataların peşindeyim. Ama bilerek hata yapmak değil, sürecin bir parçası olarak zaten doğan hatalar, bir şekilde işin kendisi oluyor. Bir yerde okumuştum, havlu da üretim hatasıymış. Dokumadaki hata havlu olarak çıkınca sonrasında onun işlevine dönüşmüş. Gene brikolaja dönüyoruz işte. Yani her hata bir işe dönüşebilir. Biraz peşine düşmek gerekiyor.”

 

Ben de sergiyle çok kolay bağ kurduğumu söyleyebilirim. Sanki sizin atölyenizde birikmiş kağıtlardan yaptığınız bir üretimi daha kapsayıcı bir perspektiften görmek gibiydi.

Bu noktada şu da eklenebilir. Brikolaj üretimleri Hafriyatçılar da kullandı mesela. Ressamların üç boyutlu işler üretmesi, sokakla ilişki kuran, mükemmel olmayan teknikler, malzemeler kullanarak bir şeyler söyleyen işler ürettiler. Mesela ben hatırlıyorum Antonio Cosentino’nun öğrenciyken gerçek sinema fenerlerine yaptığı resimleri , İrfan Önürmen’in gazeteleri tutkalla yapıştırıp yaptığı heykelleri, Hakan Gürsoytrak’ın Danyal Topatan portresini. Arslan Eroğlu da gençliğinde gerçek bir sinema feneri boyamış. Sokağın izi bir şekilde sanatçılarda da devam etmiş. Ben o oyuna bir halka daha ekledim. Bu oyuna katılmak istedim diyebiliriz.

Özellikle hataları da işlerinize dahil ettiğinizi gözlemledim. Afiş buruşmalarına benzeyen dokular, işten ayrılmış kağıt parçaları. Bunların sizin pratiğinizdeki yerinden bahsedebilir misiniz?

Çok iyi bir tespit. Hata meselesi çok önemli, çünkü dedim ya bu bir üretim biçimi. Bir de şaşırmak çok önemli yani izleyicinin bu sürece dahil olmasını istiyorsak bir kere önce bizim de dahil olmamız lazım, bilmediğimiz bir alana girmemiz gerek. O yüzden teknik mükemmelliğin peşinde değil de çeşitlemenin, denemenin peşindeyim. Mesela her farklı kağıt farklı şekilde kuruyor. Bunu izlemek çok ilginç, ya da kağıtların üst üste yapışması hep aynı sonucu vermiyor. Bu süreci takip etmek ama manipüle etmeye çalışmak, bazen de becerememek, işin bir parçası. Yani iki eksiden bir artı doğabilir. Bu şekilde söylediğiniz gibi atölyeyi de mekana taşımış oluyoruz. Bu işlerde oluşan hataların peşindeyim. Ama bilerek hata yapmak değil, sürecin bir parçası olarak zaten doğan hatalar, bir şekilde işin kendisi oluyor. Bir yerde okumuştum, havlu da üretim hatasıymış. Dokumadaki hata havlu olarak çıkınca sonrasında onun işlevine dönüşmüş. Gene brikolaja dönüyoruz işte. Yani her hata bir işe dönüşebilir. Biraz peşine düşmek gerekiyor.

“Benim tamamen yaptığım bir resim, üretim yok, hep bir atıf var. Mekanla, sanat tarihiyle dönemin politikasıyla ilgili hep bir kanca var. Figür bağlamında konuşursak sinemadan giriyorum konuya.”

 

Bir süredir bir seriye başladım. İzleyici dostu sergilerin peşindeyim. İzleyici dostu sergilerin sanatçıları küratörleriyle söyleşiler yapıyorum. Bugünkü Program’ı da izleyici dostu olarak tanımladım. Siz ne dersiniz bu tanımlamam üzerine?

İzleyici çağıran bir sergi, evet. Seyirciye yer açan ya da davet eden bir sergi diyebilirim. İzleyicinin kurduğu, izleyicinin anlamlandırdığı bir sergi. O yüzden mesela, duvarın arkasında filmden birkaç şey var. İsteyen ona da bakar, isteyen bakmaz. Kendim de bir izleyiciyim başta. Aynı konuya geri dönüyoruz aslında, şaşırma, tecrübe meselesi… Donması çok kötü. Her resim, her yapıt izleyiciyi çağırıyor aslında ama bazılarının birinci önceliği değil. O da olabilir. Mesela ben sekiz sergi yaptım hiçbir zaman orijinal bir şey yapmadım. Hep bir alıntı üzerinden hep başka bir sanatçının üzerinden, verili bir mekan üzerinden oyuna katılmaya çalıştım. O bakımdan benim tamamen yaptığım bir resim, üretim yok, hep bir atıf var. Mekanla, sanat tarihiyle dönemin politikasıyla ilgili hep bir kanca var. Figür bağlamında konuşursak sinemadan giriyorum konuya. Yoksa aslında bir yerde aynı hikaye, bir kadın ve bir adam var. Film orada özel seçilmiş bir şey değil, daha genel, oyuna açabileceğimiz, söz söyleyebileceğimiz, izleyicinin kurabileceği bir şey var. Dön dolaş, bunların birbiriyle ilişkisi olsun, öncül sanatçılarıyla ilişkisi olsun, mekanla, İstanbul’la ilişkisi olsun istiyorum. Bunlar bir puzzle gibi haritalandırılsın, ortaya çıkartılsın istiyorum. O bakımdan “izleyici dostu” , izleyiciyi çağıran bir şey yapmak istiyorum. Mesela bir çizim duvarı var. Bir sinemada da olabilir ama aynı zamanda bir desen duvarı olarak da değerlendirilebilir. Aynı bir müzedeki, ya da kilisedeki ikonastatis duvarı gibi de görülebilir. Tamamen izleyicinin bilebileceği bir şey. Sergideki soyut afişler de öyle, benzerini sokakta zaten görüyoruz. Ama oradaki iki afişin ya da karşısında duvarda yer alan bir şeyle arasındaki ilişkiyi kurabilir izleyici, o zaman başka bir kapı açılıyor işte.

 

Sergide dolaşılmasını istiyorum demiştiniz. Ona da değinelim…

Kesinlikle. Bunun üzerine bir sergi zaten. Demin bahsettiğimiz haptik görme, optik olmayan görme dediğim odaklanmamış görme meselesinin bir sonucu. Duvarla konuşan, duvarın arkasını da dahil eden bir sergi. O duvar sinema perdesi, tuval, beyaz perde olabilir, bu tip metaforlar da içeriyor tabi, bunlarla da paslaşan bir sergi yapmak istedim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 10:37:08