A password will be e-mailed to you.

Bana göre Yeni Türkiye Sineması’nı başlatan film Demirkubuz’un Masumiyet (1997) filmidir. Masumiyet daha önce sinemamızda çok görünmeyen yeni bir dili ve mahalleyi göstermişti.

Zeki Demirkubuz’un son filmi Bulantı izleyicisiyle buluştu. Sinema eleştirimizin halini de görmüş olduk. Şaşırdım mı; tabii ki değil. Yine “başyapıt” değerlendirmeleriyle uçuşan, “risk almayan” bildik retorik doldurdu sayfaları, monitörleri. Basın gösteriminin ardından Bulantı hakkında ilk yazıyı ben yazdım; “Zeki Demirkubuz: Duvara Toslamak” başlığıyla. Açıkçası yemediğim küfür ve hakaret kalmadı. Bazı yazarlar kendilerinde siteyi uyarıp üstü örtülü tehditler de bıraktılar kapı önüne. Neymiş film seyirciyle buluşmadan yazılmazmış. Centilmence değilmiş. Öncelikle şunu söyleyeyim: benim böyle bir sözleşmem ve yükümlülüğüm yok. Ne zaman yazacağıma ben karar veriyorum. Başka “rahatsız” bir mırıldanma ise ben sinema yazarı değilmişim. Ali Şimşek kim oluyor muş? Neden çağdaş sanatla ve sergilerle uğraşmıyor gelip sinema yazıyormuşuz. Gerçekten trajik ve de zavallıca yorumlar bunlar. Üstelik Bekleme Odası filmine hiç değinmemişim… Oysa benim sorunun C Blok ya da Bekleme Odası’ndaki dilin Bulantı’yla ilişkisi değil. Anlamamışlar! Ayrıca, "hobi olarak yap" lafım bir espri ya da hakaret değil. Demirkubuz bu filmi yapmasa daha iyiydi anlamında kullanılmış bir cümledir. 

Evet, haklılar sinema çok yazmam. 2008-2012 yılları arasında Birgün editörüyken bütün festivalleri takip ettiğim zamanlar yazdığım sinema yazısı 20’yi geçmez. Ama bu yazılar yeni sinemamızın eğilimleriyle, görsel ideolojisiyle uğraşan; hala okunan dipnotlanan yazılardır. Sürekli sinema yazmasam da yaklaşık 15 yıldır üniversitelerde ve İFSAK’ta film analizi dersleri veririm. Eleştirel teoriden gelen biri olarak yabancısı olduğum bir alan değil yani. Bana göre sanat eleştirisi gibi sinema eleştirisi de “eleştirel teori” ve kültürel çalışmalar’ın bir parçasıdır. Bunları sindirememizsen, filmler hakkında ancak “malumat” ve “puan” verirsin. Açık söyleyeyim; eleştirel teoriyi sindirmiş sinema yazarı sayısı (akademisyenleri saymazsam) bu ülkede 3-5’i de geçmez. Bazılarına bizzat okuma listesi yapmışlığım da vardır; ve çok da yararlandılar. Neyse bu kadar övgüden sonra gelelim Bulantı’ya… Film hakkındaki yazım; kısa olmasına karşı “kral çıplak” diyen bir doğrudanlığa sahipti.

Yazının çok okunması ve tartışılmasını (ve de küfür yemesini) da buna borçlu. Özetle filmi kötü (K.Ö.T.Ü), kendini Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler, Uzak ve Bir Zamanlar Anadolu’ya karşı konumlayan savunmacı dilini başarısız bulmuştum. Fakat yazıda açmadığım ama eski yazılarımın temel dertleri olan Yeni Türkiye Sineması’ndaki sorunların kronikleşmiş hallerini de bulmuştum. Bunları ana hatlarıyla sıralayayım:

1- Benim “durgun görüntü ideolojisi” olarak da nitelendirdiğim izleyiciyi “dışarda” tutan bıktırıcı sinema dili. (1)

2- Minimalizm adı altında yaşanan sömürgeleştirme. Hikaye (narrative) anlatamamayı meşrulaştıran bir mazeretçilik. Geniş planlar ve sırttan görüntülerle, sinemamızda parodisini (Neden Tarkovski Olamıyorum?) üretecek raddeye gelmiş bir kolaycılık. (2)

3- Kasvetli atmosfer.Yeni Türkiye Sineması için sanki tek gerçek bu kasvet hali. (3)

4- Bunalımın sadece bunalım pozuyla ya da atmosferiyle anlatılabileceğini sanan bir şablonlaşma.

5- Yavaşlığın “sanatsal sinema” olarak mutlaklaştırıldığı bir ritm ve kurgu anlayışı. (4)

Elbette bunlara daha birçok madde eklenebilir. 1950’lerden itibaran Antonioni ve Bergman’dan, Yeni Dalga ve Tarkovski’ye bunlar elbette sinemada modernizmin önemli kazanımları. İtalyan Yeni Gerçekçilik’ten itibaren içine girdiğimiz; boşluklar, sessizlikler, kesintiler ve yıkıntı mekanlarla, Deleuze’un Zaman Sineması dediği, izleyiciyi ve kahramanı “dolaşan”, “tanık” haline getiren önemli bir kırılma. Fakat bunlar sinemanın hepsi değildir; olamaz da…

Benim itirazım; işte tam da bu noktada uç veriyor. Bana göre Yeni Türkiye Sineması’nı başlatan film Demirkubuz’un Masumiyet (1997) filmidir. Masumiyet daha önce sinemamızda çok görünmeyen yeni bir dili ve mahalleyi göstermişti. Kesintiler, mekan, kapı gıcırtısı ve en önemlisi içe işleyen lirik hikaye. Alt sınıflar, lümpenler, avurtları çökmüş, “Kader”in sillesini yemiş, “Yazgı”lı tütün kokulu adamlar, taşra otel lobileri, gıcırtılı otogarlar daha önce böyle bir dille anlatılmamıştı hiç. Elbette bu dilin Metin Erksan, Yılmaz Güney ve Tunç Okan’dan bu yana küçük uçları vardı. 1990’lı yıllarda “entel film” furyası denilen dönemde Ömer Kavur gibi yönetmenlerde yavaşlığı, bunalımı ve kesintileriyle yeni sinemamıza giden patikalar oluşmuştu. Demirkubuz bunların çok dışında başka bir alan açmıştı. Demirkubuz 12 Eylül bunalımını yaşayan aydın trajedisi ve imtiyazlarıyla değil; bizzat 3. Sayfa’ya yansıyan, TV ekranlarında acıklı Türk filmlerine gömülmüş yoksullarla uğraşıyordu. Demirkubuz’un kaybedenleri Oğuz Atay, Tezer Özlü ya da Beat okuyanlardan değil; belki birazcık lise terkten Kemalettin Tuğcu okuyanlardandı. Arkası geldi Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim ve diğer gençler…

Fakat 2000’leri biraz adımladığımızda Yeni Türkiye Sineması festivallere sıkışmış, şablonlaşmış bir görsel ideoloji içinde devinen; bakanlık fonları ve ödüller ile iş gören bir evreye geçiverdi. Hatta festival filmi olarak adlandırılan; izleyicinin pek yüz vermediği, salon da bulamayan bir tür adı haline geldi. Bu durumu hemen izleyici zaten Recep İvedik’e layık diye geçiştiremeyiz. Bu sıkışmayı bütün yönetmenlerde görmek mümkündü. Yavaşlık, geniş planlar, sırttan görüntüler, sessizlikler, gölgeler, sıkıcı süreler…. Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerde, Çehovcu küçük insani ayrıntılar,diyalog ve neşe üzerinden bu tıkanma bir tarafıyla aşılıyordu. Demirkubuz hep farklıydı Yeni sinema içinde… Açıkça ben en çok onu sevdim. Kent yoksulları içindeki “Orhan Kemal” hayaletini her zaman önemsedim. Yeraltı yukarıda saydığım sorunlarına rağmen, Dostoyevski’nin başyapıtını, incinmeyi, rövanşı ve hınç (ressentimant) duygusunu Ankara’nın gri mekanlarına taşımıştı.(5) Şunu söylemek istiyorum: Yeni Türkiye Sineması artık olgunluk sürecinde. Dolayısıyla benim beklentim de yüksek. Demirkubuz gibi bir yönetmenden daha da yüksek. Gelelim Bulantı’da başka bir yazı konusu olacak diğer önemli yöne. Yeni Türkiye Sineması’nın en kabız yönlerinden birini oluşturuyor bu.

Orta sınıfları görmek! Özellikle de doksanlı yıllarda palazlanmış, eğitimli, beyaz yakalı yeni orta sınıfı görmek. Sinemamızın acemisi olduğu bir yön. Elbette Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu, Seren Yüce’nin Çoğunluk’u, İnan Temelkuran’ın Bornova Bornova’sı gibi etkileyici deneyler var. Ya da bana göre sinemamızda yeni orta sınıfı en iyi anlatan filmlerden olan Nuri Bilge’nin İklimler’i. Oysa bana göre 1990 sonrası yeni orta sınıfı en iyi anlatan film, Çağan Irmak’ın Issız adam filmi. Irmak kentin soylulaştırılmış bölgelerinde geçen, Retro ile harmanlanmış hayatları, ilişkileri, dönüşen kenti ve Sex and City’i etkileyici bir şekilde anlatmayı becermişti. Ama bu film bazılarına göre sanat sinemasına girmiyor tabii. Hatta kiç! İşte yukarıda sıraladığım, başka sesleri bastıran sömürgecilik dediğim yönlerden biri burası. Bulantı’da yeni orta sınıfa dokunmaya çalışmış. Radikal okuyan, Bilgi Üniversitesi’nde (film semiyolojisi) kültürel çalışmalar hocası bir insanın, 40 yaş bunalımları, tek gecelik özgür sex ve domestik (aile) olan ile yaşadığı gerilimler; bireysellik kapanı, korunaklı yalnızlık filmin ana hattı oluyor. Tabii bir de alt sınıflarla kurduğu suçluluk dolu vicdan…

Kusura bakmayın ama Bilgi’nin kasap dolabını hatırlatan sınıf penceresinden Genç Werther’in Acıları’nı okumakla olmuyor bu. Yönetmen, yeni orta sınıfın her şeyi kasvet ile yaşadığını zannediyor. Kasveti sadece kasvetle anlatacağını sanan kolaycı bir anlayış bu. Bunlar tercih elbet. Ama tek yol değil… Örneğin Sam Mendes’in 1999 tarihli filmi “Amerikan Güzeli” filmi orta sınıf trajedisinin başka da anlatılabileceğiniz gösteren bir klasik şimdiden. Naçizane uzun yıllar orta sınıf çalışmış biri olarak bir tiyo vereyim: yeni orta sınıf’ın sinik neşesi ve ironisi üretir kasveti. Onu görmek ise başka bir dil ve biraz fazla çalışmak gerektirir. Bana sana ne bu bir tercihtir diyecekler olacaktır; benim de tercihim kemikleşmiş bu dile, tıkanmaya, olmamış “kötü” demek. Niye kızıyorsunuz o zaman…

Zaten bana göre kötüye kötü diyemiyen bir eleştiri kötü eleştiridir.

1) http://www.birgun.net/haber-detay/durgun-goruntu-ideolojisi-ve-yavas-sinema-2848.html

2) http://www.birgun.net/haber-detay/bal-borek-ya-da-pastoral-ideoloji-2825.html

3) http://www.birgun.net/haber-detay/bu-saci-nasil-kesmeli-2874.html

4) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-simsek/sinema-bir-sikinti-sanatidir-gimilda-93162

5) Yeraltı üzerine yazdığım yazı için bkz: http://zekidemirkubuz.com/Content.aspx?ContentID=143

 

Bulantı üzerine diğer yazım için: http://sanatatak.com/view/Zeki-Demirkubuz-Duvara-Toslamak/2022

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 18:01:35