A password will be e-mailed to you.

Can Memiş, geçtiğimiz günlerde sergi kısmını su basan ve kimi eserlerin toplanmak zorunda kaldığı 18. Contemporary Istanbul izlenimlerini Sanatatak için yazdı.

Fuardan ayrılırken aynı yerleşke içerisinde inşaatı devam eden eski tersane mekanlarından birinin önünden geçiyorum. Tesadüfen kapısı açık. Tam fotoğraf çekerken hemen çalışanlar uyarıda bulunuyor: “Burada fotoğraf çekmek yasak”.

Oysa sadece birkaç metre ilerde büyük medya kuruluşları çekimler yapıyor, binlerce imaj dolaşıma sokuluyor, gösteri mekanları kuruluyor. Bu sert geçişe hazır değilim, bütün olarak fuarın görmezden gelmemizi istediği de bu sert geçiş olabilir.

Didi-Huberman grizunun kokusunu almanın zorluklarından söz ediyordu, ‘zar zor görünen bir şeyi görebilme’ güçlükleri [1]. Oysa o toz duman içinde o kadar da zor olmasa gerek.

Fotoğraflar: Can Memiş

Bir sanat etkinliğini, kentteki bir sanat olayını etrafından ayrı ele alabilir miyiz, ya da alabildiğimizde bu bizi hangi tarafa daha yakın kılar? Haliç kıyılarındaki fuarın, İstanbul’un kıyı tarihiyle, kent belleğinde yer etmiş kıyı mücadelesiyle, kentteki soylulaştırma hevesinin ranta açtığı alanlardan uzaklaştırdıklarıyla beraber konuşamıyor oluşunu buraya not etmek gerekiyor. Fuar boyunca bu konu hiç açılmıyor ve tam nerede konum alındığı meselesi muğlak bırakılıyor. Bazı tahminler var elbette; bazı galerilerin, inisiyatiflerin, işleri fuarda yer alan sanatçıların, küratörlerin tavırları net. Ancak tamamının aynı yerde durduğunu söylemek imkânsız -ki fuarın organizasyon politikası da durduğu yere dair ipuçları barındırıyor.

O zaman şuradan başlamalı: Haliç kimin, İstanbul kimin, kimlerin? Üstelik kentin yaşayanları sadece insanlar da değil. Ve günün sonunda ekosistemle savaşan ve dayanıklı da olmayan insan-merkezli planlama beklenen bir yağış karşısında bile su baskını altında kalabiliyor. Ve diğer soru: Haliç kıyılarına dair tasavvurlar karşısında neredeyiz?

İstanbul endüstrisinin şehrin çeperlerine doğru çekilmesi ile onlardan geride kalan yapılar ve alanlar bir kültürel miras öğesi olarak korunmak, kamu yararına planlanmak yerine sadece belirli ve ayrıcalıklı bir gruba hizmet eden neoliberal kentsel tasarıma mahkûm edilmek isteniyor.

Kent peyzajını o kentin yaşayanlarıyla beraber şekillendirebilmek, kültürel varlıkları, sit alanlarını ve kültür mirasını korumayı kentsel hak gereği ele almak, kamusal alanların belleğini yaşatabilmek yerine; iki kilometre boyunca Haliç kıyısının otel, yat limanı, kongre merkezi, alışveriş merkezi ile işgal edilmesi hevesi ağız sulandırıyor.

Üstelik ci sanat fuarının yapıldığı Haliç Tersanesi; 6 asırlık bir geçmişi olan, yapıldığı zamanlarda dünyanın en büyük tersanesi olarak anılan bir tersane… Aynı zamanda emek mücadelesinin hafızasını da barındırıyor: Buralarda bilinen ilk işçi grevi Haliç tersane işçileri tarafından 1872 yılında gerçekleşmiş, 1989 Bahar eylemlerinin 12 Eylül sessizliğini yıkışının tanıklığı da yine burada mevcut.

Haliçport Projesi için yapılan protestolarda Haliç Dayanışması üyesi kent aktivistleri “İstanbul Haliçsiz, Haliç Tersanesiz Olmaz” pankartını taşıyorlardı.

Haliç kıyılarında bir araya gelmişken o kıyıların kıyı olarak kalabilmesi ve kamusal niteliğinin korunabilmesi için mücadele yürütenlerin çabasının ne denli haklı olduğunun altını çizmeden, o talebin İstanbul için bir nefes olduğunu görmeden oradan ayrılmak eksik olur. Kültür kurumlarının, sanat bileşenlerinin Haliç’e, kıyılara, kamusala sahip çıkabilmelerini, söz söyleyebilmelerini, eyleyebilmelerini umarak…

Fuar Notlarım

Contemporary İstanbul’un 18. edisyonu 27 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında Tersane İstanbul’da gerçekleşiyor. 22 ülkeden 67 galerinin, 500’ün üzerinde sanatçının ve 1500’ün üzerinde eserin yer aldığı fuarla ilgili notlarım şöyle… (Fuar deneyimi için kendimce notlar verdim, anlamları: A+ Çok iyi, A- İyi, B+ Fena Değil, B- Orta, C Zayıf)

Murathan Özbek, Empathy ve Hayri Şengün, Güneş Saati.

Galeri Zilberman’ın genç sanatçılardan Lucia Tallová’nın Dağ serisinden kolajlarını ilgiyle takip ederken çerçevenin camına Erinç Seymen’in mektup pulları yansıyor, bu tanıdıklık iyi geliyor tabi başlangıçta. Itamar Gov’un Refuge of All Strangers başlıklı enstalasyonuyla devam ediyoruz, ama nereye? Güvenin ve korkunun; sığınmanın ve terk etmenin istikametlerinin birbirinin içine geçebildiği, aynı yurdun hem sığınılan hem de yerinden eden olduğu zamanlara doğru…  Bir puan vermek gerekirse en yüksek puanı hak eden galeriler arasında yer alıyor: A+.

Itamar Gov, Refuge of All Strangers

Pi Art Works’de Nezaket Ekici’nin Patchwork isimli video-performansının yer alması eril dilin ve erkek şiddetinin bu derece arttığı bir dönemde eril ve normatif olana attığı tokatla iyi hissettiriyor. İyi hissettirişi, kolektif bir duygulanıma yöneliyor oluşu sebebiyle. Serdar Acar’ın işlerindeki ton yalnızlık duygusunu işlemeye çok elverişli ama bir taraftan da birbirini süzmekte olan bu kontrast düşündürücü. Acar’da tecrit altında tutulan ‘şeyler’ ile Ekici’nin adeta ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ sloganının koluna giren video-performansını aynı yerde tutan ne? Bu ikiliği, Albano Hernandez’in işlerindeki malzemeleri buluşturan ve o malzemelerle iş arasındaki derinliği kuran bir yöntem olarak da düşünebiliriz elbette. Hakkaniyetli olmak mümkünse: B-.

Barcelona’dan gelen Galeria Joan Gaspar var sırada ve hiç beklemediğiniz bir anda iki avangard çıkıyor karşınıza: Picasso ve Miró. İki Katalan sanatçının, Salvodor Espriu ile Joan Miró’nun lirik birlikteliği, Espriu’nun şiirleri ve Miró’nun imgelerinin büyük buluşması özgürlük mücadelesini en zarif halini taşıyabiliyor. Müzelerin ekonomik şartlar yüzünden hiçbir modern sergi yapamadığı yokluk içindeki İstanbul’da bu buluşmayı kaçırmamalı: B+.

Joan Miró, Les Essencies de la Terra

Dirimart’tayız… Ayşe Erkmen’in işini görüyoruz ilk olarak, ancak küratoryal olarak bir şey çok rahatsız edici geliyor. Tutulamamış bir vaadin ardından ortada kalmışlık duygusu gibi. Biraz da belki hikayesiyle ortada kalmış. Zira kendisini tanıdıkça öğrendiğim üzere Erkmen’in işleri mekanla hep çok canlı ilişkiler kuruyor ve mekân Erkmen için sadece bir sahne değil. Enstalasyonu da böyle bir çerçeveye uzanıyor. Hiçbir kıpırtısı olmayan bir sergi mekânında ne yapılabilir diye düşünürken mekanla oradaki bir kazı olasılığı üzerinden etkileşim içerisine giriyor. Bir mekânın hem parçası olmak, öte yandan onu reddedip kazmaya kalkışmak aynı sayfada buluşamıyor. Sarkis’in işi için de aynı histeyim. O da sanki sahipsiz gibi bir kenarda… Galerinin fuar mekânında iç ve dış var, iç/dış ayrımını seyrelten bir tasarı ise yok. O sebeple bazı işler ya havada kalmış ya da birbiriyle tam olarak konuşamıyor. Belki fiziksel olarak biraz daha esneklik sağlanabilirdi. Fakat Peter Zimmermann’ın Multi Level isimli işinden söz etmeden ayrılmak istemem, fikir beni çok etkiledi: arşivindeki imajları, pankartları, posterleri bir teknik kullanarak renk desenine dönüştürüp epoksi olarak işlemiş. Kendi arşivinden böyle bir renk kataloğunun çıkması eğlenceli geldi kulağıma, özellikle arşivlerin yok olma, el konma, unutulup gitme riskleri karşısında…  Çan eğrisiyle B- diyoruz.

Peter Zimmermann, Multi Level

Galeri Siyah Beyaz genç sanatçıları da dahil ettiği işleriyle karşımızda. Farklı şehirlerde olmaktan ötürü fırsat bulup işlerini görmek her zaman olanaklı değil elbette. Murathan Özbek’in fotoğrafının hak ettiği ilgiyi görmesini umuyorum. Bilenler için Mülkiyelilerdeki bir akşam buluşması tadında burası.  Ankara’nın A’sı: A-.

Gözde İlkin’in hafıza odaklı işleri, Volkan Aslan’ın kolaj-bibloları, Ekin Saçlıoğlu’nun kozmosu ilginizi çekerse muhakkak Artsumer’e bir uğrayın. Tüm bu şaşa içinde sıcak-samimi ve mütevazi bir buluşma, A+ dedirtir.

Gözde İlkin

Araya Akbank Sanat’ı almış olayım: Milan Kundera’nın Şaka’sı ile başlıyor: Belki de bir Şaka’dır. Ardan Özmenoğlu ve Fırat Engin çok çeşitli aynalar kullanarak gündeliğin içinde ince bir alay peşindeler. Neonlardan birinde şöyle yazıyor: “Aynada görülen nesneler göründüğünden daha yakındır”. Aynalar hep biraz Lacan’dır: ama ben B+ diyorum.

Yunanistan’dan katılan Callirrhoë galerisinde İstanbul’dan zorla göç ettirilmiş bir ailenin çocuğu olan Valinia Svoronou’nun seramik işi tüm yerinden edilen Rumlar için bir anıt işlevi görüyor ve İstanbul’da olması bence çok kıymetli. Yüzleşmemize nefes olsun: A-.

Valina Svoronou, Fluttering Pamphlets

Ve geliyoruz Pilevneli’ye…  Pilevneli’de olduğumuzu hemen ayırt edebiliyoruz. Popüler ve birbirine benzeyen işlerle stand, white cube içinde bizi tutmaya çok ikna. Aslında sanat tüketicilerinin beklediği o sahneye sahip. Bu anlamda yeni izleyici kitlesine ulaşma çabası karşılıksız kalmıyor diyebilirim. Gözlemleyebildiğim kadarıyla herkes çok heyecanlı ve akşam Lucca ve Pilevneli’nin Mecidiyeköy’deki Likör Fabrikası’nda düzenleyeceği Artweek partisi hiç unutulmayacak bir gece olacak gibi gözüküyor. Bu yıldızlar geçidini burada bırakıp kalpler buruk ilerliyoruz: C.

Koli Art’a uğrayıp Ömer Tevfik Erten’in The Purge Hotel için yazdığı tanıtımı okumadan ayrılmamanızı tavsiye edebilirim. Tapınak olarak tarif ettiği ve bir zamanlar epey hareketli bir hikayesi olduğunu anladığımız bir otelin üzerine devrilen palmiye ağacı metaforik olarak nasıl bu kadar iyi anlatılabilir: “Otuz yıldır ayakta duran tapınağın üstüne devrilen palmiye ağacı zamana meydan okurcasına yasaklanmaya çalışılan aşklara ve gizli arzulara sessiz bir tokmak vuruyor.” Yasemin Kalaycı’nın beden üzerinden yaptığı ötekilik okuması kuir bir anlatı stratejisi sunarken, Ekin Keser ise kendi açılma öyküsünden bir parçayı cesurca fuara taşıyor. Aile arşivinden çıkan bazı fotoğrafların yırtılmış olduğunu fark ediyor ve bunun ardında Ekin’in aşkına-arzusuna sahip çıkmasına tahammül edemeyen akrabalarının bizzat annesi tarafından imajlarıyla beraber hayatlarından çıkarıldığını öğreniyor. Elekten geçebilenlerle, seçilen yakınlıklarla kuir bir güçlenme öyküsü enstalasyona dönüşüyor. HERALDE A+.

Ekin Keser, Elenemeyenler

İlk defa fuara katılan bir galeri de Diyarbakır’daki Rıdvan Kuday Galeri. Galerinin hem yeni oluşu hem de sanatçılarıyla kurduğu sempatik ilişki hayli parıltılı. Sanatçılarından bahsederken heyecanlanmaları çok içten bence. Galerinin genç bir sanatçısı olan Mahmut Aydın’ın figüratif heykellerinde insan bedenleri epey merkezde duruyor. Çeşitli bedenlerle kurduğu iletişime takılı kalmamak mümkün değil. Gökçe Er’in resimlerindeki dişil dil-ifade becerisi de muhakkak görülmeli. Galerinin sanatçılarının belki de en önemli ortaklığı toplumsal ve politik konulardaki duruşlarını işlerini yansıtabilme becerileri. A’lar çok olsun: A-…

Gökçe Er, Look at my face directly 4 times

Art On İstanbul’da Umut Erbaş’ın Görülmemiş İmgeler Kütüphanesi’nde basit, sıradan, isimsiz imgelerle bir anlatımın kurulabilir olduğunu tecrübe ediyoruz. Hemen ardından Erdal İnci’nin Galata’sında bölgede yer alan binaların döngüsel hareketli oluşları kentin ritmini esere işleyebiliyor. Ancak eserin bende nasıl duyulduğuna karar vermekte zorlandım doğrusu. Çünkü bütüne bakınca bu hengâme korkunç bir distopya gibi gözüküyor, sanki bir hortumun içindeyiz ve birazdan döne döne yok olacağız. Ancak yakınlaştıkça ve parçalara ayırdıkça distopik desenden uzaklaşıyoruz. Yine de tam bir ütopya da diyemeyiz. Kabaca hakikatin, hayatın, görünenin çok-parçalı olduğu alertünü açıyor. Enis Malik Duran’ın tam ortasından ayrılmış ahşap işi Sır’da bir yanıt veriyor mu acaba buna: “Belki yıldızlar bir sırdı/Parlayan her şey gibi o iştahlandırdı insanı. /Gizini ararken cennetin/kulelerin tepesinde/Yaşarken cehennemi”. B+ diyorum ben bu diyaloga.

Jacqueline Roditi

Pilot Galeri’de bizi artsy’nin anket sonuçları karşılıyor ve öğreniyoruz ki galeri satışları için en önemli janr soyut resim imiş. Pilot Galeri gibi soyut resimden ziyade oyunbaz işler kovalayan bir galeri için epey iyi ti’ye alınacak bir veri. Aynı ti’ye almayı Gözde Mimiko Türkkan’ın Egosurfing işinde de görüyorum. Kendi adını internet üzerinde aratma ve çıkan sonuçları görme anlamına geliyormuş. İnsanın ismiyle kurduğu bu tür bir ilişki ikilem de yaratan bir hadise olsa gerek ve Gözde’nin diğer işinde de bu karmaşayı görüyorum, dalgalar arasında. Ece Ağırtmış’ın işi ise ci 18’e eklenen yeni işler arasında. Barbie filminin vizyon listelerinde olmasından kurtulmaya başladığımız şu günlerde ‘Barbie evi’ni hatırlamak azıcık tetikledi. Ama neyse ki, bu bir kaçış öyküsü… Neden bilmiyorum ama Pilot galeriden beklentim biraz daha fazlaydı aslında. Sadece Serra Tansel bu beklentime yakınlaştı, Sim Bombası ile. B- deyip geçelim.

Melih Çebi

[1] Didi-Huberman, G. (2021). Grizunun Kokusunu Almak. (Çev. Burcu Yalım). İstanbul: Lemis Yayın. s. 32.

Ortak bir çağrıyla Trendyol’a tepki

Sanat ve kültür paydaşları, 18. Ci’nin sponsorlarından Trendyol’a ve fuar yönetimine yönelik açıklama yaparak tepki gösterdi. Sendikalaştıkları için işten atılan Trendyol işçilerinin geri alınmasını ve sendikalaşma hakkını tanımaya davet eden açıklamada paydaşlar, fuar yönetiminden de Trendyol ile ortaklığını sonlandırmasını istedi.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 16:41:29