A password will be e-mailed to you.

John Crowley’nin üç dalda Oscar’a aday gösterilen filmi Brooklyn geleceğini Amerika’da inşa etmeye çabalayan İrlandalı genç bir kızın zincirlerini kırma mücadelesini anlatıyor.

Brooklyn, ilginçtir, birçok farklı düzlemde farklı mukayeseler ve dolayısıyla zihin açıcı fikir teatileri yaptıran bir film. İlk bakışta sıradan bir göç hikayesi görünse de katmanlar halinde açılan ve her açılan katmanda yeni bir mevzuyu önümüze süren çok boyutlu bir yapıya sahip ve bu da filmi hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir niteliğe büründürüyor. Başroldeki Saoirse Ronan’ın alttan alta ruhumuzu ele geçiren enigmatik oyunculuğu ise cabası.

Önce göç ve göçmenlik meselesinden başlayalım. Ablasını ve annesini doğup büyüdüğü küçük İrlanda kasabası Enniscorthy’de bırakarak ABD’ye (tam olarak New York’un Brooklyn bölgesine) göç eden genç Eilis ilk başlarda fena halde memleket özlemi çekse de kalender bir rahip ve yakışıklı bir İtalyan genç sayesinde kendini bulur ve bu yeni dünyada kendine yeni bir hayat kurmaya karar verir. Memleket özlemi kısmı daim olmakla birlikte, günümüzün göçmen profiliyle ne kadar uyumsuz bir hikaye, değil mi? Çağımızda, yaşadığı topraklardan zorla sürülen, kaçmak zorunda kalan, gittiği her yerde aşağılanan, hor görülen ve mülteci statüsünü kazanmakta bile zorlanan göçmenlerle, 1950’lerin New York’unda yalnızlık çeken genç bir kızın yaşadıkları arasındaki fark, insanı dünyanın gidişatı hakkında düşündürmüyor mu?  1950’lerin New York’u demişken, akla neredeyse Brooklyn’in antitezi görünümündeki bir başka film geliyor, yine aynı dönemde New York’ta geçen: Carol. Birçok açıdan benzerlikler taşıması gerekirken çok farklı tasavvurlara sahip bu iki film bir dönemi, bir coğrafyayı ya da bir toplumu ele alırken farklı açılardan bakmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. İşin doğrusu iki film birbiriyle tam anlamıyla çelişmiyor (bunu ileri sürmek haksızlık olur) ama sanki birbirini kimi açılardan bütünlüyor, eksiklerini bir nebze olsun gideriyor. Yine de Brooklyn’in sadece İrlanda toplumuna dair (ki neredeyse dışa tamamen kapalı bir toplum) bir çerçeveyi sergilemesi (filmde neredeyse hiç siyahi birey yok örneğin) kafalardaki Amerika imgesini de yamuklaştırıyor, hatta yumuşatıyor sanki. Oysa biliyoruz ki, çoktan bitti bu Amerikan Rüyası; kitaplarda, şarkılarda, filmlerde izi kaldı sadece. 

Filmin tüm oyuncu kadrosu tek tek unutulmaz performanslara imza atıyor ama tabii ki övgünün aslan payı sadece bakışlarıyla tereddüt, umut, korku, hayal kırıklığı gibi duyguları zahmetsizce aktaran ve oyunculuğunda ustalık mertebesine ulaştığını kanıtlayan Saoirse Ronan’a gidiyor. Güçlü adayların olduğu bu sene Oscar’ı kaptırdı belki ama heykelciği kaldırması yakındır. Jim Broadbent, Julie Walters, Domhnall Gleeson gibi isimlerin de parladığı filmde bir de yeni bir isim var ki, anmadan geçmek olmaz: genç italyan sevgili rolünde Emory Cohen yeni bir yıldız adayı olarak (Johnny Depp-Tom Cruise arası bir tipi olduğunu vurgulayalım) çıkıyor karşımıza. 

Fimin senaristinin ünlü yazar Nick Hornby olduğunu; filme kaynaklık eden romanın bir başka ünlü yazar Colm Toibin tarafından yazıldığını ve yönetmenliğini de John Crowley’nin üstlendiğini söyleyelim ve genç bir kadının dünyasını anlatmaya soyunan bu filmdeki tüm önemli yaratıcıların erkekler olduğuna dikkatinizi çekelim. Bunu bir itiraz hissiyatıyla, “bu kadar da olmaz ki” nidasıyla söylemiyoruz elbette; aksine, kadın karakterleri alabildiğine baştan savma oluşturan ve kadınları her daim geri planda, erkeklerin gölgesinde unutan kendi erkek sinemacılarımıza bir nazire yapmak amacımız. Biraz kafa patlatınca, kadınları birey olarak kabul edip yeterli miktarda gözlem yapınca oluyor demek ki. 

Brooklyn, ikilemler arasında kalan (İrlanda-Amerika ikilemi, Tony-James ikilemi, geçmiş-gelecek ikilemi) bir kadının tercihlerini verirken yaşadığı zorlu süreci anlatıyor. Eilis’in İrlanda’daki cennet gibi sahile dönüp de “Unutmuşum” (buranın ne kadar güzel olduğunu) dediği sahneyle, eski patronunun onu yalancılıkla suçladığında söylediği “Unutmuşum” (buradan neden kaçtığımı) sözlerini sarf ettiği sahneler bu ikilemlerin kristalleştiği anlar ve tüm filmin de bir özeti sanki. Anaakım sinemada böylesine başarılı bir kolektif çalışma (yönetmen, senarist, oyuncular ve tüm ekip anlamında) görmeyeli bir hayli olmuştu doğrusu.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 13:33:08