A password will be e-mailed to you.

Dilek Winchester; dile ve dilin duygusuna bakan, dilin içinde düşünen, dilin şartları altında olduğumuzu görerek üreten bir sanatçı. Çalışmalarının merkezinde alfabeler, çeviriler, sözler, metinler, sesler var. 2007’de sergilediği ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’ isimli enstalasyonunda Ermeni ve Rum alfabesiyle Osmanlı Türkçesi’nde yazılmış olan metinleri okuyamayışına dair notları yer alır. Bu notlar onu okumaya odaklanan bir üretime yönlendirecektir. Victoria Rowe Holbrook’un ‘Aşkın Okunmaz Kıyıları’ isimli kitabında geçen bir dipnottan ise ‘Okunmayanlar Üzerine Bir Koreografi’ doğuyor. Winchester, bedene yerleşen sözün ve dilin hafızasıyla ilgileniyor. Ama başka bir pozisyondan… ‘Uzman’ olarak, tarihçi olarak, edebiyat tarihçisi olarak değil. ‘Sıradan bir okuyucu’ olarak… 6 Mart’ta Arter’de açılan ‘GLOSOLALALA’ sergisindeki işleriyle bu sefer aramızda Winchester. Mekanı paylaşan işlerin sınırı haritalardaki veya krokilerdeki sınırlar gibi kaskatı değil. Sergide ve dolayısıyla sergi mekânında Johanna Fürst’ün işleriyle iş birliğini anlatırken tuttuğu bir kavram var: ‘sızıntı’. 

Winchester’la biraz önden, ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’den başlayıp ‘GLOSOLALALA’ya uzanan bir söyleşi yaptık. ‘Okunmayanlar Üzerine Bir Koreografi’yi, ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’den başlayan bir sohbet ile konuşmak çok daha keyifliydi. Nihayetinde Şeyh Galip’in ‘solukdaş’ kavramına bağlandık. Şeyh Galip’in yaşadığı dönemle, o dönemin sanatçılarıyla ve ortamıyla olan derdine yakınlık duyarak…     

‘Direnmeye Çalışan ve Daha Fazlasını Talep Eden İşler’

Okumak ve Yazmak Üzerine (2007), Yüzyılların Yüzyılı sergisinden enstalasyon görüntüsü, Salt Beyoğlu, İstanbul, 2015.
Fotoğraf: Mustafa Hazneci

Can Memiş: ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’ enstalasyonun ne kadar geniş bir yankı uyandırdığını bugün dahi üzerine konuşuluyor olmasından anlıyoruz. Edebiyat kanonuna itiraz eden bir iş bu. Türk edebiyatı derslerinde Şemsettin Sami’nin ilk Türkçe roman yazarı olduğu öğretildi hep. Sen ise bu işinde bu bilginin temelini parçalıyorsun. Ermeni ve Rum alfabeleriyle Osmanlı Türkçesinde yazılmış iki romanı Sami’nin romanının yanına ekliyorsun. Ama yeni bir bilgi ortaya koymak, hangisinin ‘ilk’ olduğunu söylemekten ziyade verili olanın hatalı oluşuna dair bir işaretleme bu. Yaptığın bu ekleme veya yerleştirmen, ulus inşası süreçlerinde dil öğretim politikalarının nasıl bir milliyetçi coşku yarattığını da düşündürüyor. 2007’nin karanlık ortamıyla beraber düşündüğünde ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’ aslında ne üzerinedir?  

Dilek Winchester: Aslında güzel şekilde ifade ettin. Şu anda o iş Dublin’de IMMA’da  Self Determination: A Global Perspective adlı sergide yer alıyor. Çok ilginç bir biçimde yerini de buldu, en azından izleyiciler için bir şey ifade ettiğini fark ettim. Okumasını da yapabildiklerini takip ediyorum. O bakımdan 2007’den 2024’e hâlâ yaşayan, yerini buldukça da ses çıkaran bir iş… Aslında 2007’de bu enstalasyon, Beral Madra’nın ‘Komşularla Konuşmalar’ adlı sergisi için üretilmiş bir eserdi. Daha genişleyen hali 2013’te Atina’daki kişisel sergimde yer aldı. Orası için de son derece geçerli ve bir anlam ifade eden bir işti. Bunu takiben de Salt’ta 2015’de Yüzyılların Yüzyılı sergisinde gösterildi. Böylece İstanbul’da da çok daha geniş bir izleyici grubuna ulaştı. Bugün Arter’deki bu sergide yer alan videoları düşünerek de söyleyebilirim: Sıradan bir okuyucu olarak neyi, ne kadar talep ediyoruz ve verileni nasıl kabul ediyoruz? Bununla ilgili işler. Eğitim sistemiyle de haliyle yakından ilişkili. O kısıtlamalara direnen çalışmalar denebilir. Verili, kurulu düzene, kısıtlamalara direnmeye çalışan ve daha fazlasını talep eden çalışmalar… Bunu da uzman bir kişi olarak değil, aslında sıradan bir okuyucu olarak yapmaya çalışan işler.  

‘Alfabe Reformuyla Oluşan Kopukluk’ 

Okumak ve Yazmak Üzerine: Türkçe 3 İlk Roman, 2007.

CM: Nermin Saybaşılı, Mıknatıs-Ses’te şöyle yorumluyor ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’yi: ‘Yerleştirmede görsel düzlemde üç farklı alfabe vardır, işitsel olarak ise bu alfabeleri bilmeyenler için harfler sese dönüşemediğinden dilsel bir sessizliğe düşülecektir.” Ek olarak senin bu dilsel sessizliğin açtığı boşluğu doldurmak için kullandığın bir teknolojiden de söz ediyor. Enstalasyon daha ziyade bu sessizliği çevreliyor gibi gözükse de Saybaşılı bu işi hem sessizliğin hem gürültünün dünyasında tarifliyor aslında. Sana göre bu sessizliğin nasıl bir sesi vardı? Çünkü aslında bu sessizlik-gürültü ikileminin; ‘GLOSOLALALA’ sergisiyle de birleşen bir yanı var. 

DW: Bence de kesinlikle var. Bu ilişkilerin kurulabilmesine mutlu oldum. Kara tahtalarda işin etkisi, önünde durduğun metni okuyamadığında oluşuyor. Çok istisnai insanlar var. Hem o dört alfabenin hepsini bilip hem Türkçe konuşan… Ortalama bir izleyici için metinlerin okunamaması, metinler okunamadığında bir duvar gibi olması asıl etkiyi uyandırıyor. Text to speech software kullanmıştım. Onu 2007’de kaydedilmiş haliyle tutuyorum. Orada okuyamadığını elektronik bir ses sana geri okuyor. O deneyim de çok tuhaf bir şey. Çünkü okunduğunda Ermenice ya da Rumca değil, Türkçe ve çok anlaşılabilir bir dille yazılmış metinler karşına çıkıyor. Oradaki o duvar olma hali, sonra bir şekilde duyma ama yine de okuyamama hali… Okuma, okuduğunu anlama, anlam verebilme ya da alfabenin erişilebilir olması ya da olmaması… İşler, alfabe reformuyla oluşan kopukluğu o karşılaşma anında hissettiriyor. 

CM: Bir yazında, ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’ işinin senin için anahtar bir konumda olduğunu ve bu iş sayesinde nasıl çalışmak istediğini de tanımlayabildiğini söylüyorsun. Oradan, ‘GLOSSOLALALA’ya… Bir yöntem sorusu: Nasıl çalıştın veya çalışıyorsun?  

DW: En şanslı ve iyi olduğum mesele insanları bir araya getirme ya da ihtiyacım olan, ilham alacağım, peşine düşeceğim meselelere dair konuştuğum insanlarla olan iletişimim. Hem şanslı olduğum hem de iyi olduğum bir konu bu. Çalışma yolum da böyle bir diyaloglar üzerinden ve okuduğum kitaplar üzerinden gelişiyor. ‘Okumak ve Yazmak Üzerine’de o dönem Nazile Kalaycı ile olan konuşmalarımız tetikleyici oldu. Nazile eski Yunanca öğretiyor Hacettepe’de. Onun dediği birkaç bilginin peşine düşmüştüm. Sonra da başka kanallardan edebiyatla ilgili, dil ve alfabelerle ilgili farklı kişilerden Ermenice harfli Türkçe kitaplar da olduğunu öğrenip  bu bilgileri yan yana koyup çok hızlıca o enstalasyonu yapmıştım. Her zaman sosyalleştiğim, etrafımda olan kişiler, arkadaşlarım, peşlerinde olduğum insanlarla diyalog çok anahtar bir şey. ‘GLOSOLALALA’da benzer bir şey var. Müthiş bir ekip yan yana geldi. Irmak Kuyumcu, Timuçin Gürer, Gökçe Gürçay, Enis Tombul, Merve Ertufan ve Ahmetcan Gökçeer’den oluşan bir ekip var projenin içinde.

‘Johanna ile Kullandığımız Dil Yabancı Ama Çatımız Ortak’  

CM: O halde ‘GLOSSOLALALA’dan devam edelim. Açılışında gezerken heyecanlandığım bir sergiydi. İşlerin, Johanna Gustafsson Fürst’ün işleriyle buluşuyor. Serginin basın toplantısında bu birliktelikten duyduğun heyecanı anlatışını anımsıyorum. Aranızda nasıl bir diyalog başlamıştı Fürst ile? 

DW: Aslında bizi Mike Bode bir araya getirdi. Bir konuşma için beni davet etti ve bizi Johanna ile eşleştirdi. Moderatör olarak da Glenn Peers’ı aramıza kattı. Biz konuşma için hazırlanırken üçümüzün arasında gelişen diyalogdan çok hoşnut kaldık. Konuşma bittikten sonra da devam etmek istedik birlikte konuşmaya ve düşünmeye. Bir de tabi pandemi dönemiydi. Herkes evin içinde ve güzel, keyifli, sohbet edilen bir şey bulunca işimiz bitse de biz devam ettik. Orada da aslında çarpıcı olan Johanna ile işlerimiz hakkında konuşurken çok yakın bir dil kullanmamız. Meraklarımız, ilgilendiğimiz şeyler çok denk geliyor. Denk gelmese bile birbirimize önerdiğimiz şeyleri çok yerinde ve anlamlı buluyoruz. Devam da edecektir bu diyalog bence. Ama işlere ve çalışmalara baktığında da bambaşka telden çalışmalar. Bunun da bir rahatlığı var sanırım. O kadar başka ki ve o kadar yabancı ki kullandığımız dil… Ortak bir çatımız var, evet. Ama o yabancılık ve onun yanı sıra akıp giden diyalogda olma hali oldukça verimli bence.  

CM: Kurt Schwitters ilginiz bu diyalogun neresinde? 

Kurt Schwitters, 1944. (Fotoğraf: Ernst Schwitters)

DW: Schwitters ile ilgili benim daha önce yaptığım bir enstalasyon var. Hamburg Kunsthaus’ta sergilenmişti. Serginin kavramsal çerçevesini de ben çizmiştim. Küratörlüğünü de Katja Schroeder yapmıştı. Sergi aslında hem sanatçı hem akademisyenlerin zorunlu göçe maruz kaldıklarında üretimlerinin nasıl etkilendiği üzerineydi. Çeşitli arşivlerden toplanmış eser ve malzeme de vardı, enstalasyon da vardı. Bunları bir araya getiren bir sergiydi. Sergi hazırlığı süresince de benim odağımda Kurt Schwitters vardı. Kurt Schwitters’in Almanya’dan Norveç üzerinden İngiltere’ye kaçışında yol boyunca cebinde taşıyıp yonttuğu heykel çok merkezi bir yerdeydi benim için. Schwitters, İngiltere’ye vardığında entertne kampına kapatılıyor. Ağırlıklı olarak Almanya’dan kaçmış Alman vatandaşlarının toplandığı bir kamp… Tam savaş ilan edildikten sonra… Nazilerden kaçmış ve ‘riskli’ görülen bir grup. Onların kontrol amaçlı konduğu bir kamp. Akademisyenler üniversitelerindeki görevlerinden alınıp o kampa getiriliyorlar. Tam ortada kalmış, İngiltere’ye yeni gelebilmiş, Alman sığınmacıların ağırlıklı olduğu bir kamp. Kamp çok ilginç bir yer. Kampa dair bir dolu bilgiyi de sergiledik. Schwitters orada performanslarını yapıyor. Entelektüellerin, sanatçıların yan yana olduğu ve çok zor geçen birkaç senenin izini sürmüş olduk. Kampta yulaf ezmesi, lapası kahvaltı olarak veriliyor. Belli bir dönem pek malzeme de yok. Schwitters, arda kalan bu lapayı toplayıp ondan heykeller yapıyor. Ama tabi ki onlar küfleniyor, kokuyor, fareler geliyor. Çok da kalıcı olmayan, geçici heykeller yapıyor. Johanna ile ikimiz de bunu okumuşuz ve o heykellerin yeniden canlandırılması üstüne çalışmışız. Johanna bir heykel yapmış, böyle yulaf ezmesi lapasıyla dev bir heykel… Ben bir videoda kullanmıştım. Benimki de o lapanın detayını, hafif sıvı ve hafif iğrenç dokusunu kaydeden, enstalasyonun parçası olan bir video.  

‘Birbirinin Alanına Giren Ama Beraber Var Olabilen Seriler’

CM: Selen Ansen, bu sergiye ‘bir sohbet veya sistem’ demek taraftarı ama hiçbir sistemin de kusursuz, sızıntısız, aşınmasız, opaksız işlemediğini de akılda tutalım demiş sergi metninde. Sence iki sanatçının sohbetinde nasıl sızıntılar oldu? Fürst’ün heykelleriyle, senin ‘Okunmayanlar Üzerine Koreografiler’inin buluşması dilin performatifliğine dair bir sızıntı alanı açıyor.

DW: Sızıntı güzel kelime. Gerçekten de öyle… Ahşabın ilginç dokusunu deneyimlerken, bir yandan da ses bir sızıntı. Karşında geçen videoya bakarken önünde ilginç nesneler var. Ama dikkatini dağıtan değil… Bence Nesimi ve Johanna’nın serisi çok iyi işliyor. Sergi mekânında da sürekli birbirinin alanına giren ama beraber de var olabilen seriler. Bir işgal gibi değil, çünkü öyle bir ihtimal de var. Yer yer sınırı zorluyor, özellikle de sesle. Sesin dominant bir etkisi var. Videolar için uygun bir ortam sağlamak, ışığı kesmek veya sesi kontrol altına almak için duvarlar inşa edilir. Bir video odası ayrılır o alanda. Biz böyle bir şey yapmak istemedik. Yaptıklarımızın karşılıklı ve tek bir bütünlüğü olan bir mekânda karşılaşmasını istedik. Bu da mesela video gibi bir mediumun gereği olan şeylerden feragat etmeyi gerektirdi. Belki Johanna daha doğal bir ışık isterken, o da ondan feragat etti. Bir tür uzlaşma alanı… Bu uzlaşma alanları bir şekilde işledi ama tabi ki kolay da değildi. 

‘Dilin Gerçekliği İçinde, O Dilin Şartlarında Bir Cümle’ 

SSSSSAAA … (No: 2), Arter, 2024. (Fotoğraf: flufoto)

CM: ‘Sanat diye bir şey var’, ‘sssssaaa’; da bir kekeleme enstalasyonu gibi gözüküyor. Deleuze’e göre, üslup, ya da ‘anlatım düzenlemesi’, kendi ana dilinde kekelemektir. Metinde de yer alıyordu bu alıntı. ‘Kendi dilinde kekeme olmak, kendi ana dilinde yabancı olmaktır.’ diyor. Tam ‘sanat diye bir şey var’ derken, onu diyememe, o şart kipine kayış, cümlenin kekeme halde söylenişi; söylenen kelimeler toplamından ya da cümlenin kendisinden uzaklaşma. Bu bir tür sanatın kendisine ya da kurumlarına dair de bir olumsuzlama hali, bir eleştiri gibi. 

DW: İlk olarak, Depo’da yaptığım ‘Kaide ve Boşluk’ sergisi için düşünmüştüm bu işi aslında. Tam yerini bulamadı. Biraz zaman aldı oturması. Sonra da Antwerp’te Türkçe olarak bir kamusal alanda sergilendi. Orada da Türkçe olması önemli bir şeydi. Çünkü bu dilde hissedilen ve bu dilde söylenmiş, bu dilin gerçekliği içinde, bu şartlarda söylemiş bir cümleydi. Benim için sanat, hayatımın çok merkezinde ve nerdeyse 30 seneye yayılan bir zaman dilimi içinde bu böyle. Ama bir şekilde bütün bu politik sıkışmışlık içinde belli bir noktada çok da bir şey üretmeden geçirdiğim 1.5 sene oldu. Çok anlamsız gibi gelmeye başladı. Çok merkezi bir yerde tabi ki hayatımda. Ama yani belki de o kadar önemli değildir. ‘Her şey bu kadar korkunçken ne önemi olabilir ki’ diye düşündüğüm bir dönemdi. Cümleyi tekrar etmek, o inandığın ve bildiğin şeyi kendine de hatırlatmak… Ya da inanmasan bile söyleyerek öyle olduğunu inandırmak gibi… 

CM: Bahsettiğim gibi bir olumsuzlama değil o zaman.  

DW: Değil evet. Bir şekilde olduğunu söylersen öyledir herhalde. Ama zor söylenen bir şey. Cümlenin sonuna ulaşmak da oldukça zor. Selen’e de bahsetmiştim. Çok çocuksu bir tarafı da var. Tabi ki Kurt Schwitters’in bir dolu eserine referans veren bir tarafı da var. Kelimeyi uzattığında ya da yakın ama olmayan bir kelimeyi söylediğinde bir sese odaklanıyorsun. Ama kekeleyenler için de öyledir. Söylemek istediği bir şey var. Müthiş bir mücadele. Bu cümle de öyle bir mücadele gibi geliyor bana. Ama tam ortasında bir yerde de sırf sese odaklanabiliyorsun ve kelimeyi unutabiliyorsun. O sesin bir keyfi var. Çocukken çocukların ağlaması vardır ya… Ağlayıp ağlayıp sonra kendi sesiyle oynarlar. Biraz benim için öyle rahatlatıcı bir tarafı da var. 

Nesimi, Z’den A’ya (Okunmayanlar Üzerine Koreografiler serisinden), 2024.

CM: Sergide yer alan ‘Okunmayanlar Üzerine Koregrafiler’ serin etrafında serginin ses ve ritim peyzajına bakalım istiyorum. ‘GLOSSOLALALA’, sesi ve ritmi olan bir sergi… Nermin Saybaşılı ses-nesnelerini şöyle açıyor: Hem sesin tezahürleri yani “konuşma edimi olarak söz, insan sesi, müzik, ekstra-müzik, sessizlik, gürültü, dil-öncesi ya da dil-olmayan tüm sesler” … Hem de sesin kendi cismaniliğinin dildeki, bedendeki, mekandaki etkisi… Sergide ses nesnelerinin birbiri içine geçerek oluşturduğu ittifaktan söz edebilir miyiz, yoksa tamamen ‘kolektif olanın gürültüsü’ mü?  

DW: Belki ikisi birlikte. Nesimi videosunda ısrarlı bir ritim ve gürültü var. Yer yer monoton ama inat ve ısrarla gidip gelen bir figür. Onun çıkardığı bir gürültü var. Ama diğer videoda, yani altı ayrı şiir fragmanının yer aldığı videoda bir netlik de var. O ne kadar bir gürültü? Belki de evet, o da gürültüdür. Bir şeye denk geliyor, her bir çıkan ses. Çok net bir şeye denk geliyor. O daha az gürültü ama yine de gürültü tabi. 

‘Divan Edebiyatının Erişilmezliğine İsyan’ 

CM: ‘Okunmayanlar Üzerine Koreografiler’, ritim ve sesin bedenselliğine dair bir çevrelemeyi Divan Edebiyatı’ndan seçili parçalarla yapıyor. Bu işin açtığı pencereden bakarken; Divan Edebiyatı’nın imkanları neler? O parçalara epey vakit ayırmışsın gibi gözüküyor. 

DW: Evet proje neredeyse 3 seneye yayılan bir süreçte tamamlandı ve çok da güzel şeylere rastladım. Tam bütününü anlayamasam da ya da çok hâkim olamasam da… Aslında bir şekilde bu alfabe reformuyla gelen kopuklukla da çok ilgili. Bir yandan da ‘bir süreklilik hissi yaratılabilir mi acaba?’ gibi bir derdim vardı. Lisede edebiyat derslerinde hatırlıyorum. Ama ben hiçbir şey anlamamışım o derslerden. Neden sonra işte bu ‘Aşkın Okunmaz Kıyıları’nı okurken küçük bir dipnotta geçen bir şey üzerine tüm iş kurulu. O dipnotta Holbrook, Abdülbaki Gölpınarlı’nın öğrencilerine aruz veznini tap dansıyla öğrettiğini söylüyor. 1930’lar, 1940’lar… Popüler kültürden bir şey kullanıyor. Orada soru işareti doğdu. Neyi hiç öğrenmediğimi düşündüm. Aslında ilginç olabilecek bir şey. Onu merak edip onun peşinden gittim. Bir de tabi Gölpınarlı’nın iyi bir öğretmen olması da bir kıskançlık yarattı bir şekilde. : ) Ama sonra üzerine konuşmaya başlayınca da böyle beş yüz yıla yayılan bir kültürel üretimden bahsediyoruz. Çok da ilginç… Farklı dilleri bir araya getiriyor. Aruz veznine uymayan Türkçe de işin içine giriyor. Onu uydurmak da bir mesele. Neredeyse bir heykeltıraşın yapacağı gibi bir şey. Oradan ittir, buradan ittir, bunu ekle, şunu çıkar. Böyle sanki bir forma şekil verir gibi bir hal de var. Ama böyle çok ötelenmiş olmasının nedenini düşününce de beş yüz yıllık o boşlukla, o kesintiyle ne yapacağımızı dert edindim. Onun üzerine gitmek istedim. Bir yandan da uzman olan kişilerden gelen bilgiye muhtacız Divan Edebiyatı eserleriyle ilişki kurmak için. Belki ona da bir isyandır. O kadar erişilmez bir yere konmasına bir isyandır. Bu, şiirleri parçalara bölüp nasıl farklı deneyimler sunulabileceğine dair bir iş. Sözü, anlamı, kelimelerin tınısı, şiirin ritmi… Bunları böyle bir ayırmak ve tekrar harmanlayarak yeni bir koreografi ortaya çıkarmak istedim. 

 ‘Şeyh Galip’in Dönemdaşlarına Verip Veriştirme Haline Yakınlık Duyuyorum’

Solukdaş, Arter, 2024. (Fotoğraf: Ilgın Eraslan Yanmaz)

CM: Ferdinand de Saussure’dan bu yana dil, sözel iletişim ve yazı epey tartışılıyor. Saussure, yazıyı “aynı anda hem faydalı, hem yetersiz, hem de tehlikeli” buluyor. Yazının yetemediği, yetişemediği anlar var. Kelimelere dökemediğimiz bazı duygu-anlarında bunu daha yoğun hissediyoruz. Kelimeler onları çitleyebiliyor. ‘Solukdaş’ işinde, o cümleyi kelimelere ayırıp uçuşturmana da buradan bakma taraftarıyım. Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ından bir cümle… ‘Sözüm, ağızlarla solukdaş olsaydı: Gökte uçmaya ne lüzum vardı?’ Kelimeler halinde yağıyor, uçuşuyor. Cümlenin cümle olarak, kelimeler toplamı olarak yapamadığı bir solukdaşlık anı yaratıyorsun. Söz, solukdaş olageliyor.   

DW: Tam olarak öyle. Bence çok güzel ifade ettin. İşi şöyle düşünmüştüm: Benim divan edebiyatından anladığım kadarıyla ve anladığım parçalarla ilişkim, orada bir anlam bulduğum an, dank ettiği an ve güzel bir fragmana rastladığındaki o an ‘nasıl oluyor’ diye düşünüyordum. Üstüne kelimeler yağıyor. Yakalayabiliyorsun ya da düşmüşler bile, yerdeler. O anlam, o idrak üstüne düşüyor. Öylesine bir şey. Sadece o ana teslim olabilirsin. Arka planda geçen oydu. Solukdaş olma meselesi ise şöyle: O cümle, Şeyh Galip’in dönemdaşı şairlere ve şiir söylenen ortamlara verip veriştirdiği bir bölümden alıntı. Şu bakımdan eğlenceli buldum: Aynı dönemde iş ürettiğin sanatçılarla, ortamla bir derdin vardır. Ne yaptıklarını takip edersin, kendi ne yaptığına bakarsın. Dinamizm katan da budur. Eğlenceli bir şekilde, Solukdaş, Şeyh Galip’in kafasını müthiş meşgul ettiği, verip veriştirdiği o ortama dair bir dolu söz söylediği bir bölümden geliyor aslında. Böyle ‘solukdaş olma’ o kadar da pozitif anlam yüklediği bir şey değil gibi geldi bana. Ama solukdaş olmak nefesle ilgili… ‘Sessiz harflere sesli harfler nefesle can veriyor’ gibi çok tartışılan bir mesele var. Nefes çok temel bir şey. O yüzden o ifade çok hoşuma gitti. Bir şairin de şiirlerinin okunuyor olması solukdaş olmakla çok yakından ilgili. 

CM: Bugünden bakınca solukdaş olmak bana çok olumlu gelmişti.

DW: Evet, evet. Ben de olumlu bulduğum için aslında kullandım. Ama Şeyh Galip’in verip veriştirdiği bir bölüm ve o da matrak bence. Ama yakınlık duyuyorum o haline.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 06:32:37