A password will be e-mailed to you.

ABD’li ödüllü bilimkurgu yazarı Eleanor Arnason’un çarpıcı romanıGeniş Ovaların Mamutları”, Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Eserinde, doğal karşılanan şeyleri sorgulatan Arnason, mamutların geçen yüzyıla kadar hayatta kaldığı ve yerli Amerikalıların, ziyaretçilerin avlanabilmesi için turlar düzenlediği alternatif tarihin hikâyesini içtenlik ve mizahla harmanlayarak anlatıyor. Yasin Öner’in Türkçeleştirdiği kitapta torunlarına atalarını anlatan Kızılderili bir kadın, “beyaz adam”ın mamutları öldürürken aynı zamanda toplumsal yapıyı ve ekolojiyi nasıl değiştirdiğine de işaret ediyor.

Kitapta ayrıca, Hugo ve Nebula ödüllü yazar Terry Bisson‘un Eleanor Arnason ile gerçekleştirdiği “Üçüncü Dünya Savaşı Sırasında Bilimkurgu Yazmak ve ‘Geleceğin Eşiğinde’ Açıksözlü Bir Röportaj” da yer alıyor. Arnason’un yaşamına ışık tutan ve iki kısım halinde yayınlayacağımız röportaj, yazarın gelecek tahlillerine yer veriyor.

Keyifli okumalar.

“Deneysel bir evde büyüdüm”

Terry Bisson: Geçmişinizde sizi spekülatif kurgu yazarı olmaya iten şey neydi? Deneysel bir rüya evinde yaşamak yardımcı oldu mu?

Eleanor Arnason: 1947’de geleceğin evi denilerek inşa edilen deneysel bir evde büyüdüm; Büyük Buhran ve savaş sona erdiğine göre artık gerçekleşecek olan bir ütopyaydı. O zamanlar fütürist ögeler olarak görülen çöp öğütücümüz, elektrikli ısıtıcılarımız ve klimamız vardı. Mobilyalar, Charles ve Ray Eames, Isamu Noguchi, Alvar Aalto ve diğerleri tarafından tasarlanmıştı son derece moderndi.

Evimiz Walker Sanat Merkezi tarafından inşa edilmişti. Babam 1949’da Walker’ın müdürü olduğunda, müzenin hemen arkasındaki eve taşındık. Böylece bir çağdaş sanat müzesinin yanındaki bir tasarım projesi olan evde, sanatçılar arasında büyüdüm. Babam çağdaş sanatı, mimariyi ve tasarımı severdi; sanat tarihçileri için her zaman geçerli olmayan sanatçılardan gerçekten hoşlanırdı. Charles ve Ray Eames gibi tasarımcıların yanı sıra, en az bir mühendisle de tanışıklığı vardı ki bu kişi Buckminster Fuller idi.

Bir gün okuldan eve geldim ve Fuller’ı oturma odasında genç üniversite öğrencileriyle çevrelendiği bir toplantı yaparken buldum. Walker o sıralara jeodezik bir kubbe inşa ediyordu.

Çocuklar her zaman hayatlarının her açıdan olağan olduğunu düşünür. Bucky Fuller’ı oturma odasında bulmanın olağandışı veya akıl almaz bir şey olduğu aklıma hiç gelmemişti.

Buckminster Fuller ve Dymaxion evi

Avangart insanların etrafında büyüdüm, bu da sanırım geleceğin ucunda yaşadıkları anlamına geliyordu.

Bilimkurgu yazarı olmamın bir nedeni buydu. Bir diğer neden ise feminist ve sosyalist olan annemdi. Avangartlar gibi sosyalistler de geleceğe inanır.

Ailesi misyoner olduğundan annem Batı Çin’deki bir misyoner topluluğunda büyümüştü. Sosyal adalet inancından ve Çin halkından gerçek bir sevgiyle güç almış göründükleri için ebeveynlerinin tipik misyonerler gibi olduğunu düşünmüyorum. Annemden misyoner arkadaşlarının çoğunun birer yobaz ve deli olduğu izlenimini edindim. Yine de annem her zaman Çin’i gerçek evi olarak gördü. Çin devrimi hakkında söyleyecek kötü bir sözü asla yoktu. Ona göre, çocukken karşılaştığı korkunç ve kötü yoksulluğu hafifletecek her şey kabul edilebilirdi. (Chou En-lai’e bir keresinde Fransız Devrimi hakkındaki görüşü sorulmuş. O da nasıl sonuçlanacağını görmek için beklediğini söylemiş. Çin Devrimi hakkındaki düşüncem de bu minvalde. Ama annemin tanık olduğu türden bir yoksulluğu hiç görmedim.)

Babamın ailesi, 19. ve 20. yüzyılın başlarında ilkel şartlarda yaşayan ve fakirliğin pençesinde olan İzlandalı bir aileydi. Kanada’da bir göçmen topluluğunda büyümüştü ve bir şekilde avangart kültürden etkilenen bir sanat tarihçisi oldu.

Bunun bilimkurgu yazmakla ne ilgisi var? Her iki ebeveynim de daracık, modern öncesi topluluklardan –uzak batı Çin’deki misyoner topluluğundan ve Winnipeg’deki İzlandalı göçmen topluluğundan– modern Amerika’ya taşındı. Nedense Amerikan toplumunun en ilerici ve avangart kesimlerinde kendilerini evlerinde hissediyorlardı. Sanırım onların uzamda olduğu kadar zamanda da gezgin oldukları söylenebilir.

Böylece geleceğin evinde zaman yolcuları tarafından büyütülmüş oldum.

Nihayetinde, bilimkurguya ilk kez Captain Video dizisiyle sekiz veya dokuz yaşındayken karşılaştığımda âşık oldum. Bilimkurgu okuyarak büyüdüm. Sanırım bilimkurguyu, kısmen bana dünyada Minnesota’nın klostrofobik, sıradan beyaz toplumundan daha fazlası olduğunu gösterdiği; kısmen de çok gerçekçi olduğu için sevdim. McCarthy döneminde, okullarda nükleer atık barınaklarının ve nükleer savaş tatbikatlarının olduğu bir dönemde yaşıyordum. Küçük çocukların nükleer bir katliamda ölmesi bekleniyordu. Bu onların gerçekliğiydi ve popüler kültür Father Knows Best ve I Love Lucy gibi şeylerden ibaretti. Bilimkurgu radyoaktif arazilerden ve bir Amerikan polis devletinden bahsediyordu. Yaşantı açısından bu doğru görünüyordu.

“Kardeşime uydurduğum hikayeleri anlatırdım”

Yazar olmaya ne zaman karar verdiniz? Bununla ilk (veya bir sonraki) başarınız arasında ne kadar zaman geçti?

Yazmayı bilmeden önce kardeşime hikâyeler anlatırdım. Benim uydurduğum hikâyelerdi bunlar. Yazmayı öğrendikten sonra hikâyelerimi yazdım. Bu lise ve üniversite boyunca devam etti. Yirmili yaşlarımda çoğunlukla şiir yazdığım bir dönem vardı. Sonra yirmili yaşlarımın sonlarında kurguya geri döndüm. Michael Moorcock tarafından editörlüğünün üstenildiği İngiliz New Wave bilimkurgu dergisi, efsanevi New Worlds’e ilk kısa hikâyemi gönderdim. New Worlds son haliyle Charles Platt’ın editörlüğünde, ABD’de Avon Books tarafından yayımlanan orijinal bir antolojiydi. Hâlâ iyi bir yayın olan New Words’e bu hikâyeyi sattım.

1992’de Tiptree Ödülü’nü kazanmanın ilk başarım olduğunu düşünüyorum. Ancak bu tamamen doğru değil. Yayımlanan ikinci hikâyem, “Satürn’ün Aylarının Savaş Lordu” bir Nebula’da finalist olmuş ve eleştirmen John Clute ilk romanım hakkında nazik yorumlarda bulunmuştu. Belki Tiptree Ödülü’ne kadar yazarlığım konusunda belirsiz hissettiğimi söylemek daha doğru olur. Benim için o ödül büyük bir fark yarattı.

Nasıl oluyor da “feminist” bilimkurgu ödülü bir erkeğin adını taşıyor?

Tiptree Ödülü, James Tiptree Jr. takma adını kullanan Alice Sheldon’ın onuruna veriliyor. Sheldon takma ad kullanmaktan fazlasını yaptı. Birçok bilimkurgu yazarı, editörü ve hayranıyla yazışmalarında bir erkekmiş gibi davrandı. Sonunda, mektuplarındaki bilgileri gerçek hayattaki kimliğini bulmak için kullanan muhabirlerden biri tarafından kim olduğu ortaya çıkarıldı. Tiptree, erkek gibi davranmayı bıraktıktan sonra bilimkurgu camiasında hiç olmadığı kadar rahatlamıştı ama pek çok kişi, muhteşem yazılarının kalitesinin düştüğünü düşünüyordu.

Alice Sheldon

Ödül, cinsiyete dayalı spekülatif kurgu içindir. Tiptree, onurlandırılması gereken mükemmel bir insan gibi görünüyordu. Bu biraz da mizahiydi; adını bir kadından alan ilk bilimkurgu ödülü, erkek adı kullanan bir kadının adını taşıyordu.

“Nükleer savaşta öleceğimizi düşündük”

60’larda siyasi olarak aktif miydiniz? Ne şekilde?

Evet, ki benden çok daha ciddi olan insanlarla da vakit geçiriyordum. Vietnam ciddi bir sorun haline gelmeden önce “Bombaları Yasakla” sloganının popülerleştiği dönemde Öğrenci Barış Birliği’ndeydim. Küba Füze Krizi sırasında bir nükleer savaşta öleceğimizi düşündüğümüzden bir gösteri için Washington’a gittiğimizi hatırlıyorum. Gerçekten iç karartıcı bir konuşma yapıyorduk. Sonunda biri, “Bunun hakkında konuşmayı bırakmalıyız. Son zamanlarda iyi bir film izleyen oldu mu?” demişti.

Hiroshima Mon Amour demiştim.

1963 Sivil Haklar Yürüyüşü’ne annem, bir üniversite arkadaşı ve üniversite arkadaşının annesiyle gittim. Annemi Ulusal Sanat Galerisi’ne gitmeye ikna ettiğim için ünlü “Bir hayalim var” konuşmasını dinleyemedim. Washington’daki gösterileri her zaman bir müze gezisiyle bitirmeye çalışırdım. Üniversitem, banliyö treniyle kısa bir yolculukla gidilebilecek mesafede, Philly’nin dışındaydı ve Philly’de siyasi aktivistlerle vakit geçirirdim. Bunlar çoğunlukla, Sosyalist Parti’nin gençlik grubu olan Genç Halklar Sosyalist Birliği’nin üyesiydi. Kısa bir ömrü olan Amerikan Sosyalist Organizasyon Komitesi’ni kurmak için 60’ların ortalarında GHSB’den ayrıldılar. 1968’de Detroit’e taşındıktan sonra, olağanüstü bir adam ve harika bir yazar olan C.L.R. James’in takipçileriyle vakit geçirdim. En çok bilinen kitabı, Haiti’de Fransız Devrimi ile aynı zamanda gerçekleşen köle devriminin tarihi olan The Black Jacobins’tir.

En sevdiğim kitabı Mariners, Renegades, and Castaways: The Story of Herman Melville and the World We Live In [Denizciler, Kaçaklar ve Kazazedeler: Herman Melville ve İçinde Yaşadığımız Dünyanın Öyküsü] idi. James, bu kitabın çoğunu ABD’den istenmeyen kişi olarak sınır dışı edildiği dönemde yazmıştı. Moby Dick’i James’in bir sonucu olarak görerek okudum. Pequod’u dünyanın her yerinden işçilerle dolu, okyanusta yüzen bir fabrika olarak görmesi ilgi uyandırıcıydı.

Yeni Sol’un üyelerini tanıyordum ama bana göre insanlar değillerdi. Çoğunlukla yirmili yaşlarında olan arkadaşlarım Eski Sol geleneklerinden çıkmıştı ve 1960’larda yeni Sovyet hükümetinin 1921’de Kronstadt Deniz Üssü’ndeki denizcilere davranış biçiminden dolayı Lenin ve Trotskiy’i hâlâ kınıyordu. 1917’de, Kronstadt denizcileri devrimin kahramanları olmuştu. 1921’de, üsteki denizciler bana daha demokratik ve Bolşevik Parti’nin daha az egemen olduğu bir toplum için son derece makul talepler gibi görünen şeyler yapıyordu. Lenin ve Trotskiy, Kızıl Ordu’yu onları ezmek için gönderdi.

Batı’daki devrimin başarısızlığından sonra Lenin ve Trotskiy’in ciddi bir bela içinde olduğunu anlayabiliyorum. Rusya’da yabancı orduların ve iç savaşın tehdidi altındaki münferit devrim büyük tehlike altında olduğunu hissetmiş olmalı. Ancak devrimci denizcileri ezmemeleri gerekiyordu. İnsanlara güç vermek gerek!

New York’ta belediye meclisi için bağımsız aday olan, adını artık hatırlamadığım Afrikalı Amerikalı biri için bir kampanya üzerinde çalıştım. Bu, 1963 yılındaydı. Adayın oy pusulasına alınması uğruna imza toplama çalışmaları yapılıyordu. Yabancılardan imza istemek konusunda çekingen ve isteksiz olduğum için Harlem’de 125. Cadde’deki kampanya merkezinde ofis müdürü olarak görev aldım. Kapıyı kilitleyemediğim bir geceye dair hâlâ taze bir anım var. 125. Cadde’deydim. Zifiri karanlıktı ve ofisi açık bırakamazdım. Yoldan geçen birkaç nazik kişi kapıyı benim için kilitledi.

İsyandaki kömür madencileri için tedarik toplayan ve malzemeleri Doğu Kentucky’ye götüren bir grup üniversite öğrencisinin bir parçasıydım. En çok hatırımda olan şey, Harlem’de de olduğu gibi, hayran olduğum insanlarla iletişim kurmanın benim için ne kadar zor olduğuydu. O insanlar kendi dünyalarındaydı. Çoğunlukla kitaplar okudum ve politik teori tartışan insanları dinledim. Kelimeler ve fikirlerle daha rahattım.

60’lar uzun zaman önceydi. O zamandan beri politik olarak aktif misiniz?

Hem evet hem de hayır. Çoğunlukla, yaşadığım ve çalıştığım yerde aktiftim; Patrick’le ev satın aldığımızda bir sanat müzesinde ve bir şapka fabrikasında mağaza görevlisiydim, Ulusal Yazarlar Birliği’nde yerel ve ulusal bir yetkiliydim ve DÇİ adına bölge siyasetindeydim. DÇİ’nin Demokrat Parti’nin Minnesota versiyonu olan Demokratik Çiftçi İşçi Partisi olduğunu belirtmeliyim. 1944’te Çiftçi İşçi Partisi ile Demokrat Parti’nin birleşmesiyle kuruldu. Minnesota Çiftçi İşçi Valisi Floyd B. Olson’un 1933’te eyalet başkentinin merdivenleri hakkında yaptığı konuşmadan bir alıntı yapayım:

“Yasama meclisine son bir itirazda bulunuyorum. Senato, eyalette mağdur durumda olanlar için hüküm vermez ve federal hükümet yardım etmeyi reddederse, sahip olduğum yetkileri kullanır ve sıkıyönetim ilan ederim… Şu anda önemli bir servete sahip oldukları için [yardım] önlemleriyle savaşan herkes, eyalet muhafızları tarafından getirilecek ve şimdi vereceğinden daha da fazlasını vermek zorunda kalacak. Bunu insanca yapabilirsek, bu eyalette sefalet olmayacak… Federal ve eyalet hükümetleri mevcut durumun tekrarlanmasını önlemek için harekete geçmedikçe, mevcut hükümet sisteminin cehenneme dönmesini umuyor olacağım.”

Bu da Vikipedi’den:

“Olson valilik yaptığı üç dönem boyunca; kademeli bir gelir vergisi ve yaşlılar için sosyal güvenlik programı oluşturan, eyaletin çevre koruma programlarını genişleten, kadınlar için eşit ücret garantisi veren ve toplu sözleşme, asgari ücret ve işsizlik sigortası sistemini getirecek yasa tasarılarını teklif etti ve yasama meclisi bunları kabul etti.”

Floyd B. Olson, Columbus Memorial konuşması, 1931

DÇİ çoğunlukla bir diğer Demokrat Parti gibidir. Ama Çiftçi İşçi Partisi’nden bir şeyler kaldı; bunun ne derecede olduğundansa emin olamıyorum. DÇİ’nin ilerici kanadı, partinin Çiftçi İşçi Partisi kökenini hatırlıyor.

Sanatsal yönünüz mü sizi politikaya itti yoksa tam tersi mi oldu?

Geçmişime bakılırsa, ikisi de el ele gitti.

Hansel ve Gretel gibi mi?

Evet; yine de ekmek kırıntıları bıraktığımı hatırlamıyorum. İz bırakmayı sevmem.

“Sanat gerçek dünyanın üzerinde süzülmez”

Eğitiminizi nasıl tanımlarsınız? En üretken (favoriniz değil) çalışma alanlarınız nelerdi?

Örgün eğitimim Minnesota Üniversitesi’nin deneysel ilkokulu ve lisesinin yanı sıra Swarthmore Koleji ve Minnesota Üniversitesi’nde yüksek lisans okulu çizgisinde ilerledi. Lisans ve yüksek lisans bölümüm sanat tarihiydi. Sanat tarihini seviyorum çünkü sanatı tarihsel bir bağlamda konumlandırıyor. Sanat, Platoncu bir form gibi gerçek dünyanın üzerinde süzülmez. Belirli bir yaşa, topluma ve sosyal sınıfa dayanır.

Ama gerçek eğitimim ailemden, 60’larda tanıdığım aktivistlerden ve Detroit’teki ofis işlerinde birlikte çalıştığım insanlardan geldi.

Detroit’te ciddi bir şekilde yazmaya başladım. Minneapolis’e geri döndükten sonra, oldukça güzel depo işleri ile birlikte ofis işlerinde çalışmaya ve hep yavaş da olsa yazmaya devam ettim.

Yavaş yavaş bir beceri, tam anlamıyla defter tutma alışkanlığı, edindim ve daha fazla zaman ve enerji gerektiren daha iyi işler buldum. Yaklaşık on yıl boyunca çok az yazdım. Artık işsiz olduğum için yazmaya geri dönmeye çalışıyorum.

Ve hiç bitmemiş bir sanatsal nitelikten dolayı sanırım. Mamutlar, bir karakterin diğerine anlattığı, bir hikâye içindeki başka bir hikâye. Bu yapı sizin için bir değişiklik arayışı mı?

İç içe geçmiş hikâyeleri severim. Ama hiçbir zaman tam olarak Mamutlar gibi tüm hikâyenin tırnak işaretleriyle anlatıldığı bir şey yazmadım; bu nedenle okur, Duran Kaya Bölgesi üzerindeki Fort Yates’te geçen bu taslak düzenlemesini asla unutmayacaktır.

Duran Kaya Sioux kabile üyesi ‘Beyaz Boğa’, 1910 civarı. Foto: Frank Bennett Fiske

Bize ebeveynlerimizin nasıl büyüdüğü, savaş sırasında ne yaptıkları minvalinde pek çok gerçek tarih anlatılıyor. Yerli Amerikalılar da sözlü geleneğe gerçekten saygı duyuyor. Aslında bunu planlamamıştım, sadece bir düşünceydi; yine de Amerikan yerlilerinin öğreniminin klasik bir biçimini, olası bir yaşlı akrabayı dinleyen bir çocuğu kaleme aldım.

“Zenginler uzay kolonilerinde, orta sınıf hizmetkârlarıyla çevrili yaşayacak”

Ring of Swords ve A Woman of the Iron People’da Dünya’daki bilim insanlarının veya diplomatların gözünden uzaylı kültürlerini görüyoruz. Geride bıraktıkları toplumu, araştırdıkları toplum kadar gizemli ve harika buluyorum. Bana, Marge Piercy’nin Woman on the Edge of Time’ını hatırlatan ütopik öğeler kullanıyorsunuz. Bir ütopya inşa etmenin ne de tuhaf ve harika bir yolu, sanki çevrenizi izliyormuş gibi. Uzaklara giden yolcularınızın geride bıraktıkları Dünya hakkında biraz konuşabilir misin?

A Woman of the Iron People’daki dünya hakkında emin değilim. Yolcularım iki yüz yıldır bir yıldız gemisindelerdi ve dünya bu dönemde çok değişmişti. Oradaki toplumun sosyalizmi sosyalizmin ötesinde bir şeye, belki komünist bir ütopyaya taşıdığından şüpheleniyorum; ancak gemideki insanlar, yuvalarındaki yeni toplumun biraz çılgın olmaktan daha fazlası olduğunu düşünüyor.

Ring of Swords’un dünyada başlayan bir devam kitabı üzerinde çalışıyorum ve bu beni çıldırtıyor; çünkü dünyadaki toplumu tanımlamam gerekiyor ve Ring of Swords’ta yazdıklarıma takılı kaldım. Dünyada dokuz milyar insan var ve hâlâ sınıflı toplumlar halinde yaşıyor. Ama sınıflar hâlâ parçalanmadı, ki bunun olacağından da şüpheliyim. Bunun yerine, insanlar yollarına devam ediyor, ellerinden gelenin en iyisini yapıyor ve onlara bıraktığımız çevresel enkazla uğraşıyor. Şu anki teorim, zenginlerin orta sınıf hizmetkârlarıyla; doktorlar, avukatlar, sanatçılar, bilim insanları ve saç stilistleriyle çevrili halde yaşayacakları uzay kolonilerine taşınacağıdır.

(Tüm iş alanlarına sahip olamasalar da ciddi lüks içinde yaşayacaklar. Dünya, kuralların ve sınırlamaların yeridir. Dokuz milyar insanı doyurmak, barındırmak ve iyi hayatlar yaşatmak bunu gerektirir.)

Zenginler, uzay kolonilerini yok etmek çok zor olacağından yalnız kalacak. Biraz güçleri olacağını sanıyorum ama ne derece olur bilemem. Bu romandaki dünyanın İskandinav sosyal demokrasisine, ancak daha az paraya sahip bir biçimine benzediğini düşünüyorum.

Roman, yaklaşık 150 yıl sonrasında geçiyor. Şimdi vereceğimiz kararlar o geleceği belirleyecek, yani ben çağdaş siyaseti izlerken gelecek fikrim değişmeye devam ediyor. Küresel ısınma mevcut rotasında devam ederse, Afrika kuraklaşacak ve iyice fakirleşecek. Kopenhag İklim Zirvesi’nde Senegal’den bir yetkili, küresel ısınmayla başa çıkmayı reddeden ve Afrika uluslarının açlık ve savaş nedeniyle ölümle yüzleşmesine izin veren zengin ülkelerin davranışlarının Nazi soykırımına benzediğini belirtti. Elbette zengin ülkeler öfkelendi. Bu kişi Afrika’da olanları bununla karşılaştırmaya nasıl cüret edebilirdi? Nazi Soykırımı gerçek bir trajedi ve suçtu.

Her neyse, romandaki önemli karakterlerden biri Harare’den. Bu yüzden onun Afrika’sını da düşünmem gerekiyor.

Dünya inşasına yönelik bu dolaylı yaklaşımı neden tercih ettiğinizi açıklayabilir misiniz?

Belki de huyum gereği dolambaçlı davranan biri olduğum içindir. Sanırım, basit bir hikâye yazabilirim. Ama çoğu yazımda, yön bulmak için dolaylı yollardan yararlanıyorum.

Az önce bahsettiğim gibi, geleceğimizin ne olacağını ve oraya nasıl ulaşacağımızı tahmin etmek zor. Sorunun etrafından dolaşmak ise daha kolay.

“Çevresindeki topraklarla yaşayabilecek küçük, yoğun şehirlerimiz olacak”

A Woman of the Iron People’da şehirlerin ve savaşların olmadığı bir dünyayı anlatıyorsunuz. Bu bir ütopya mı? Kitaplarınızın çoğunun mutlu sonları var. Bu politik bir tutum mu yoksa sanatkâr bir eğilim mi, yoksa her ikisi birden mi?

Hiçbir savaş güzel değildir. Bu açıdan kitap kesinlikle bir ütopya görünüyor. Şehirleri severim ama bence çağdaş Amerikan şehirlerinden daha küçük veya en azından çok daha derli toplu olmaları gerek. Şu anda, sahip olduğumuz her ekilebilir araziyi korumamız gerekiyor; böylece onları çiftçilik için kullanabiliriz. Bu muhtemelen çok yoğun kentsel alanlar anlamına gelecektir. Ama aynı zamanda uzun mesafeli taşımacılığa güvenmeyi de bırakmamız gerekecek. Yani belki de çevresindeki topraklarla yaşayabilecek küçük, yoğun şehirlerimiz olacak. Belki de çok sayıda bahçesi olan büyük şehirler.

Kurguda da gerçek hayatta da mutlu sonlardan yanayım. İnsanların hayatın şu anda olduğundan daha iyi olabileceğine inanması gerektiğini düşünüyorum.

“Üretimi artırmak için rutin oluşturmaya çalışıyorum”

Yazmak için bir yöntem veya rutininiz var mı? İlk taslakları mı yoksa revizyonları mı daha çok seversiniz? (Ya da bunlar arasından sevmediğiniz var mı?)

Üretimi artırmak için bir rutin oluşturmaya çalışıyorum. Şu anda, yazmak istediğimi hissettiğimde yazma eğilimindeyim, ki bu yeterli olmuyor.

Genel olarak, ilk taslağı yazmayı seviyorum çünkü hikâyenin ne hakkında olduğunu o zaman öğreniyorum.

Eskiden üç taslak hazırlardım; ilki el yazısı, ikincisi üzerinde düzeltmelerin yapıldığı el yazısı ve üçüncüsü, temiz bir daktilo ile yazılmış ve gönderebileceğim bir taslak olurdu.

Artık çoğunlukla bir bilgisayarda çalışıyorum ve yazarken revize ediyorum, bu yüzden artık üç farklı taslak yok. Birkaç sayfa yazıyorum, çıktısını alıyorum, el ile düzeltiyorum, revizyonları giriyorum ve devam ediyorum. Eğer böyle yapmıyorsam, bilgisayara her oturuşumda, sürece yazdığım son bölümü gözden geçirip devam ederek başlıyorum. Dikiş makinesi kullanır gibi bir ileri bir geri hareket ediyorum.

Tam bir hikâyeye ulaştıktan sonra, atölyemde onu okuyorum. Değişiklikler öneriyorlar. Önerdikleri değişikliklerinin çoğunu ve belki de kendi birkaç fikrimi uyguluyorum. Sonra hikâyenin neredeyse son hali, birkaç değişiklik daha önerebilme ihtimali için menajerime gidiyor.

Eleanor Arnason

Romanlarınız, karakterlerinizin işemek için zaman ayırması açısından sıra dışı. Anneniz buna nasıl bakıyor?

Ailem yemeği ve yemek yemeyi severdi. İçeri giren şeyler er ya da geç, bir şekilde geri çıkmalıdır. Sanırım annem bunu bilecek kadar gerçekçiydi. Ve Amerikan tesisatçılığına olan aşkımı da bir yerlerden edinmiş olmalıyım. Bunu tesisatsız bir yerde büyüyen annemden almışsam eğer, şaşırmam.

Ring of Swords’un devam kitabından söz etmiştiniz. Şimdi ne durumda? Bir başlığı var mı?

Hearth World.

Dünyada ve uzaylıların ana dünyasında geçiyor; iki farklı tür için iki ayrı yuva. Kitabı gözden geçiriyorum ve dünya toplumunu anlamaya çalışıyorum. Ayrıca roman, şu anda çok karanlık. Daha mutlu bir hale getirmeliyim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 09:45:59