A password will be e-mailed to you.

Yağmur Yıldırım, Milano’da gerçekleşen Expo izlenimlerini yazdı. 

Milano’nun, zorluğu ile atasözlerine konu dahi olmuş yaz mevsiminde sıcak ve uzun bir yolculuğun sonunda, X-ray cihazları ve turnikelerden geçiyorum. Gaz ve toz bulutunun içinden yükselen neredeyse iki milyon metrekarelik alana giriyorum. Böylece hijyenikleşmiş bir halde, üç buçuk metre yukarıdaki meyveden yüzlerini çevirdikleri bana doğru fırın kürekleri, ibrikler ve pastalar sallayan kompozit bir Arcimboldo taburunun arasından sıyrılıyorum ve üzerinde divinus halitus terrae (Latince; “dünyanın ebedi nefesi”) yazılı olan, Michele de Lucchi’nin ahşaptan ve çelikten vaatkâr konstrüksiyonuna, yani Expo fuarının ilk pavyonuna ilerliyorum.

Bu grotesk sayılabilecek ilk izlenim, ufak bir kesiti niteliğindeki Expo’nun tüm anlatıları, iddiaları ve rakamları düşünüldüğünde fazlasıyla naif kalıyor. 150 yılı aşkın süredir gerçekleşen, en büyük küresel organizasyonlardan Expo Dünya Fuarları’nın sonuncusu, Milano şehrinde, “Gezegeni Beslemek, Yaşam İçin Enerji” temasını sürdüğü altı ayın ardından son haftalarını yaşamakta. 4 milyar Euro’ya mal olan etkinlikte, yarısına yakını gönüllü olmak üzere toplam 76 bin kişi görev aldı ve alıyor. Açılışının ilk üç haftası içinde 2.7 milyon ziyaretçi ağırlayan Expo’yu, geçtiğimiz ay itibarı ile toplam 12.2 milyon kişinin ziyaret ettiği açıklandı.

“İnsanları bir araya getirenin, iyi yemek olduğu” yargısı, bu yılki teması eksenince Expo’da bir nevi doğrulanmışsa da, fuar bugünün küresel sorunlarını da gözeterek, kendi deyişi ile “insanlığın ne kadar ürettiğini, doğanın dönüşümünü, besin tüketiminin kültürünü ve ritüellerini keşfetmeye çağırıyor”. Açlık ölümleri ve obezite arasındaki dünya ahvaline, çağın tüketim çılgınlığına, doğal kaynakların muhtemel sonuna dair bir “acil çağrı” teşkil edişi ve vadettiği disiplinlerarası laboratuvar ile “Gezegeni Beslemek, Yaşam İçin Enerji” teması akıllarda heyecan uyandırıyor olsa da; fuar sergilerinde ve etkinliklerinde bu konuların izinin, bildik “kültür mozaiği” coşkulu coğrafi güzellemeler arasında bir miktar kaybolduğu söylenebilir.

Fuar alanı, ya da anlatısı, “dünyanın ebedi nefesi” ile, Michele de Lucchi’nin tasarladığı Sıfır Pavyonu ile başlıyor. “İnsanlığın hikâyesini, gelişimini ve doğa ile ilişkisini semboller ve mitler üzerinden sunan” pavyon, bu hikâyeyi hayali bir Rönesans kütüphanesinin devasa girişinin ardına dizili odalarındaki mekânsal semboller, ya da -Fundamentals sergisini anımsatır biçimde- unsurlar ile de kurmaya çalışıyor.

Sıfır Pavyonu’nun ardında uzanan Expo alanı, antik Roma şehirlerindeki gibi dört ana yönde uzanan ve birbirine dik iki aks üzerinde, Decumano’da ve Cardo’da planlı. Doğu-batı yönünde bir buçuk kilometre uzanarak alanı ortasından bölen geniş Decumano’nun iki yanında, 60 kadar ülke pavyonu ve tematik pavyonlar sıralanıyor. “Kakao ve Çikolata, Kahve, Pirinç, Meyveler ve Baklagiller, Baharatlar, Tahıllar ve Kökler, Akdeniz, Adalar, Kurak Alanlar” olarak ayrılan tematik pavyonların her birinin sergilerini, ana ürünlerine ya da coğrafyalarına göre birleşen sekiz-on ülke paylaşıyor. Kahve ya da Baharatlar gibi kimileri, konstrüksiyonlarında kullanılan bölgeye özgü ahşabın kokusu ürünlerinkine ve yerel dillerin tınılarına karışırken keyifli anlar yakalatsa da; genelde temaların mekânsal karşılıkları, duvarları süsleyen dev pirinç baskıları, ya da etrafa serpiştirilmiş kakao çuvalları ve meyve sepetleri gibi oldukça zayıf hâllerde hissettiriliyor.

Ülke pavyonları ve özel şirketlere ait tekil pavyonlar ise buna karşılık, -Decumano aksı üzerindeki giriş cepheleri fazlası ile dar olduğundan da ötürü- ziyaretçileri içlerine çekmek için adeta “her yolu deniyor”. Brezilya’nın, endemik türleri üzerinde on metre yükselen halattan bir ağa tırmanmak sureti ile içine girilebilen Studio Arthur Casas ve Atelier Marko Brajovic tasarımı pavyonu, ya da yansıtıcı ve kıvrımlı yüzeyli 30 metrelik inanması güç konsolu ile “kafasını uzatan” SPEECH tasarımı Rusya Pavyonu gibi. Ülke pavyonlarının “gösteri”si arasında, bir önceki Venedik Bienali’nde ilk kez -ve bu bienalde de, Türkiye’nin komşusu olarak- yer alışı ile şaşırtan Vatikan’ı, quattroassociati tasarımı oldukça estetik bir pavyonla, ve içinde sergilenen Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği ile görmek daha da şaşırttı; Papa Francis’in “reformcu” kişiliğinin etkisi midir, bilinmez.

Gösterilere popüler yöntemlerden biri ise, yıldız mimarlardan yardım almak; fuardan henüz aylar önce konuşulmaya başlanan “yıldız pavyon”lar arasında Daniel Libeskind’in pullu bir sürüngeni andıran Vanke Pavyonu, yine Michele de Lucchi’nin geleneksel ahşap kiremitlerle kapladığı Intesa Sanpaolo Pavyonu, Foster + Partners’ın “kadim çöl şehirlerinden yola çıkan” pasif iklimlendirmeli Birleşik Arap Emirlikleri Pavyonu sayılabilir.

Pasif iklimlendirme, enerji verimliliği ve sürdürülebilir/geri dönüştürülmüş malzeme kullanımı, Expo’nun teması eksenince de pavyonların mimarilerinde sıklıkla özen gösterilmiş konular. Aralarında Belçika, Patrick Genard & Asociados ve Marc Belderbos tasarımı pavyonunun çatısını kapladığı şeffaf fotovoltaik panellerle şaşırtıyor. Avusturya ise bu özeni bir adım ileriye taşıyarak, team.breathe.austria tasarımı pavyonunu gerçek bir orman ekosistemi olarak yaratmış ve bu ekosistem, günde 1800 kişiye yetecek oksijen sağlıyor. Anmaya değer bir başka kurgu ise, sanatçı Wolfgang Buttress’ın Birleşik Krallık için tasarladığı ilginç biçimli pavyona ait; tozlaşmanın ve arıların, dünyanın sürerliğindeki önemine dikkat çeken pavyonun mekânları içinde ziyaretçilerin hareketi, balarılarının yiyecek kaynağı ve kovan arasındaki haberleşme dansının bir tekrarını oluşturuyor.

Ülke pavyonlarında çoğunlukla yerel işçilik ve yerel malzeme kullanımı gözetilirken; Vietnam, Malezya gibi coğrafyaların pavyonlarında bölgeye özgü ahşap malzemenin özgün detaylar ile kullanımları izlenebiliyor. Kanımca fuarın dikkat çekici pavyonlarından olan Çin’in Tsinghua Üniversitesi ve Link-arc tasarımı mekânında, pişmiş toprak kiremit çatı ve bambu gölgelik gibi geleneksel yapı elemanlarına yeni işlevler, ölçekler ve birliktelikler ile çağdaş bir yorum getiriliyor.

Yine de, geleneksel yapı vurgusu kimi pavyonlarda tarihselci kopyalar olarak kiç karşılıklar buluyor. Tilke Engineers & Architects tasarımı Türkmenistan Pavyonu’nun LEDden oluşmuş bir Türkmen halısı ile kaplı cephesi, ya da David Knafo tasarımı Umman Pavyonu’nun palmiyeler arasındaki burçları ve sepetten örülmüş Guggenheimsı kütlesi, gibi. Ve ne yazık ki fikrimce Türkiye Pavyonu da, yarattığı üslup ve biçim kakofonisi ile aralarında yerini alıyor. Konsept tasarımı dDf ile birlikte geliştirilmiş, URAStudio tasarımı Türkiye Pavyonu, “Geleceğin Gıdası İçin Tarihin İrdelenmesi" temasını taşıyorsa da, pavyonda geleceğe ve geçmişe dair bir sorgulamaya rastlamak zor. Çok konuşulan çeşmibülbül, ve mekâna rastgele yerleştikleri hissi veren Türk Evi, Osmanlı çeşmesi, İznik çinileri, lale ve nazar boncuğu motifleri, sokak tabelaları biçimindeki yönlendirmeler, Hitit kabartmalı odalar ile içindeki “Food&Art” sergisindeki hiper gerçekçi sucuklu yumurta ve kuru fasulye resimleri ile diğer onlarcası, kanımca huşudan ziyade kafa karışıklığı yaratıyor. Tüm karmaşada, Türkiye Expo’daki en büyük beşinci pavyona sahip olduğu halde mekânın içinde bu büyüklük algılanmıyor. Türkiye’nin, Expo’ya son katılan ülkelerden birisi oluşu ve böylece pavyon tasarımının yalnızca iki ayda, inşaatınınsa üç buçuk ayda gerçekleşmiş oluşu gerçeği de, durumun keyifsizliğini azaltmıyor.

Ülke pavyonlarının sıralandığı uzun Decumano aksını ortasından dik kesen ve kuzey-güney doğrultusunda uzanan Cardo aksı ise; ev sahibi İtalya’ya ayrılı. Ülkenin yirmi bölgesine ve zeytinyağı, şarap, peynir gibi alametifarikası ürünlere paylaştırılan pavyonların yanında burada bir de ulusal pavyonu “İtalya Sarayı” yer alıyor. Expo tarafından 2013 yılında ilan edilen uluslararası mimari proje yarışmasının kazananı Nemesi’nin tasarladığı yapı, Expo alanının da yegâne kalıcı yapısı.

İtalya Sarayı’nın dokuz bin metrekareye yayılan katlarında şaşaa ile anlatılan hikâyeye rağmen, İtalyanlar Expo’ya küskün ve kızgınlar. Haziran ayında, yine Arredamento Mimarlık’ta Milano Tasarım Haftası izlenimlerimi aktarmış ve Expo eşiğindeki atmosferden şöyle söz etmiştim:

“Expo’ya iki kala çeşitli -ve tümü oldukça hiddetli- üsluplarla ‘Expo istemiyoruz’un dile geldiği duvar yazılarına ve şantiye tozuna bulanmış şehrin hissettirdiği, mutlak bir ‘fırtına öncesi sessizlik’ti. Nitekim sonrasındaki hafta İtalyan gazetecilerin Expo alanından çıkarılmasının ardından şehir merkezinde başlayan çatışmalar ve sert polis müdahaleleri ile fırtına da, gösteri de ‘patlak verdi’.

Gezegeni Beslemek, Yaşam İçin Enerji’ teması ile 1 Mayıs’ta başlamış olan Expo’ya karşı hem şehirliler, hem de mimarlar, şehir plancıları ve tasarımcılar müthiş öfkeli. Milanolular -Dünya Kupası öncesindeki Brezilya protestolarını da hatırlatarak- ekonomik krizin etkileri halen sürerken Expo için bu denli büyük bir kaynak ayrılmasını eleştirirken, başlamasına günler kala halen tamamlanmamış fuar alanına rağmen medyadaki şaşaalı görüntüleri bir ‘makyaj’ olarak niteliyor.

Öte yandan, Milano’da yaşadığım yıllarda tanıdığım ya da tanımadığım ve samimi görüşlerini benimle paylaşan pek çok mimar, şehir plancısı ve tasarımcı sürecin kapalılığına ve kaçan fırsatlara dikkat çekiyor. Fuar alanındaki İtalya Pavyonu’nun uluslararası bir yarışma ile yapılmış oluşunun, süreçte yeterli bir katılımcılık sağlamadığını savunuyorlar; Expo’nun şehre müdahale etmek ve ‘birlikte birşeyler yapmak’ için mükemmel bir imkânı varken, bunun ‘yıldız mimarlar ve gösteri mimarlıkları’nın ardında harcandığına inanıyorlar”.

Aradan geçen ayların ardından yegâne değişim, protestocu seslerin ve öfkelerinin artması oldu. 2011 yılında Stefano Boeri, William McDonough ve Ricky Burdett ile birlikte Expo alanının master planını gerçekleştiren (proje, Milano’daki Roma dönemi su kanallarını yeniden canlandırmayı ve su temelli yeni kentsel senaryolar öngörüyordu) Herzog & de Meuron, geçtiğimiz aylarda Uncube’a vermiş olduğu bir demecinde “Dünya Fuarı için radikal bir vizyon ortaya koymuş planlarının değiştirildiğini, yalnızca yerleşim kararlarının korunarak planın tüm entelektüel konseptinin bir kenara atıldığını, böylece Expo’nun gerçek bir dünya fuarındansa, ancak öteden beri olduğu gibi bir sosyete pazarı olabileceğini” belirtmişti.

Bir başka cephedense, adeta aylardır milli bir bayram yeri ilan edilen Expo’ya dair İtalya’nın bu fazlaca hevesli çabası, gözleri etkileri halen sürmekte olan ekonomik krizden uzağa çevirtme ve Berlusconi’nin ardından küresel sahnede yaratmak istediği yeni imajla da yakından ilişkili. Fakat tüm çabalara rağmen, -özellikle yabancı ziyaretçi sayısının- öngörülenin fazlasıyla altında kalmış oluşu nedeniyle, ilk haftaların ardından yeni bir politika ile fuar ücretleri arttırıldı; şehirde iyi bir restoranda yenilebilecek bir akşam yemeğine eş bir fiyat karşılığında, sponsor logolu kâğıt tabaklarda “kültür mozaiği”ni alelacele tüketmek, “Gezegeni Beslemek, Yaşam İçin Enerji”yi acı bir paradoksa dönüştürüyor. Üstelik, söz konusu temanın arkasındaki ana sponsorların Mc Donald’s, Coca Cola gibi küresel fast-food şirketlerinin oluşu, ve bu şirketlerin alandaki pavyonları ile arzıendam edişleri, dehşete kapılmak için geçtiğimiz ay dillerden düşmeyen Banksy’nin distopik “Dismaland” harikalar diyarına ihtiyaç olmadığına inandırıyor.

Vicdanlar için belki de kaçış noktası, bu grotesk “diyar”ın mimari harikaları olsa da; Milano ile girdiği Expo yarışını kaybeden İzmir’in burun farkı ile yüzleşmediği senaryoları ve öte yandan, bir sonraki Expo’nun (Jean Nouvel ile Louvre’un, Frank Gehry ile Guggenheim’ın, Norman Foster ile “Hipster Design Village”ın ardından) 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Dubai’ye taşınacak oluşu akla geldiğinde, Expo’yu ve mimarlığını, pavyonların şaşaasının ötesinde bir zeminde düşünme gerekliliği yadsınamıyor.

Arredamento Mimarlık Ekim sayısında yayımlanmıştır.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 06:39:41