A password will be e-mailed to you.

Yorgos Lanthimos, Alasdair Gray’in -“Frankenstein”ın modern, özgün ve feminist tandanslı bir uyarlaması olan- aynı adlı eseri “Poor Things” (Zavallılar) ile beş yıl aradan sonra beyazperdede!

Senaryosunu Tony McNamara‘nın kaleme aldığı ve yapımcıları arasında Emma Stone’un da bulunduğu “Poor Things”inoyuncu kadrosundaEmma Stone (Bella Baxter), Mark Ruffalo (Duncan Wedderburn), Willem Dafoe (Godwin Baxter), Ramy Youssef (Max McCandless), Christopher Abbot (Alfie Blessington), Suzy Bemba (Toinette), Jerrod Carmichael (Harry Astley), Kathryn Hunter (Swiney), Vicki Pepperdine (Mrs. Prim), Margaret Qualley (Felicity) ve Hanna Schygulla (Martha Von Kurtzroc) yer alıyor.

Yunan Tuhaf Dalgası’nın Parlayan Yıldızı: Lanthimos

Yorgos Lanthimos, seveni kadar sevmeyeni de çok olan bir yönetmen olmasının yanı sıra her filmiyle “Bu kez ne yapmış?” diye merak ettiren ve tartışma yaratan bir sinemacı. Yunan Tuhaf Dalgası’nın son dönemde hakkında en çok konuşulan, yıldızı en çok parlayan ismi. “Yunan Tuhaf Dalgası” ya da “Yunan Yeni Dalga Sineması” diye nitelen bu tür, 1960’ların sonlarında başlayıp 1970’lerin ortasına dek süren askeri darbenin getirdiği baskı döneminde, faşist politikaların kaçınılmaz olarak sinemaya getirdiği sansür sonucunda oluşmaya başladı. Akımın öncüsü Theo Angelopoulos, 1970 yapımı Reconsttuction (Tatbikat)” adlı filmiyle merdivenin ilk basamağında yerini almıştı. Angelopoulos  dışında Athina Rachel Tsangari, Alexandros Avranas (Lanthimos’un bazı filmlerinin yapımcılığını üstlenmiştir), Ektoras Lygizos, Babis Makridis, Christos Nikou da bu sinemanın temsilcileri olarak kabul gören isimlerdir. Ancak  çok net bir şekilde “Angelopoulos’tan sonraki en parlak dönem Lanthimos’a kısmet oldu.” denilebilir.  

Tuhaf, Abartılı, Soyutlanmış, Provokatif Sinema

İlk filmi “Kinetta” olsa da “Dogtooth” (Köpek Dişi – 2009) ile daha geniş bir kitle tarafından tanınan Lanthimos, Londra’ya yerleştikten sonra daha yüksek bütçeli ve dili İngilizce olan işlere girişince dünya çapında hatırı sayılır bir ün kazandı.

Neoliberal politikaların toplum üzerindeki yansımasını gözlemleyen ve bunu beyazperdeye aktaran sinemacı, hikayelerini toplumsal gerçekliği eleştiren, alegorik yapıda ve kendine özgün bir dilde kurarken; tekniğinde kadrajın çerçevesinde/içerisinde yer alanlar kadar dışında kalanlarla da hep çok ilgili oldu. Bu kullanımın en bariz örneği olarak da “Dogtooth”filmini söylemek mümkün.

Kariyerine tiyatro ile başladığından olsa gerek, karakterlerinin performansında mimiklerin, özellikle bedenin kullanımı ayrı bir yer tutar; bunu da “tuhaf, abartılı” kullanıma dayalı olarak kurar. Belki filme dair söyleyebileceğim en son şeyi buradan devam ettirerek diyebilirim ki yıllar sonra bu filmi hatırlayacaksak şayet, bu ilk önce Emma Stone’un fiziksel “acting” ile ortaya koyduğu üst düzey oyunculuk performansının sayesinde olacak!

Emma Stone – Poor Things

Poor Things, hamile olan Bella’nın, intihar ettikten sonra başarılı bilim insanı Prof. Godwin Baxtertarafından bulunup beyninin,bebeğinin beyniyle değiştirilerek hayata döndürülmesini ve Bella’nın fantastik dönüşümünü konu alıyor. Profesörün laboratuvarı kendi evinde olduğu için Lanthimos’un mekân olarak evi, bir kez daha disiplin, otorite ve kısıtlamanın merkezi olarak konumlandırdığını görüyoruz. Profesöre “God” (Tanrı) olarak hitap eden Bella, geçmiş yaşamını tamamen unutmuş ve bir bebeğin her şeyi en baştan öğrenircesine büyümesi gibi davranışlar sergilerken, bazı repliklerin didaktik oluşu rahatsızlık verebilir. Ya da Lanthimos’un görüneni bir kez daha diyaloglara aktarmayı tercih etmiş olmasını Bella’nın dünyayı ve kendisini tanımasına, pek çok şeyi ilk kez görüp/duymasına paralel okumak gerekir.

Profesör Baxter, öğrencisi Max’i asistanı olarak eve alıp, Bella’nın gelişimini ve günlük olayları not etmekle görevlendirir. Max’in Bella’ya duygusal olarak bir şeyler hissettiğini fark eden Profesör, Bella’yı tehlikeli bulduğu dış dünyadan koruyabilmenin yolunu ikisini evlendirme fikrinde bulur ve bu fikrini Max’e açar. Max de hemen kabul eder ancak profesör tek şartının hep birlikte, aynı evde yaşamak olduğunu söyler.  “Baba-oğul-kutsal ruh” olarak tanımlayabileceğimiz bu üçlüyle Lanthimos’un Hristiyanlık değerlerine ve mitlerine göndermelerde bulunduğunu görürüz. (Bunlardan biri Bella’nın Emerson okuduğu sahnedir.)

Emma Stone – Mark Ruffalo

Bella, zihin beden koordinasyonunda sorun yaşadığı gibi biyolojik yaşı, psikolojik yaşı ile uyumlu değildir. Buna rağmen kendi dünyasını yaratmanın yolunu kendi kararıyla, kendisi bulacaktır. Hayatlarına yeni giren kadın düşkünü Duncan Wedderburn ‘un ondan istifade etmeyi planladığı dünyayı dolaşma teklifini kabul eden Bella, yeni bir maceraya atılmanın hevesiyle bağımsızlık/özgürlük fitilini ateşlerken, evden ayrılarak “otorite”nin ana merkezinden ve öznesinden kopuşunu gerçekleştirecektir.

Mary Shelley’nin “Frankenstein”ının modern ve feminist tandaslı yorumuyla ilerleyen bu yolculukta Bella, eril  tahakküme karşı ahlaki toplumsal tabulardan azade ve “medeni” dünyanın adab-ı muaşaret kurallarından bihaber şekilde kendi varlığını ortaya çıkarma mücadelesinin içine girer.

“Kendini Gerçeklerle Koru”

Gemi yolculuğunda karşılaştığı Harry Astley (Jerrod Carmichael) ve Martha Von Kurtzroc’la kurduğu arkadaşlık Bella’nın ufkunu açar. Bella’ya ışık tutan çok tatlı bir karaktere hayat varan Martha rolünde Hanna Schygulla’yı görmek sevindirici.

İskenderiye gezisinde şahit olduğu bir olaydan çok etkilenen Bella, ilk kez duygusal anlamda tepki verir ve ağlar. Burada Harry’nin ona söylediği bir söz de önemlidir: “Kendini gerçeklerle koru.”

Hanna Schygulla – Poor Things

Profesör’den kendisini bulduğu zamana dair gerçekliğini öğrenen Bella, Max’le evleneceği gün kocasının ortaya çıkışıyla tüm geçmişinin gerçekliğini öğrenir; asıl adı Victoria’dır, bebeğini ‘canavar’ olarak nitelendirmektedir ve kocasıyla gaddarlığı seven bir çifttir.

Victoria, Latince ‘zafer’ demek olup, Roma mitolojisinde ‘zafer tanrıçası’ anlamına gelmekte. Tanrıçalığına intiharıyla son veren Victoria, yeni hayatına yine aynı bedende ama bu kez ‘canavar’ dediği bebeğinin beyniyle başlar; bu beyni kendi iradesi, merakı ve keşifleriyle eğitip; büyüyen ve de gelişen bir yetişkine, daha iyi bir insana evrilir.

“İnsan, evrimini itaatsizlik eylemleriyle tamamlamayı sürdürdü.”

Erich Fromm

Emma Stone – Poor Things

İktidar, İtaat, Beden ve Şiddet

Bir bilim insanı olan babasının kendisini bir denek hayvanı gibi kullandığı Prof. Godwin Baxter, bu sebeple bazı organlarından muaf kalmış ve yüzündeki izler sebebiyle de dışlanan, horlanan, hakarete uğrayan biri olmuştur. Evlenmemiş, çocuk sahibi olamamış, sevip sevilmemiş, bu duyguları bir baba figürü olarak Bella ile yaşamıştır. Bella’nın Tanrı’sı Godwin Baxter, kendi bedeni üzerinde iktidar kuran babasının mağdurudur.

Willem Dafoe – Poor Things

“İktidar oluşturduğu bireyden geçiş yapar.” der Foucault.[1] Profesör, Bella ile yeni bir yaşam yaratırken bunu babasını aşarak daha pozitif yönde gerçekleştirmeye uğraşır ama yine de mülkiyetçi bir zihniyetle onu eve kapatmayı uygun bulur. Bedensel olarak horlanan biri olarak kendi yarattığı, dahası hayata yeteneği ile döndürdüğü genç kadından sevgiyle bezeli bir itibar görmektedir. Belli ki profesör laboratuvarında sadece Bella üzerinde değil, hayvanlar üzerinde de birtakım deneylerde bulunmaktadır ki film boyunca farklı türlerin birleşiminden oluşan pek çok garip hayvan ortalıkta dolaşır.     

Birey, iktidarın yapı taşlarından biri olmanın yanında iktidarın bizatihi kendisi haline gelebilmektedir. Birey ve cisimsel varlığı birey olarak adlandırmak adına ona atfedilen duygusal, düşünsel ve söylemsel bütün olarak beden, kendisi dışındaki tüm bedenlerle bir iktidar-oluş bağlantısı içinde iletişimde bulunur. Beden somut bir varlık olduğu ölçüde denetime ve gözetime tabi tutulabilmesi bakımından iktidar ve şiddet tartışmasının özdeğini oluşturmaktadır. … Şiddet, iktidar-oluş haldeki bedenin alt değer biçilen diğer bir bedeni etkileyen bir performansı olarak değerlendirilebilir.

… Erksel unsurlar bedeni, bireyin malı ve sınırları kesinkes belirli cismi bütünselliği olarak değerlendirir.” [2]

Bu Sefer Herkes Lanthimos Sevecek!

Kadrajla oynamayı, resimleri eğip bükmeyi seven Lanthimos, balık gözü lensinden, şok zoom in-out’larından yine vazgeçmemiş; bu kez kamerası da daha hareketli. Ve kameranın arkasında “Favourite / Sarayın Gözdesi” filminde de birlikte çalıştığı Robbie Ryan var. Kimi planlarında netliği merkezde olana verip etrafında kalanları flu bırakmış. Renkli ve masmavi (Bella’nın elbisesi ve deniz) başlayan filmin ilk sahnesi Bella’nın bir önceki yaşamına aitken, günümüze döndüğü andan itibaren siyah-beyaz kadrajla devam eder. Başlangıçta geçmişi renkli, şimdiki zamanı siyah-beyaz anlatıda kodladığını varsaydığım Lanthimos,  daha sonra çeşitli yerlerde renkli ve siyah-beyaz kadraj kullanarak bu tercihinin belli bir mantığa yaslanmadığını da hissettirir. Hakkını teslim etmek gerekir ki rejisinde ve oyunculuk yönetiminde çok başarılı; hatta kariyerinin en başarılı yönetmenliğini ortaya çıkarmış.

Emma Stone dışında Mark Ruffalo, Willem Dafoe ve Ramy Youssef’ten kurulu ana kadro da çok tatmin edici ve seyir zevki yüksek oyunculuk performansı ortaya koyuyor. Uzun süresine rağmen bir an bile sıkmayan, akıcı bir şekilde ilerleyen film, zaman zaman Wes Anderson’u hatırlatan çok renkli bir atmosfere sahip, bu atmosferin içinde bazı anlar Terry Gilliam’ı da hatırlatmadı değil. Prodüksiyon, görüntü yönetimi, kostüm, sanat, makyaj tasarımlarındaki işçiliği takdire şayan.      

Dünya prömiyerini 80’inci Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren Poor Things, Altın Aslan Ödülüyle festivalden ayrılmıştı. 10 Mart’ta gerçekleşecek Oscar’a da 11 dalda aday! Dilerim Akademi hak yemez!  


[1] Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev.Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002, s.43

[2] Nihat Nuyan, Estetik Şiddet – Dijital Bedenin Varlık Sorunsalı, Doruk Yayınları, 2021, s.50-52

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 16:29:44