A password will be e-mailed to you.

Uzay Haftası nedeniyle şu sıralar Lemanyak kapaklarıyla dikkat çeken sanatçı Uzay Çöpü’yle söyleştik.

"İnsan evladı olarak hoşuma gidiyor elbette uzaya gitme fikri, aya seyahat… Fakat öyle bir durum bugün gerçekleşecek olsa aralarına seçilecek olmamamız da ne kadar tatlı değil mi?"

 

Ayşegül Sönmez- Lemanyak’a kapak yapmakla kendin için çizgi çekmek arasında fark var mı? 

Uzay Çöpü: Çizim yapmak istemediğim bir zamana denk gelmediği sürece yok. Ne kadar iştahlı olduğunuzla alakalı. Gerisi teknik, motor hareket.

 

-Desenlerinin mi demeliyim çizgilerinin mi resimlerinin mi?

En havalısı resim.

 

-Peki onların ne kadar büyük bir şimdiyi kucakladığını düşünüyorsun?

Oldukça… Ben onları yapıyorum. Güçlü olanlar kendi hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Onlara karışmıyorum.

 

-Şimdiyle ilgili fikrini merak ettim. Nedir bu şimdi? Şimdi olup bitenle bir alıp veremediğin var mı?

Şimdi, tek başına kavranamayacak kadar karmaşık bir olgu. Bu birbiri ardına sıralanan zincir meselesi, geçmiş ve gelecek yok, birsürü şimdi var. Geleceği ve geçmişi de kavrayamıyorum. Anlayabiliyorum, analiz edebiliyorum, kafama göre yorumlayabiliyorum ama kavrayamıyorum. Tek tek saymayacağım. Her konuda böyle. Kavramakta zorlanıyorum ama şimdiyle ilgili alıp veremediğim birşey varsa o resimlerde mutlaka takıntıyla ortaya çıkıyor.

Yüzeyde takıntının her türlüsünü seviyorum. O takıntılar aslında şimdinin öncesi ve sonrasıyla bir araya gelip zincirlenmiş hali ya da babaannelerin göz nuru tığ işlemeleri gibi, ve mesela bu bütünlüğü bir şekilde kavrayabiliyorum. Elbette param olsaydı bunları kafaya bile takmazdım. Neyse ki dünya tatlı bir hızla oligarşiye doğru gidiyor. Bu da bunları düşünecek bol bol zamanımız ve sebebimiz olacağı anlamına geliyor. Az önce parasını ödeyerek rahat rahat sansürsüz film izleyelim hayaliyle dijital yayınlarına abone olduğumuz hırsızlar, Baba filminde, Sonny’nin tarandığı sahneyi kestiler. Şimdi çok kızgınım mesela. Bütün ahengini bozdular. Şimdinin dünyası böyle birşey. Sinkaflı küfür ediyorum. Ne tatlı değil mi. Şimdi çok tatlı.

 

-Resimlerinin en can alıcı noktası yakalamak istemedikçe içlerine düstükleri o şimdi bana kalırsa. Ve seni meta modernist buluyorum bu anlamda. Bir neo romantik gibi üstünden kimsenin geçmediği mesafeleri kağıt üzerinde keşfetmeye, kat etmeye gönüllü, bu uğurda boyaya da sanki mesafe koyuyorsun. Koyuyor musun? Boyamak değil de çizmekte özel bir ısrarın var mı?

Hem evet hem hayır. Az malzeme mücadele yaratıyor. Bu da hem hoşuma gidiyor hem de postmodern külliyatın sonsuz sıkıcılığını, en azından kendi algı dünyamda, kırdığı için bir şekilde doğru geliyor. Yani aslında bir bakıma süreç kendi doğrusunu dayatıyor.

 

-Figürlerin dışavurumcu olacak kadar eski de değiller! Figüre özel bir rol vermiyorsun, figür kendisi dışındaki hiç kimseyi temsil etmiyor. Bu da aslında Lemanyak gibi dış dünyadaki figürü aşırı satirize eden, aşırı parodileştiren bir geleneğe taze bir kan getiriyor ister istemez. Figüre yaklaşımından bahsedelim mi diyeceğim ama yaklaştığını da uzaklaştığını da düşünmüyorum aslına bakarsan… Onun aracılığıyla görüyorsun gibi… (Öte yandan yaptıkların hiç komik değil ama trajik de değil….Anlatabiliyor muyum?)

Evet, bu biraz açıklaması zor bir durum. Figür ne ifade ediyor şu sırayla gidebilirim : Hiciv üzerine ağır kafa yorduğum dönemler oldu, fakat bu, örneğin, “Türkiye’de mizah” paradigmasından ziyade daha genel, daha “plastik” kaygılar bağlamında düşünüp taşındığım bir dönemdi, uygulamada ve kağıt üzerinde “mizahçı” değil de “ressam” olduğum için. Dolayısıyla biçim içerik ilişkisini formüllere dayandırmamaya çalıştım. Hatta bu tutum aslında bir bakımdan beynimizin postmodern parametrelerle programlandığının da kanıtıydı.

(Sonuçta 90’larda alt orta sınıfa ait bir masum, zavallı bir ergendim/gençtim ve o dönemin kültürel iklimine yoğun bir biçimde maruz kaldım/ayak uydurdum) Elbette somut bir estetik sonuca varamadım (hala varabilmiş falan da değilim) çünkü kapı hep sonuçsuzluğa çıkıyor ve kendi varlığını dinamitliyordu. Bir türlü c’est la vie diyemiyordum. Hayatımı öyle yaşıyordum, fakat iş sanata sepete gelince tarif edemediğim bir huzursuzluk hissediyordum. Belli yönlerden muhafazakarlaştım da diyebiliriz buna. Fakat bu muhafazakarlık hiç beklenmedik şekilde, bana, postmodern ironiden aslında gizli gizli ne kadar midemin bulandığını fark ettirdi.

Peki ne yapılabilirdi bu durumda? Modernizm de işe yaramıyordu. İşte cevap (tam ve tamam/mükemmel falan olmasa da) figüre “aşırı” bir rol yüklememekte saklı biraz da. Bu yüzden ne komikler ne de trajikler. Ama Warhol’daki gibi “ölü” de değiller. Canlılar ama sıkışmış gibiler. Nerede duracaklarını bilemiyorlar, yani tam birşey yaptılar yapacaklar ama ne? Bütün güzellik o gerginlikte ve aslında bence bu çok komik de birşey. Ama sadece ben (mi) gülüyorum. Bir de belki Bruegel gülüyordur görüyorsa bizi çakal.


-Uzay Çöpü lakabı nereden çıktı? O kadar benimsemiş durumdayım ki her seferinde gerçek ismini unutuyorum.

Lakap değil o. Adım gerçekten Uzay Çöpü.

 

-"Hepimiz biraz çöpüz", çöplüğüz gibi geliyor bana. En sevdiğim seslerden biri örneğin o bilgisayarımdaki çöpü boşaltma sesi… Bazen o sesi duymak için çöp yaratıyorum çöp atıyorum. Çöp boşaltmakla senin aran nasıl?

Islak çöplerde çok titizim.

 

-Ankara’da daha mi iyi üretir insan?

Sanki İstanbul’da daha çok çöp var….

 

-Ankara’nın çöpü nasıl?

İstanbul’un çöpü daha ıslak, ben pek sevmiyorum İstanbul’u. Yoksa her yerde üretebilirim.

 

-Oradan İstanbul nasıl görünüyor peki?

Çekici, tehlikeli, sorunlu ve sıkıcı. Sırayla.


-Uzay çöpü peki için özel kimler? Kimlerin yeri ayrıdır? Kimlerin tuvalinin çizgisinin çizgi romanlarının filmlerinin?

Sayfalarca yazabilirim. Son zamanlarda gönül eğlendirdiklerim; Bruegel, Bernini, Courbet, Rodin, Otto Dix, Hokusai, William Blake, Kathe Kollwitz ve Oskar Kokoschka’ya bakınıyorum bu aralar her gün. Daha yenilerden Neo Rauch, Dana Schultz, Cy Twombly, Yoshimoto Nara, Chapman Kardeşler ve Raymond Pettibon… Charles Burns adlı abimizin Black Hole çizgi romanını okuyorum tekrardan böyle sindire sindire baka baka… Dave Sim diye bir amcanın Cerebus adında bir serisi var, Korkunç bir azim örneği. Çizgi roman literatürüne Cerebus Effect diye bir kavram kazandırmış, pek bilinmiyor buralarda. Bu yazıyı okuyanların bir incelemesini öneririm. Katsuhiro Otomo harika. Bir de arkadaşım Taylan Yücel.

 

-Yüksel Arslan sever misin?

Elbette. Özellikle çılgın diagramlarına bayılırım. Önemlidir benim için.

 

-Uzay Haftası nedeniyle yapıyoruz seninle bu ropumuzu… Uzayla ilgili fikrin çocukluktan bu yana değişti mi? Mars’a gidislerin kabulüyle benimkiler sanki değişti.

İnsan evladı olarak hoşuma gidiyor elbette uzaya gitme fikri, aya seyahat… Fakat öyle bir durum bugün gerçekleşecek olsa aralarına seçilecek olmamamız da ne kadar tatlı değil mi?

 

-Uzay Haftası nedeniyle bir mesajın var mı sanatatak okurlarına peki?

Gitmeyin derim uzaya. Ben gidemiyorum siz de gitmeyin. Burada kalıp sanatçıyı koruyun ve öpün.

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 16:24:09