A password will be e-mailed to you.

 

İlk baskısı 2013 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlanan Sefa Kaplan imzalı, roman tadındaki Ahmet Hamdi Tanpınar biyografisi Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar,  Holden tarafından tekrar yayınlandı. Tanpınar, görmeyi çok arzu ettiği Paris’e ancak 52 yaşındayken gidebilmiş. Kitabın “Ah keşke kendime ve Paris’e bu kadar geç kalmasaydım!” başlıklı giriş bölümünü yayınevinin izniyle yayımlıyoruz:

 

Luxembourg Parkı’nın ortasındaki geniş havuzun kıyısında sıralanan tozlu banklardan birisinde oturan ve elindeki buruşuk deftere eski yazı ile küçük küçük notlar alan adam, elli iki yaşında olmasına rağmen hayli yaşlı ve yorgun görünüyordu. Kalın kaşlarının altında hayata derin bir dalgınlıkla bakan gözlerinin yanı sıra, lüzumundan fazla yükün altına girmiş gibi duran omuzlarının çöküntüsü de bu manzarayı destekliyordu. Yaşlılıkla yorgunluğun birbirine karıştığı bu görüntünün gerisinde, hemen her şeye geç kaldığını düşünmenin verdiği sinir buhranları ile birlikte, bunun tabiî bir neticesi olan aceleciliğin bulunduğu da şüphe götürmezdi.

 

Devrinin bütün entelektüellerini sarıp sarmalayan belirgin bir telâş içinde olmuştu hep. Yahya Kemal’in gölgesini üzerinden atabilmiş iyi bir şair, Köprülüzâde Fuad Bey’den tahsil ettiği metodu ön plâna çıkartan nitelikli bir edebiyat tarihçisi, insan talihinin değişik çehreleri üzerinde makul bir derinlik arayışıyla gezinen bir romancı, farklı pencere ve ufukların peşinde koşan bir fıkra muharriri olma arzusu; eline avucuna bakan bir abla ile enişteye para yetiştirme mecburiyeti ile birleşince telâş az bile kalıyordu aslında. Kendisini mütemadiyen hasta, her zaman paraya muhtaç ve yapması lâzım gelen esaslı eserden bir hayli uzak hissetmesi, elli iki yıllık ömrünün mühim bir tarafını gözler önüne seren üç solgun anahtardı.

…Şakrak kahkahalar eşliğinde kulağına çalınan çıngıraklı kelimelerden Jean Paul Sartre’dan söz ettiklerini kavramakta güçlük çekmedi…

 

Şurası da vardı ki, insan biraz da teneffüs ettiği coğrafya ve tarihin, bu iki unsurun teşekkülüyle bir zihniyet dünyası mânâsına gelen iklimin tabiî bir neticesiydi. Bu bakımdan, söz konusu telâşın sadece onun değil, Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk devrine gözlerini ve gönüllerini açanların kaçınılmaz kaderi olduğunu düşündü. Bilhassa bu iki nesil, imparatorluğun talihine benzer beyhûde bir bocalamanın gölgesinde yörünge aramış ve muhtemelen bu yüzden, birtakım şeylere sürekli geç kaldıkları duygusunu hiçbir vakit üzerlerinden atamamıştı. ‘Tiz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır / Ulaşır menzil-i maksuduna âheste giden’ mısralarını gayet iyi bildikleri hâlde, buldukları ve bulundukları yerle yetinmeyip hep daha yüksek bir merhaleye tırmanmak mecburiyetini hissetmişlerdi. Hakikaten de inkârı hayli zor bir sıklıkta etekleri bacaklarına dolanmakla kalmamış, bir kaldırımdan karşı kaldırıma geçerken bile tökezlemişler, hatta düşüp zihinlerinin ve ruhlarının mühim bir tarafıyla birlikte zaten incinme çabasıyla fırsat arayan güvenlerini de örselemişlerdi. Bütün bu aciliyet endişesi, sürüp giden dağınıklığı ve kaosu dizginlemek şöyle dursun, tam tersine kuvvetlendirmişti. Şurası muhakkaktı ki, imparatorluk yıkılmasın yahut Rumeli ve Kafkaslar hicranlı bir gurbete dönüşmesin diye birkaç mekanizmayı birden harekete geçirme zarureti vardı. İç âlem medeniyetinin mucizeli tesadüflerini yitirmeden Batı’ya yetişmek, sadece sanatı değil, hürriyeti de cemiyetin ayrılmaz bir parçası durumuna getirmek, gazete ve tiyatroyu da bunların üzerine ilâve etmek temel görevler arasındaydı. Hayat denilen sarmaşıklı rüya beklemezdi ve yeni baştan tahayyül ve tasavvura ihtiyaç duyduğu da bir vakıaydı. Nihayet, Doğu ile Batı arasında bocalayan kalabalıklara hakiki hüviyetlerini kazandırabilmek yolunda daha fazla vakit kaybetmeden düşünceyi kanatlandırmak icap ediyordu…

…Nisan’ın ilk günleriydi ve koca park tepeden tırnağa açmış badem ve erik ağaçlarıyla, tarhlarda birbiri ardına sıralanan sarı, eflâtun, pembe, beyaz menekşeler ve kırmızı gelinciklerle doluydu…

Zihni yazdıklarıyla meşgul olduğundan dudaklarının arasında titreyen sigaranın külünün deftere ve buruşuk ceketinin eteklerine dökülmesine aldırmadı. “Bunca acele beraberinde telâşı getirecekti elbette ve telâşlı bir insanın tökezlemesinden tabiî ne olabilirdi ki” diye geçirdi zihninden. Sönmeye yüz tutan sigarasını yere atıp yenisini yakmak maksadıyla cebinden paketi çıkarırken güle oynaya yaklaşan kalabalığa takıldı gözleri. Bankın önündeki toprak yoldan, parkın hemen aşağısındaki Sorbonne’da okuduklarını tahmin ettiği kızlı erkekli bir grup talebe geçiyordu. Şakrak kahkahalar eşliğinde kulağına çalınan çıngıraklı kelimelerden Jean Paul Sartre’dan söz ettiklerini kavramakta güçlük çekmedi. “Bütün bu münasebetsiz gecikmeler yüzünden hep kesintisiz bir telâş içinde oldum zaten. Ben Sartre’ın fikirlerine bu çocukların yaşında temas edebilseydim bu kadar vakit kaybetmez ve şimdi bulunduğum yerden bambaşka bir mesafede bulunurdum. Bu gençler daha şimdiden hayatı hazır bir imkân olarak, hazır bir sofra olarak önlerinde buluyorlar. Ben onların yaşındayken kendimi yapacak hiçbir kudrete yahut kabiliyete sahip değildim” dedi kimsenin işitmediğinden emin olduğu hüzünlü bir sesle.

Havuzun diğer tarafındaki kır kahvesine doğru uzaklaşan kızlı erkekli kalabalığın arkasından bakarken, aklı, Paris bahçelerinin gözlerle yetinmeyip zihni de yoran geometrisine takılıp kaldı. T. S. Eliot’un boynuna ‘ayların en zalimi’ halkasını yakıştırdığı Nisan’ın ilk günleriydi ve koca park tepeden tırnağa açmış badem ve erik ağaçlarıyla, tarhlarda birbiri ardına sıralanan sarı, eflâtun, pembe, beyaz menekşeler ve kırmızı gelinciklerle doluydu. Ancak gerek ağaçların dizilişinde, boylarında ve budanışlarında, gerekse çiçeklerin tanziminde belli bir simetri hemen dikkat çekiyordu. Fransız zevki, hiçbir zaman tabiatı tabiî hâline bırakmak taraflısı olmamış, hayli keskin müdahalelerle ağaçları, çiçekleri, çalıları, hatta saksıdaki bitkileri biçimlendirmişti. Tabiatı insan aklına göre bu ölçüde biçimlendirme kararlılığında rahatsız edici bir taraf vardı. Emirgân, Kanlıca ve Kandilli bahçeleri geldi gözlerinin önüne; Boğaz yalılarını, Topkapı Sarayı’nın geniş ve ferah avlusunu hatırladı. Orada da bir müdahale söz konusuydu elbette, fakat bunlar tabiattaki diğer varlığın önünü kesmeyen ve bitkilerin mantığını örselemeyen küçük dokunuşlardan ibaretti. “Belki de asıl mesele budur, biz talihimizi üzerimizden bir daha çıkarmaya cesaret edemeyeceğimiz bir elbise misali benimseyip uzviyetimizin bir parçası durumuna getirirken, Batı aklı, kendi talihini yapmak için her türlü yaratıcı hamleyi deniyor” dedi ve burnunun ucuna kadar düşen gözlüğünü geriye iterek, diğerinin sönüp sönmediğine aldırmadan yeni bir sigara yaktı.

…Fransız zevki, hiçbir zaman tabiatı tabiî hâline bırakmak taraflısı olmamış, hayli keskin müdahalelerle ağaçları, çiçekleri, çalıları, hatta saksıdaki bitkileri biçimlendirmişti….

Birkaç metre ötesindeki banka genç bir çift gelip oturmuştu. Genç kadın, Karpatlar’dan yola çıkıp Alpler’de soluklandıktan sonra Kastilya’da karar kılmış gibi aydınlık bir esmerliğin arasından bakıyordu yeryüzüne. Uçaktaki, “İnce, sarışın, uzun boylu, siyah gözlü Vélasquez”i değil de, “bazı zenginliklerini iyi gizlemiş gürbüz bir Renoir’u hatırlatmıştı nedense. Her ikisi de üniversitenin son sınıfında okuyor veya henüz bitirmiş de akademide kalma ihtimali üzerine konuşuyorlardı sanki. Kadının hayatın tamamında lâyıkıyla yer aldığı bir cemiyetin bağrından kopup gelmediğinden, dikkati, rahatlığı varlığının bir parçası hâline getiren kadınların üzerinde hemen yoğunlaşıyordu. Avrupa düşüncesi, kadın üzerinden kullanışlı tarifler hazırlayıp yeni yollar çizmeyi bırakalı bir hayli olmuştu. Rönesans ile beraber kadın hayatın içine karışmış, bilhassa Sanayi Devrimi kadınla erkek arasındaki mesafeyi bir hayli kısaltmıştı. Yirminci yüzyılın belki de en mühim icatlarından birisi olan feminizm de erkeklerin yarı ilâhe olarak gördüğü kadını uzviyetinin bir parçasına dönüştürerek sokaklara indirmişti.

Mukayeselere meraklı zihni yönünü Türkiye’ye çevirmekte hiç de müşkülpesent davranmadı. Tanzimat ve Cumhuriyet, bütün hesaplaşmalarını kadın üzerinden yapmakla birlikte, kadını cemiyetin ayrılmaz bir parçası olarak görmeyi ve bu zaviyeden bakarak vazgeçilmez kılmayı bir türlü başaramamıştı. Kapsamı ve muhtevası hayli gölgeli ‘annelik’ sıfatı ile yetinmek ve bunu da kadını cemiyet hayatından uzak tutmak amacıyla kullanmak çok daha kolaydı. Nesillerin birbiri ardından tökezlemesinin sebeplerinden en zalimini belki de burada aramak gerekiyordu. Zira, şahsiyet teşekkül etmeden ferdin teşekkülü düşünülemeyeceğine göre, kadın terbiyesinden uzak kalmak ferdiyete de uzak kalmak demekti. İnsan, belki çalışa çalışa bir istidat yaratabilirdi, lâkin şahsiyet yaratmak gerektiğinde, doğrudan kadın varlığına ve onun varlığıyla getirdiği terbiyeye ihtiyaç vardı. Nitekim, hayatın neredeyse her tarafını yeniden düzenlemeyi hedefleyen devrimlere rağmen ortada şahsiyet yoktu. Dışarıdan yapılacak müdahalelerle bir şahsiyet elde etmek de ne yazık ki mümkün değildi yahut olursa işte bu kadar oluyordu.

Oysa şu genç kadın nasıl da rahattı. Yanındaki genç erkeğin gözlerine bakışı, ellerini tutuşu, zaman zaman sanki dünyanın en tabiî şeyiymiş gibi uzanıp uzun uzun öpüşü nasıl sade ve sahiciydi. “Oturduğum yerde beni böylesine zenginleştirdiğine göre, o genç adamın şahsiyetini bulmasında oynadığı büyük rolden nasıl şüphe duyulabilir ki” diyerek fakülte koridorlarını, Narmanlı Yurdu’ndaki gecelerini ve şiirlerle yetinmeyip uğruna koca bir roman yazdığı o çok sevdiği kadını hatırladı. Bu aşkın bir yığın tesadüfün arasından gelen imkânları hayal kırıklıkları ile dengelendiğinde, kendine doğru gene de bir hayli mesafe aldığını fark etmişti. Sadece bu bile hayatında pek çok kapıyı birden açabilmiş, varlığının işe yaramaya mütemayil taraflarını, yeryüzünün mühim bir parçası durumuna getirebilmişti. Kadın başından beri cemiyetin içinde olsa neler değişmezdi ki? En azından şimdi çok uzun gelen mesafeler kısalabilir, kadının görünür kıldığı terbiye ile beslenip uslanan erkek de şahsiyetini yeni baştan yapabilirdi. Tuhaf olan şuydu ki, hiçbir devirde kadınlardan bu yönde bir talep geldiğini de hatırlamıyordu. Üniversitenin ve Güzel Sanatlar’ın içler acısı hâli ortadaydı.

Bunları düşünürken Karpatlar’dan yola çıkıp Alpler’de soluklandıktan sonra Kastilya’da karar kılmış esmer aydınlığın arasından bakan genç kadına gözlerini fazla dikmiş olmalıydı ki, rahatsızlık verdiğini fark ederek başını diğer tarafa çevirdi ve yeniden notlarıyla ilgilenmeye başladı. Arkasına yaslanıp bir sigara daha yakarak, Fransız zevkinin bütün detaylarını bünyesinde toplayan bahçeye, yüreğinde mütemadiyen tekrarlanan çığlığın gölgesinden baktı ve “Yirmi bir sene evvel gelmem lâzım gelen bir yere şimdi geliyorum. Bugünkü Avrupa, fikirlerimin, zihnî itiyatlarımın ve ideallerimin hazin bir mezarlığıdır” diyerek dalgınlığına birkaç dargınlık birden eklemekte hiçbir zorluk çekmedi.

Buna rağmen, ‘Sahiden de öyle mi acaba’ diye beynini didikleyen mühim bir sualin hafızasının bir tarafına yerleşmek gayesiyle çabalamasına da ses çıkarmadı. Bunu tecrübe edecek imkân henüz karşısına çıkmamıştı ve belki de hiçbir zaman bu imkânı, itina ile donatılmış bir şölen masası gibi önünde bulamayacaktı. Notlarını bir cebine, sigarasını diğer cebine koyarak oturduğu banktan kalktı. Üzerindeki külleri silkeledikten sonra, Dolmabahçe ile Ortaköy arasındaki yoldakine benzer bir biçimde sıralanan, fakat askerî bir tören dolayısıyla böyle hazırlanmış izlenimi bırakan çınarların gölgesinden yorgun adımlarla geçerek, parkın Saint-Michel Bulvarı’na açılan büyük demir kapısına doğru yürüdü.

Gözbebeklerindeki yaşları içinde büyüttüğü boşluğa akıtan ve zihninde yaptığı her kavgadan yenik çıkan yaşına kırgın bu adam, bütün Türkiye’nin eserine ve şahsiyetine geç kalacağı Ahmet Hamdi Tanpınar’dan başkası değildi. Dostlarının ifadesiyle ‘Kırtıpil Hamdi’, kendisinin ifadesiyle ‘derbeder şair’, 1953 Nisanı’nda ilk defa geldiği Paris’te kırtıpilliğine yeni kırtıpillikler, derbederliğine farklı derbederlikler ilâve etmekle meşguldü.

Gözbebeklerindeki yaşların sebebi ise mukayeselerin yol açtığı zihnî tedirginlikten ziyade göz nezlesiydi…

Henri Rousseau, The Luxembourg Gardens Monument to Chopin, 1909

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 16:41:54