A password will be e-mailed to you.

Sanatatak yazarı Efe Beşler bu hafta ve her hafta yeni çıkan kitaplardan en önemlilerini seçiyor. Bu haftanın önerileri: Körburun, Böcek, Marco Pantani’nin Ölümü ve Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın, 90’lı Yıllarda Gazetecilik

Körburun

Bu hafta yeni bir roman ile devam ediyoruz: ‘Körburun’. Hikmet Hükemenoğlu’nun yeni romanı Can Yayınları tarafından Ağustos ayında yayımladı.

İyice daralan ve boğulan ifade özgürlüğünün yaşandığı ülkemizde biraz daha edebiyata sarılmak, yaşamı daha fazla kucaklamak, yaraları sarmak sınırlı çarelerden biri gibi görünüyor. Edebiyatçıların, yazarların tutuklandığı bugünlerde romanlardan, yazarlardan bahsetmek, onları hatırlamak ve devamlı hatırlamanın kıymetli olduğunu düşünerek, bu haftaki kitabımızı kısaca tanıtmak istiyorum.

Daha önce dört roman yazan Hikmet Hükemenoğlu’nun Körburun beşinci romanı. Aynı zamanda öykü yazan ve çeviri yapan Hükemenoğlu, para kazanmak yerine kendi eğlendirdiğini ifade ediyor.  O zaman Körburun romanına kısaca bir giriş yapabiliriz. 

Körburun aslında bir kuşak romanı.  Üç kuşağın yaşamlarını; aşk, hırs ve hayal kırıklıklarını içinde geçen süreci anlatıyor. Körburun şöyle tanımlanıyor: hem uzak hem yakın. Hem içe kapalı hem de anakaranın bir parçası. Aslında hiç de yabancısı olmadığımız bir öyküyü anlatıyor. Eskiden yaşanılan ve olağan olan samimiyetten iyice içine kapanan, sertleşen, kendi kurallarını dayatan bir hayatın örüntüsünü bizlerle paylaşıyor yazar. Her birimizin böyle hikayeleri vardır fakat yaşamın hızlı dinamizminin içinde kaybolur ve anlamlandıramayız. Kitapta anlatılan kuşağın öyküsünü anlamak ve hissedebilmek için bu kitaba göz atabilirsiniz. 

“Birazdan güneş doğacaktı. Uyuyan cırcırböcekleri uyanacak, yorulanlar uykuya dalacak, insanlar yataklarından kalkıp kahvaltı masasına geçecekti. Yıldızlara bakılırsa bulutsuz, rüzgârsız, ılık bir gün olacaktı. Önce uzaktan düdük sesi duyulacaktı, sonra şehir hatları vapuru, yosunların kokusunu kabartan köpükler çıkararak iskeleye yanaşacaktı. İçi her zamanki gibi çay ve mazot kokacaktı. Halatlar atıldıktan birkaç dakika sonra hemen toplanacaktı; vapur Körburun’da çok beklemeyecekti çünkü Seher’den başka yolcusu olmayacaktı büyük olasılıkla.”*

*Kitabın arka kapağından alıntıdır.

 

Böcek

Haftanın tekrar yeni basım kitaplarından biri de Erhan Bener’in ‘Böcek’ adlı romanı. Bu kitap yıllar önce Adam Yayıncılık tarafından yayımlandı. Aslı 1982 yılında yayımlanan bu romanı Everest Yayınları tekrar basmış.

Erhan Bener çok yönlü bir yazar olarak Türkiye Edebiyatı’na önemli katkılarda bulunmuş, önemli ödüllerin sahibi olmuştur. Birçok roman, oyun ve öykü ve deneme/anı kitapları vardır. 2007 yılında vefat eden Bener’i, Böcek adlı romanı ile tekrar hatırlatmak günümüz Türkiyesi için değerli olacaktır diye düşünüyorum. 

Böcek, işkenceci bir polisin yaşam serüvenini anlatıyor. Sıradan bir yaşam değildir. Hatta bu romanın filmi Ümit Elçi tarafından çekilmiş, 1995 yılında Antalya Altın Portakal yarışmasında En İyi Film (1995) ödülünü kazanmıştır. Bener bu romanında ana karakterini polis olarak belirlemiş. Kahraman ile düşman arasında gidip gelen psikolojik çözümlemeleri derinlikli bir şekilde ele alıyor. Böcek, çevresindeki herkesi bir böcek gibi gören temizlik hastası bir polisin yaşamını, yaşadıklarını, kendi içindeki açmazlarını, çatışmalarını tüm psikolojisiyle beraber detaylı bir şekilde dile getiriyor.

Siyah ile beyaz arasında hiçbir ara renge tahammül edilmediği, cümlelerin genellikle “Ama o da…” şeklinde başladığı bugünlerde Erhan Bener, bir polis üzerinden bize hümanizmi hatırlatıyor.*

“Kolunun altındaki ilaç paketini sıkıyor. Elinde yeterince ilaç olsa, bu kentteki bütün böcekleri temizlerdi. Yalnız hamamböceklerini değil. Hamamböceklerinden farksız bütün yaratıkları. O Mutemedi, o doktoru, o Haşmet orospusunu, o kayınpeder olacak ayyaş pezevengi, o blucinli kızları, o pis sakallı oğlanları, sokakta kızak kayan çocukları, hepsini..”*

*Kitabın arka sayfasından alıntılanmıştır.

 

Marco Pantani’nin Ölümü

Notebene Yayınları bisiklet tarihçiliği içindeki bir efsaneye el atarak Marco Pantani’nin biyografisini yayımladı. Kitabın yazarı Matt Rendell, çevirisini ise Çağdaş Gümüşoluk yapmış. 

Bisiklet; gerçek emeğin sembolüdür, yaşam biçimidir, insana, doğaya saygıdır, sevgi ve ilgi ister. Bisiklet diye yazınca aklımdan dökülenler bu değerler oldu bir an için. Günümüzde bisiklet kullanan kadın ve erkekler çoğalmaya başladı. Bisiklet kullanırken herkesin farklı bir amacı var. Biri spor için yaparken, diğeri ise evinden işine gitmek için kullanıyor. Yani bisiklet her derde deva… Yine de bisiklet kullananların çoğalmasına rağmen, bisiklet sporu yeterince ilgi çekiyor mu bilemiyorum. Hani sadece bu sporun zirve noktası olan ‘Tour de France’ i de kabaca biliyoruz galiba.    

Bu yarışmayı dünyada milyonlarca kişi izliyor. Aslında yukarıda bisiklet ile ilgili bahsettiğim gibi, bu yarışma da her şey mevcut; hız, dayanaklılık, strateji, taktik, emek, hırs, hayal kırıklığı, kendini aşma, mücadele, rekabet, ahlak, saygı ve burada sayamayacağım birçok insanlık değeri. Tour de France deyince aklımıza gelen en ünlü sporcusu Lance Armstrong‘dur. Fakat ona efsane diyenler aslında yanılmışlardı. İlk başta büyük bir kariyer yapmış ve başarılar kazanmış, ardından da doping ile büyük bir çöküş yaşamış ve prestijini zedelemişti. Bir projenin başrol oyuncusu gibi kalplerden kayıp gitmişti belki de. Aksine bisikletin efsanesi Pantani yaşarken bile sessiz ve gösterişsizdi. Pantani, 1998 yılında Giro (İtalya Turu) ve Tour de France kazanan son kişi olarak tarihe geçmiş. Yaşarken yalnız olan Pantani, bir otel odasında ölürken de yalnızmış. İşte bu kitabın yazarı Pantani’nin efsanevi hayatını, çevresinde örülen şifreleri bizlere anlatıyor. Hakkında konuşulanlar, anlatılanlar detaylı bir şekilde kitapta yer alıyor. 2004 yılında evinde ölü bulunan Pantani’nin efsanevi hayat hikayesini merakla okuyabileceğinizi düşünüyorum. 

 

Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın, 90’lı Yıllarda Gazetecilik

Tanıtımını yaptığım iki romanın ve bir biyografinin yanında, Türkiye için çok büyük bir öneme sahip mesleklerden biri olan gazetecilik ile ilgili bir kitabı tanıtmak istiyorum. İmge Yayınevi tarafından yayımlanan ‘Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın, 90’lı Yıllarda Gazetecilik’ adlı kitabın yazarı gazeteci Burcu Karakaş.

90’lı yıllar? O yılları uzaktan ve biraz da habersiz yaşayan biri olarak, suya sabuna dokunmadan yaşadım, yaşadık kanımca. Derin bir sessizlik ve suskunluk dönemi. Kürt meselesi nedir, ne değildir bunun idrakına varamadığım, çoğumuzun da varamadığı bir durumdu. Çalkantılı yıllar, mafyanın hakim olduğu, binlerce infazın yaşandığı, türlü türlü hukuksuzlukların yapıldığı yıllardı 90’lar. Peki bu kadar olay olurken biz ne yapıyorduk? Ya da soruyu tersten sormak gerekirse yazılı ve görsel medya bu olaylar olurken bizlere haberi nasıl sunuyor ve ulaştırıyordu? Medya o dönemde yine bugünkü gibi bir pozisyon almış mıydı? Gerçi her dönemin problemi kendine has olsa da, ister istemez hafıza bu benzerlikleri bugün de kıyas yapmaya çağırıyor. Gazeteci Burcu Karataş, 90’lı yılların kasvetini, en can yakıcı döneminin medyaya yansımalarını anlatıyor kitabında. Aslında bugün yapılan baskıların yeni olmadığını, 90’lı yıllarda da çok şiddetli geçtiği hepimizce malum. Karataş, bu dönemi ve tanıklarını kitabında bir araya topluyor. Ankara ve İstanbul merkezli çalışan gazetecilerle yaptığı röportajlar ve arşivindeki notlarla 90’lı yıllarda yapılan gazeteciliğin resmini çizmekle kalmıyor, daha sarih ve gerçekçi bir görüntü sunarak hakikati arıyor.

Kitapta yer alan gazeteciler sırasıyla Ayşenur Arslan, Celal Başlangıç, Mete Çubukçu, Mehmet Y. Yılmaz, Doğan Akın, Ruşen Çakır, Nurcan Akad, Ragıp Duran, Rıdvan Akar, Özcan Sert ve Tuğrul Eryılmaz.

90’lardaki gazeteciliği merak edenler ve bugünün Türkiye’si ile kıyaslamak isteyenler bu kitaptan faydalanacaklardır diye düşünüyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 23:25:45