A password will be e-mailed to you.

Haldun Taner’in babası Ahmet Selâhaddin Bey, Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü hukuki gerekçelerle savunan değerli bir bilim adamıdır. Onun mütareke günlerinde, İstanbul düşman çizmeleri altındayken daha Kurtuluş Savaşı başlamadan önce emperyalist güçlere karşı cesaretli bir çıkışla direnç gösterdiğini biliyoruz. İşgal polisince sıkı takibe alındığından kaçak göçek bir yaşam sürdürürken sağlığı bozulup yatağa düşmüş, ancak çalışmalarını hiçbir şey yokmuş gibi aralıksız devam etmiştir. Baş yazılarını yazdığı yatağında kalp krizi geçirince yakın dostu Prof. Dr. Âkil Muhtar, kendisine kâti istirahat verdi. Anlayacağı bir dil ile rahatsızlığının ciddiyetini koruduğunu söyledi ve arkadaşı, doktoru sıfatı ile tek kelime yazarsa ölümün kaçınılmaz olacağını belirtti. Yaptığı uyarı karşısında aldığı yanıt ise hayli göz yaşartıcıydı: “Millet bu durumdayken ben asıl susarsam ölürüm.”

Haksızlığa uğramış milletine karşı duyduğu görev aşkıyla o halde bile düşüncelerini kağıda dökmekten asla vazgeçmedi Ahmet Selâhaddin. Sonunda 20 Ocak 1920 günü fenalaşarak akşam saatlerinde bu dünyadan ayrılıp gitti. Ölümü bir süredir çekmekte olduğu “angin de portrin” yani bir çeşit göğüs sıkışmasından ötürü gerçekleşmişti. Vefat ettiğini duyan son Padişah Vahdettin’de olaydan çok mustarip oldu ve derhal cenazenin “ihtifalad-ı lâzıme ile kaldırılarak” merhumun naaşının Fatih Camii’nin avlusuna, atalarının yanına gömülmesine izin verdi. Defin işlemi iki gün sonra yapıldı. Gazetelerde çıkan haberlere göre Ahmet Selâhaddin Bey’in tabutu cuma günü Bebek’teki evinden alınarak Sirkeci’ye nakledilmiş, orada düzenlenen bir törenden sonra merhum, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu büyük bir kalabalık tarafından kimi zaman omuzlarda kimi zaman parmak uçlarında taşınarak Fatih Camii’ne kadar getirilmişti. Burada kılınan cenaze namazından sonra ise hazire dairesinde toprağa verildi.

Yazar ve edebiyatçı Oktay Akbal, 1997 yılında Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde Ahmet Selâhaddin Bey’i yürekli bir kişi olarak tanıttığı makalesinde ona saygı niteliğinde “Unutulmaz bir öncü…” başlığını koymayı uygun bulur. Zaten yazısının bir yerinde bu düşüncesini destekleyen yazar Uluğ İğdemir’in şu sözlerine kulak vermenizi isteyecektir: “Ahmet Selâhaddin Bey, genç yaşında ölmeyerek Anadolu’ya geçmiş olsaydı, Atatürk’ün en değerli çalışma arkadaşlarından biri olurdu.” Gerçekten de onun arkadaşı Cemil Bilsel’in dediği gibi: “O günün gençleri arasında, onu tanımayan ve tanıyıp da ona bağlanmayan yoktur.” (1)

Yaşamından düzyazılarına sızan anılar

Haldun Taner’in “Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil adlı yapıtında yer alan bazı düzyazılarında onun yaşamına ait birçok ize, anı kırıntılarına rastlarız. Nitekim değerli şair ve yazar Hilmi Yavuz’da eski Milliyet Sanat Dergilerinden birinde ‘”Haldun Taner’in ardından” başlığı ile çıkan “Canlar Ölesi Değil” adını taşıyan yazısında aynı konuya değiniyor ve şu görüşü ortaya atıyordu:

Haldun Taner’in çocukluğu

(…) Taner’in ‘Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil’ini ilk okuduğunda, bu kitabın gizli bir otobiyografi olduğunu düşündüren bölümleri dikkatimi çekmişti. Taner, sanki ‘bu kitapta portresi çizilmeye çalışılan’ kişilere ilişkin anlatılara, yer yer otobiyografisinden bazı parçalar gömmüş gibiydi.” (2)

Yavuz, bu saptamasını yaparken çok doğru bir gözlemde bulunuyordu kuşkusuz. Haldun Taner’in yaşamından aktardığı kesitler sadece tek kitabıyla sınırlı değildir çünkü. Düzyazılarını topladığı “Çok Güzelsin Gitme Dur“da da yine babasından söz açtığını görürüz. “Kirli Yerler Daha Kolay Pislenir” başlıklı denemesinde Oktay Akbal’ın Ahmet Selâhaddin’i anlattığı yazısında adı geçen baba dostu Cemil Bilsel’i de hürmetle anar. Pederi ölünce yerine üniversitedeki Devletlerarası Hukuk Kürsüsü’nün başına meslektaşı ve arkadaşı Cemil Bilsel’i atadıklarını yazar. Cemil Bilsel, on sekiz yıl boyunca Ahmet Selâhaddin’in anısına duyduğu derin saygıdan ötürü o kürsüye oturmamış; derslerini her zaman ayakta vermiştir. Bu duruma bütün öğrencileri tanıktırlar.

Taner, yazısının tam ortasında gıptayla gündeme getirdiği yakın çevresindeki bu kişiler için asıl can alıcı soruyu şöyle patlatır: “(…) Bugünkü ortamda Ahmet Selâhaddin’in ki gibi yaşamı hiçe sayan bir sorumluluk duygusuna, Cemil Bilsel’inki gibi bir vefa örneğine sık rastlayabilir miyiz dersiniz?” (3)

Haldun Taner’in çocukluğu

16 Mart 1915 yılında İstanbul’da Çemberlitaş’ta doğan Haldun Taner, babası Ahmet Selâhaddin Bey ölünce beş yaşında yetim kaldı. Annesiyle beraber, büyükbabası Matbaa-i Âmire Müdürü İsmail Hamit Bey’in Saraçhanebaşı’ndaki konağına taşındı. Çocukluğu kalabalık aile bireylerin bir arada olduğu ortamda geçti. Büyükannesinin büyükbabasının dışında teyzesi ve dört dayısıyla birlikte aynı çatı altında yaşadı. Evdeki herkes, onu el üstünde tutarak babasının eksikliğini duyurmamaya çaba gösterdi. Güçlü aile bağları altında yetişen küçük Taner, teyzesinden okuma yazmayı, büyük dayısından gezip tozmayı, yoga yapmayı, küçük dayısından ise Fransızca’yı öğrendi. Büyükbabası’da açık havayı, doğayı ve sporu sevdirdi. Teyzesi tiyatroya bayıldığı için, ona takılıp bol bol Saraçhanebaşı’ndaki tiyatro topluluklarını izledi. Hasan Efendi’yi, Naşit’i, Cemal Sahir’i, Darülbedayi’yi ve dayısının Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Şadi Fikret’in oyunlarını o yıllarda gördü. Yedinci sanatla ilk olarak Milli Sinema’da tanıştı.

Sonraları Alemdar ve Ali Efendi sinemalarında devrin komikleri olan Charlie Chaplin, Buster Keaton, Zigoto, kısaca Lui dediğimiz Harold Lloyd, Max Linder ve Fati’nin filmlerini izleyerek onlara hayran kaldı.

Annesi Seza Hanım’la Almaya’da Heidelberg Üniversitesi’nde okuduğu yıllar

Büyükbabası İsmail Hamit Bey’in matbaası Haldun Taner’in çocukluğunda onun için bulunmaz bir yaşam okulu oldu. Yaz tatillerinde oradan çıkmıyordu. Makine gürültüleri arasında vakit geçirirken vapurda yolculuk ediyormuş duygusuna kapılıyor, çıkan sesler çocukluğunun bilinçaltına yerleşen bir fon müziğine dönüşüyordu. İsmail Hamit Bey, Matbaa-i Âmire Müdürlüğünden ayrıldıktan sonra Cağaloğlu’nda kendi adına kurduğu üç katlı Hamit Matbaasında bir yandan çalışırken bir yandan da kendi yerine küçük Haldun’u basım işlerine  hazırlıyordu. On iki yaşından itibaren okullar kapanınca torununu iş yerine götürüp keski makinesinden, mücellithaneye, düzeltme bölümünden dizgiye kadar matbaanın girdisini çıktısını öğrenmeye zorluyordu. Ona bu emeklerinin karşılığında yanındaki işçiler gibi haftalık verip aldığı ücreti haketmek için iş disiplini edinmeye mecbur kılıyordu.

Büyükbabasının iş yerine gelip gidenler arasında edebiyat dünyasından birçok kişi vardı. Haldun Taner çocukluğunda dönemin yazarlarının pek çoğunu kitaplarının dışında tanıma fırsatını matbaada bulmuştu. Söz gelimi Ruşen Eşref’i, Yakup Kadri‘yi, Celâl Esat Arseven’i ve o zamanlar henüz daha lise öğrencisi olan Cevdet Kudret’i ilk kez burada görmüştü. Ancak bu gelenler arasında onun en çok ilgisini çeken, büyükbabasının Darüşşafaka’dan yakın arkadaşı olan Ahmet Rasim idi. Küçük Taner’e yazar olmadan önce, insan olmayı ve insan olmadan iyi yazar olunamayacağını ilk öğreten kişiydi Ahmet Rasim.

1925 yılında Haldun Taner ve annesine devlet, “Hidemât-ı Vataniye” fonundan maaş bağladı. Taner, dokuz yaşına gelince vatana hizmet edenlerin ya da şehit ailelerinin çocuklarına tanınan hakla, parasız yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gitti. İlerde bu okula çok şey borçlu olduğunu söyleyen Taner, burayı Batıya açılan bir pencere olarak nitelerken bu pencerenin kendi görüşünü de genişlettiğini dile getirdi. Öğrencilik yıllarında en büyük merakı spordu. Atletizmle yoğun bir biçimde ilgilenen Taner, okulun arka bahçesinde her gün antreman yapıyor, yarışlarda ise yüz on engelli koşuyordu. Öteki merakı ise dekatlondu.

Kompozisyon derslerinde hep başarılı notlar alan Taner, o yıllarda yazar olmayı pek düşünmüyordu aslında. Aldığı iyi eğitimin yanı sıra katıldığı sportif ve kültürel etkinliklerle kişiliğini sosyal bakımdan çok iyi geliştirmiş, İsmail Habip Sevük ve Halit Fahri Ozansoy gibi değerli hocalarının katkılarıyla Türk dilini bilinçli kullanmayı öğrenerek edebiyata olan sevgisini bir üst düzeye taşıyacak adımları atmıştı. Ondaki yazarlık yeteneğini ilk fark eden kişi Fransızca edebiyat öğretmeni Mösyö Dard olmuştu. Öğrencisini yazmaya teşvik etse de Haldun Taner, yazarlığa o günlerde hiç hevesli değildi. O, sadece hocasının edebiyat derslerine olan yaklaşımından ötürü çok memnundu. Çünkü Mösyö Dard, kuru kuruya edebiyat dersi vermek yerine Honore de Balzac’ın, Prosper Mérimée’nin, Gustave Flaubert’in yapıtlarını sınıfta okutup, inceletmeyi yeğliyordu.

Fransızca öğretmeninin aşıladığı edebiyat sevgisine karşın Taner, o sıralarda babasının izinden gidip onun mesleğini seçmeye meyilliydi. Bu yüzden yazmaya pek sıcak bakmıyor, daha çok felsefeye, riyaziyeye, devletler hukukuna, geopolitik ve sosyal politik gibi konulara ilgi gösteriyordu.

Annesi Seza Hanım’la Heidelberg’de

Haldun Taner’in Almanya yılları

1935 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirince devletin verdiği yüksek öğrenim bursuyla Almanya’ya gitti. 1935 – 1938 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde ekonomi ve siyaset bilimi dallarında eğitim görmeye başladı. İlerde Haldun Taner kendisi ile yapılan bir televizyon söyleşisinde Almanya’yı ve bu üniversiteyi neden tercih ettiğini gazeteci Mete Akyol’a şöyle dile getirecektir: “(…) Heidelberg bildiğim bir şehir değildi. Adını sadece üniversitesinden ötürü duymuşluğum vardı. Babam 1917’de Almanya’daki Berlin Üniversitesi’nin çağrılısı olarak oraya gittiğinde orada gördüğü bir film onu etkilemiş, bu filmde Heidelberg’teki gençlik, üniversite gençliği gösteriliyormuş, bu görüntüler babamı etkilemiş olacak ki yurda döndükten sonra yanında asistan gibi çalışan en çalışkan öğrencisi Hayri Bey’e bir olanak olsada oğlumu öyle bir üniversitede okutsam gibi bir dileğini söylemiş.” (4)

Tabii Ahmet Selâhaddin Bey’in bu arzusunu yerine getiren kişi Seza Hanım’dı. Lise biter bitmez “baban, Heidelberg Üniversitesi’nde okumanı isterdi” diyerek küçük Haldun’u alıp Almanya’ya götürmüş, eşinden kalan maaş ile Heidelberg’te Neckar Nehri’nin kenarında bahçe içinde bir ev kiralayarak oğlunu yabancı diyarlarda tek başına bırakmamıştı. Annesiyle Taner’in parasal açıdan hiç bir sıkıntı çekmeden öğrenimini sürdürmesindeki en önemli etken o zamanki Türk Lirası’nın Alman markına olan üstünlüğü sayesindeydi. “Vatana hizmet verenler” faslından aldıkları dul ve yetim aylığı ikisine de yetip artıyordu.

Haldun Taner, üniversitede okurken ekonomi, siyaset ve felsefe ile ilgili derslere devam etti. Çünkü hedefinde bir gazetede baş yazar olma düşüncesi vardır. O sıralar Heidelberg Üniversitesi’nde ekonomi ve politik bilimler aynı fakültede bir arada  okutuluyordu. Taner, öğrenciliği döneminde kariyer hesapları yaparken aynı zamanda kıta Avrupa’sının siyasi bakımdan en karışık yıllarına tanıklık etti. Adolf Hitler birden bire ortaya çıkarak hızla iktidara yürümüş, topluma faşizan bir yönetim anlayışını dayatmıştı. Birçok bilim insanı ve sanatçı ya yahudi oldukları için ya da kendisine muhalif olduklarından ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Fransa’da Halk Cephesi hareketi ise henüz kuruluş aşamasındaydı.

Haldun Taner, öğreniminin üçüncü yılında ağır bir tüberküloza yakalanınca, önce Karaormanlar’da bir sanatoryuma yatırıldı. Ancak tedavisi uzun bir zaman alacağından annesiyle birlikte yurda dönmek zorunda kaldı. Eğitimini yarıda bırakan Taner, İstanbul’a gelince hemen Erenköy Sanatoryum’una kaldırıldı. Bir süre burada yattıktan sonra taburcu edilip eve çıktı. Daha sonra dört yıl sürecek olan nekahet dönemini eşi Demet Taner  Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Canlar Ölesi Değil” adlı kitabında bize şu şekilde anlatıyordu:

Haldun Taner, 1959, (Ozan Sağdıç)

(…) Erenköy’de şimdi ne durumda olduğunu bilmediğim ama birkaç yıl öncesine kadar hâlâ duran, çam ağaçlarının gölgesinde, tren yolu kenarındaki bir köşke kiracı olarak taşınıyorlar. Zaten Beylerbeyi’ndeki büyükbabanın evi çok önceleri yandıktan sonra, kiracılık serüveni hiç bitmiyor. Ama her evin  ve İstanbul’daki her semtin yaşama kattığı zenginlik var. Hastalığın en zor günleri, annenin yoğun ilgisi ve özverisi sayesinde burada atlatılıyor.

Büyükbaba ölmüş, dayılar evlenmiş dağılmış ama teyze, hala, Boşnak dadı hep birlikte oturuyorlar. Amca ve dayı çocuklarıyla, baba tarafından yakın akrabası Dr. Müfide Küley onu hiç yalnız bırakmıyorlar. Dört yıl dört duvar arasında geçen hastalık günlerinin tek kazancı, okuduğu yüzlerce kitap ve yeni yeni başlayan yazarlık denemeleri. Kararını veriyor, artık tek istediği yazar olmak.” (5)

Bu hastalık Haldun Taner’in yaşamında bir dönüm noktası olur. Yazı yazmayı ilk kez uzun bir tedavi sürecinde yatağa çakılı kaldığı zaman akıl eder. Sonraları yazarlığı meslek olarak seçişini: “Bir hüsranın avuntusu. Bütün hüsranların avuntusu…” diyerek yanıtlayacaktır.


1- Oktay Akbal, “Unutulmaz bir öncü.“, Milliyet Gazetesi, 23 Eylül 1997, s. 20

2- Hilmi Yavuz, “Canlar Ölesi Değil!“, Milliyet Sanat Dergisi Yeni Dizi 144 / 15 Mayıs 1986, s.30

3- Haldun Taner, “Çok Güzelsin Gitme Dur“, Ankara Bilgi Yayınevi, 1. basım, 1983, s.98

4- Mete Akyol’un sunuculuğunu yaptığı “İşte Hayatınız” programının 1. bölümünde Haldun Taner konuk edilmektedir. TRT. 1980

5- Demet Taner, “Canlar Ölesi Değil“, Yapı Kredi Yayınları, 1. baskı, İstanbul, Şubat 2018, s.121

Demet Taner, Canlar Ölesi Değil

 

İLGİLİ HABERLER

Sanatatak Özel/ Haldun Taner’in Gizli Kahramanı Ahmet Selâhaddin Bey

Haldun Taner Müze Evi açılıyor

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 05:29:09