A password will be e-mailed to you.

İhsan Oturmak, Öktem Aykut’taki ‘Çift Başlı’ sergisiyle beş yıl aradan sonra izleyicilerle buluşuyor. Sanatçının Diyarbakır’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki deneyimlerinden kesitler barındıran, resimle başlayıp diğer mediumlara uzanan hikayesinden parantezler sunan bir sergi: ‘Çift Başlı’.

Bir yanda Diyarbakır’ın değişen çehresi, ekolojisi, yaşam alanları… Yerinden edilmeler, tarımdan kopuşlar… Bu kopuşla beraber kadrajın ve bakış yönünün değişimi… Öte yandan hepimizi saran tıkanıklıklar ve hareketsizleşmeler… İhsan Oturmak bir süredir çalışmalarında araçları, arabaları bir metafor olarak kullanmayı seviyor. ‘Çift Başlı’ sergisinde de gerek seri olarak gerekse de tekil olarak yine araçlara yer verdiğini görüyoruz. Oturmak’ın araçlarla kurduğu bu ilişki, otoriteye dair eleştirilerini de barındırıyor, ancak kolaycılığa kaçmadan… Sanatçı, iktidar kavramını konuşmak için bir yöntem olarak ‘aşağıdan yukarıya’ bakmayı, resmin dışına çıkmayı ve kendimize yönelmeyi savunuyor. İktidarı, iktidarın çeşitli politikalarının sonuçlarını kendimizde ve kendi içimizde görebilmeye davet ediyor. 

İşlerini, kavramlarını ve yöntemleri konuşmak üzere İhsan Oturmak’la bir araya geldik. ‘Otonom Taksi’ isimli yerleştirmesinin içinden, o taksi pencerelerinin buğulu camından bakarak işlerini konuşalım istedik. ‘Çift Başlı’ sergisini görmek isteyenler için son tarih: 30 Mart.  

Ambulans, 2023.

Can Memiş: Sergiye de adını veren bir seri ile başlayalım: “Çift Başlı”. Arabalarla veya araçlarla çalışmayı, onlarla çeşitli bağlamlar yakalamayı seviyorsun. İşlerinde kamu hizmetine tahsis edilen araçlar da var; tır veya iş makineleri de var. Önceki serginde de araçlarla çalışmıştın, onlar da bir tür otorite eleştirisi sunuyordu. ‘Çift Başlı’ serisi boyunca da eleştiriyi sürdürüyorsun. 

İhsan Oturmak: Açıkçası araçlarla çalışmam şimdinin konusu değil, uzun bir süredir ilgileniyorum. Hatta bir dönem Paris’te Cité Internationale des Arts’a gitmiştim. Orada Paris’i inceleme fırsatı buldum. Sokak yapılarını da incelemek istemiştim. Büyük meydanların yanında şehrin dar ara sokakları olduğunu fark ettim. Bu kadar dar sokakların olduğu bir yerde nasıl bu kadar geniş meydanlar planlanmış diye düşünüyordum. Daha sonra öğrendim ki, Napolyon döneminde işçi sınıfıyla yaşanan çatışmalardan ötürü sokaklar açılmış. Sokaklarla araçlar arasında ciddi bir ilişki olduğunu gördüm. Bu biraz savaşla da ilişkili açıkçası. Oraya hükmetmek için… Paris’i görüyorsunuz, bugün bir burjuva kenti… Ben oradan 2016’da döndüğümde Diyarbakır’da şehir çatışmaları vardı. Orada da yine araçlar bazı sokaklara giremiyorlardı. Sokağa girmek için yıka yıka gidiyorlardı. 7 bin yıllık tarihi eserler yerle bir ediliyordu. Bir anda sokak fikri aklıma gelmeye başladı. Sokak ve araçlar…

‘Çatışmaların Gerekçesi: Sokağın ve Kamusalın Varlığı’

C.M.: 2018’de Mardin Bienali’nde de bu fikirle bir iş yaptın. 

Sokağın Zoru, Mardin Bienali, 2018.

İ.O.: Evet, sonra zaten onu Mardin Bienali’ne götürdüm. Bir haberde izlemiştim. Kilis’te bir hırsız polisten kaçıyor. Polis araçla peşinden gidiyor. Hırsız tarihi bölgeye doğru kaçıyor, araba da onu takip ediyor. Ancak polis arabası tarihi bölgede sokağa sıkışıyor ve gidemiyor. Sokak aslında o hırsızı bir şekilde içine alıyor ve polisin kendi kullandığı araç da barikata dönüşüyor. Bunlar ilginç bağlantılar kurdu kafamda. Özellikle Sur’dan sonra, ‘kamusal alanlar ister istemez bir savaşa sebep oluyor’ gibi gelmeye başladı. Yani savaşın gerekçeleri arasında kamusalın, sokağın varlığı da yer alıyor. 

C.M.:‘Kime ait olacak bu sokaklar’ gibi bir soru etrafında…

İ.O.: Evet, öyle bir soruya denk düşüyor. O dönem Çatalhöyük’ü de araştırdım. Çatalhöyük’te araç yok, evler iç içe ve 1500 yıl boyunca hiç savaş yaşanmamış. Bu bana çok ilginç geldi. Hiç savaşın olmamasının acaba sokakla ilişkisi ne diye düşündüm. O dönem sokaklar için araçlar tasarladım. Sokağa girebilsinler diye dar arabalar tasarladım. Güvenlik güçlerine ait araçlar, TOMA’lar… Bunlar sokağa giriyorlar ama hiçbir zarar vermeden giriyorlar. Burada tabi ki bir ironi var. Oradan başladım çalışmaya. İktidara ve iktidarın problem çözme yöntemine karşı bir eleştiri sundum. Bir çatışma halindesin ama orada tarihi eserler var. Buna gönderme yapmak için araçlardan başladım. Bizde iktidar güçlü ve sert bir şey olduğu için onunla ilgili konuşmak, onu eleştirmek probleme yol açıyor. Onun yerine metaforlar geliştirmeye başladım. Araçlar da bunun için iyi bir seçenekti. Hem bir otosansür uyguluyorsun ve böyle bir alan açıyorsun. Hem bahsediyorsun ondan ama aslında bahsetmiyorsun. Kapı açıyorsun ve yeni bir dünya yaratıyorsun. Çünkü gerçek dünyada sana izin yok. O dünyanın içinde belli geniş alanlar yaratıyorsun ve onun içinde gidip gelebiliyorsun. Araçları artık metafor olarak görüyorum. Sıradan araçlara baktığımda bile onları bir şeyin karşılığı gibi görüyorum. Doğan marka arabaya baktığımda, aslında onun bir suçu yok ama sistem ona bir kimlik kazandırıyor.  

‘İki Taraftan Çekiştirerek Sorunlar Çözülmez’

C.M.: Sergi metninde ‘telaş arz eden anlarda ne yapacağını bilemeyen, kararsız ve biçare varoluşu görselleştirmek’ten söz ediyorsun. Bu biçarelik durumu, bir tür yönetememe kabiliyetsizliği olarak düşünülebilir mi? Yoksa neoliberal düzen, tam da bu çift başlılık üzerine mi kendi yönetimini inşa ediyor? Günün sonunda güvenlikçi mekanizmalara dair rıza inşası açısından bu tür ‘çift başlı’ haller gerekçe sunulabiliyor.   

İ.O.: Sen aslında, ‘çift başlılığın kendisi bize kötü bir şeymiş gibi gösteriliyor ama çift başlılık veya çok başlılık demokrasilerde olması gerekiyor’ diyorsun. Ben de seninle aynı şeyi savunuyorum bu arada. Kesinlikle çok başlılığın olması lazım. Benim kullandığım çift başlılık, ‘tek bir merci olsun’dan ziyade sorunlara yönelik iki taraflı çekiştirmelere bir vurgu yapıyor aslında. Bu topraklarda Hititlerden beri çift başlı kartal vardır. Hem Doğu’ya hem Batı’ya hükmetmeye çalışmanın sembolüdür. Nedense bu topraklara yerleşen uygarlıklar iki tarafa da hükmetmeye çalışır, sadece olduğu yere değil. Ancak ne Doğu’ya yetebilir ne Batı’ya… Tam böyle arada ve köprünün üstünde kalmış bir ülke izlenimi veriyor. Çok yöne doğru gidip oraları elde etme düşüncesi de buralardan geliyor. Yerel bir problemi ele alacak olduğumuzda, bir probleme yaklaşım biçimi bellidir. Onun cevapları da aşağı yukarı nettir. Mesela depremi ele alalım. Depremde ne yapılması gerektiği bilgisi mevcuttur ve yıllar içinde denenmiştir. Nasıl bir yol izlememiz gerektiği de bellidir. Siz bunu iki taraflı çekiştirmeye başlarsanız o zaman bu problem çözülmez bir şeye dönüşür. Problem hep var olur ve hiçbir yere de gidemezsiniz. Buradaki çift başlılık iyi bir şey değil. 

C.M.: Böyle konuşunca, aklıma 6 Şubat depremi sürecinde kurtarma birimlerinin 24 saat havalimanlarında bekletilmesi geldi. 

İ.O.: Bahsettiğim şey biraz da bu… Çift başlı bir yılan türü var. Birkaç bin yılan içerisinde biri öyle oluyor. Çift başlı doğuyorlar ama ortak mideleri var. Başlar çift ama gövde tek. Bu yılanlar çok uzun yaşayamıyorlar. Bunun sebebi, bir av gördüklerinde ortak mideleri olduğunu unutmaları. Aslında ikisi de aynı yere çalışıyorlar, ama o avı gördüklerinde birbiriyle çatışıyorlar. Orada birbirleriyle kavga etmekten çözüm bulamıyorlar. Bahsettiğim çift başlılık biraz böyle bir şey. O yılanlarda da sağ baş genelde daha aktif oluyor, yiyen hep o oluyor. Sol taraftaki kafasına göre hareket ederse çatışmaya yol açıyor, ama genelde sağ taraftaki nereye giderse sol taraftaki de onu takip ediyor. Dünyadaki siyasi sistemle ilgili de bir ipucu veriyor bu. Fransız sanatçı Guy Billout’nun bir çizimi var. Çiziminde, tren rayları üzerinde çift başlı bir yılan var, yılanın diğer başı kuyruk kısmında. Ve çizimde tam o esnada karşıdan bir tren geliyor. Yılanın başlarından biri sağa, diğeri sola doğru hareket ediyor. Hareket ettikçe yılan sabit kalıyor. İki hareket var ortada, ama bir anlaşma olmadığı zaman sabit kalıp hiçbir şey yapamıyorsun. Bu çizim de benim başlangıç noktam. Ülkelerin ve Türkiye’nin durumu da böyle… 

C.M.: Buradan, sergide yer alan ‘Patinaj’ isimli videona gelmek istiyorum. Video ile ilişkin henüz yeni. Bu videoyu, Silvan Barajı’nın yapımının sürdüğü bir bölgede çekiyorsun. Silvan Barajı, Diyarbakır’ın ekolojisine vahşice saldıran ve bölgeyi kimliksizleştirerek hafızasızlaştıran bir proje. Ve nihayetinde projenin temeli güvenlikçi politikalara dayanıyor. ‘Güvenlik barajları’, hem yerinden etme ve göçü süreklileştirmeye yol açıyor, hem de David Harvey’in de altını çizdiği üzere bölgenin tarımsal dayanağını sular altında bırakıyor. Senin işinde, bu araziye saplanan ve çıkmaya çabaladıkça daha da çamura saplanan bir resmî araç görmekteyiz. Sadece saplanmakla da kalmıyor, aynı zamanda aracın dış yüzeyi bizzat aracın çamurdan çıkmak için yaptığı hareketler sonucunda tamamen çamurla kaplanıyor. Otoriteyi temsil eden bir aracın çamura saplanması ve çamurla kaplanıyor olması sarsıcı bir anlatı. Aslında bu, senin ‘Normal Aksama’ veya ‘Alternatif Kaynaklar’ isimli serilerinle de bütünleşen bir dil. Bu anlatıyı nasıl tasarladın?

Patinaj, 2022.

‘Hep Sistemi Suçlamayı Çok İyi Öğrenmişiz’

İ.O.: Eski işlerimle bağlantılı gidiyorum. Video yeni kullandığım bir şey. Aslında başlangıç noktam resimler. Olaylara da resimler üzerinden bakıyorum. Son dönemlerde resmin yetersiz geldiğini hissetmeye başladım. Bir ara resimler üzerine asamblajlar ekleyerek resmin dışına çıkmaya çalıştım. Üç boyuta doğru gitmeye ve heykeller yapmaya başladım. En sonunda onları da yetersiz bulup videoya geçmeye başladım. Bu sadece yetersizlik hissiyle alakalı. Mesela bir arabanın çamura saplanması… Denedim, yağlı boyasını yaptım. Sırf o kirlenmişliği verebilmek için bayrak yapıştırdım arabaya. ‘Bak burası kirlendi’ demek istedim. Ama ikinci bir kare yok. Dolayısıyla bu, durumu anlatmamı engelliyor. Ben de böyle bir video yapmaya karar verdim. Burası Diyarbakır Silvan’da bir bölge. Benim çocukluğum da burada geçti. Bu çamurun saplandığı yer, benim tarlaya giderken sürekli kullandığım yol. Orası sulak bir arazi de değil. Sadece yağmurdan beslenen, mercimek, buğday, nohutun ekildiği bir yer. Başka da hiçbir şey üretilmez orada. O da tamamen yağmurun insafına kalmıştır. Bin yıllardır da bu böyledir, yeni değil. Tabi buranın hemen yanında da bir dağ var.  O dağ da siyasi atmosferin etkili olduğu bir yer ve anladığım kadarıyla (barajın yapılması ile birlikte) oradaki ilişkinin kesilmesi de hedefleniyor. Bu bölge, hep çamurluydu. Çamurlu olmasının sebebi toprak yapısının çok ince olmasıydı. Biraz fazla yağmur yağınca hemen çamurlaşırdı. Çocukken oradan geçtiğimde hep ayağım takılırdı. Tam da yolun üstü. Barajın yapımını ve oranın artık sulanacağını duyunca oranın tuz miktarını, nem miktarını düşünmeye başladım. Artık kar bile yağmamaya başladı, iklim değişti. Sistem orayı da işgal etmek, oraya da el atmak istiyor. Sadece iktidar diye de söylemek istemiyorum. Bu, aynı zamanda sermayenin planı. Baraj yapılıyor diye bizim orada sevinen, mutlu olanlar var. O arabayı incelersek, altını deşersek o arabanın altından biz bile çıkarız! Hani çok da bizden bağımsız değil.

İsimsiz, 2023.

Kendimizi eleştirmek yerine, ‘sistem bunu yaptı’ demeyi çok iyi öğrenmişiz. Kendimizi her zaman bu olayların dışında görüyoruz. Bu arada ilişki kurduğum yer de kendi ailem aslında. Benim ailem baraj yapıldığı için seviniyor, çünkü topraklar sulanacak, pamuk ekilecek, daha çok para gelecek. Ama bu kısa vadeli bir şey. Belki fiyatlar artacak ama toprak yıllar içinde kirlenmeye başlayacak. Teknoloji ile doğal yaşamı bütünleştirme konusunda problem yaşıyoruz. ‘Patinaj’da sistemi bir yana bırakalım, toprağın doğal yapısının araba mekaniğiyle ne kadar uyuşmadığına dair bir görüntü çizdim. Bunları birleştirdiğinde doğal olarak kirliliğe sebep olur. Orada baraj yapmana gerek yok. Bir yandan da Dünyayı ne kadar kirlettiğimize dair bir farkındalığın ürünü bu iş. Bunu sadece devletle ilintilendirmek yetersiz ve sınırlı bir bakış olur, baraj aynı zamanda sermayenin sembolüdür. Bu köy, geçmişten beri siyasi atmosferin etkili olduğu, problemlerin sürekli çıktığı bir köy. İnsanlar oradan taşınıp Diyarbakır etrafına yerleşmeye başladılar. Yerleştikleri yerler ise genelde apartmanlar, siteler, güvenlikli bölgeler… Oralarda yaşayınca insanlar kendilerini güvende de hissediyorlar. Çünkü politik bir korkudan da kaçmışlar. Artık üst kattan, üstten bakıyorlar. Hep aşağıdan bakmanın, korkuyla yaşamanın tam zıddı olan bir yerdeler. Onlara iyi geliyor. Ancak bu yeni yapılan yerler tarım alanlarının tam ortasına yapılıyor ve içerisinde yaşayan tüm insanlar çiftçi. Ama tarımla bağları kesilmiş çiftçiler. Bir çiftçiye yapılabilecek en kötü şey, onu tarım arazisi içinde bir apartmana hapsetmek olur. Benim ailem de bu sistemin bir parçası olduğu için, olaylara kendimden yaklaşıyorum. Balkona çıkıyorsun, oradan bakıyorsun. Her taraf daha önce tarım yaptığın yerler, ama sen o işi yapmıyorsun. Bunlar bana hiç etik gelmiyor açıkçası. Sürdürülemez bir sistem gibi geliyor. Toprağa yabancılaşıyorsun.  

‘Hep Var Olan Ama Hiç Olmayan’

Senkron Kayması, 2023.

C.M.: Sergideki işlerin arasında yer alan ‘Senkron Kayması’ bizi bir ana haber bülteni etrafına çağırıyor. Çok belli ki 90’ların Show TV ekranı karşısındayız. 

İ.O.: Evet, evet tam o. Resimdeki spikerin adını unuttum. Herkesin bildiği ama hiç kimsenin bilmediği bir isim. Sonra galiba Ali Kırca ve Reha Muhtar geldi. Onları herkes biliyor. Ama bu spikerin ismini bilmiyoruz, öyle bir karakter. Hem var olan hem olmayan birini kullanmak istedim. 

C.M.: Başka işlerinden de tanıdık olduğumuz ekranın, televizyonun ayartısı var burada. Bu işinde çocuklar o televizyon ekranının karşısındalar. Daha önce sergilediğin bir işinde ters ekranın karşısında oturanlar vardı. Bir başka işinde de televizyon ekranı vardı diye hatırlıyorum.

İ.O.: Sanırım üç işimde televizyon var. Ekran ve medya bir dönem ilgi alanıma girmeye başladı. Anlatım şekli yine kolay olan şeyler. Doğrudan sistemin kendisini söylemek yerine, televizyon da bir obje neticede. Araba gibi… Sisteme dair kendiliğinden çok şey söylüyor. Ters televizyonu da bir tanıdığın evinde görmüştüm, saklıyordu. Türkiye’nin ilk renkli televizyonuydu. Arkasını bir çevirdim, TRT amblemi vardı üstünde. Televizyonun önünde bir şey yok, bozulmuş. Onu ters çevirince bir anlam kazandı benim gözümde. Hem o medyadan alınması gerekenlerin taraflılığına gönderme yaptım, hem de televizyonun arkasında televizyondan daha değerli bir sembol vardı. Televizyonu fişe taktığın zaman bugünü gösterecek, orayı göstermeyecek. Ama arkasında eskiyi çağrıştıran bir etiket var. O, geçmişe dair çok şey söylüyor. 

C.M.: Televizyonun hem kendi gerçekliğini ürettiğini hem de kendi sahnesini tasarladığını gören bir açıdan bu işe yaklaşalım istiyorum. Çünkü işin merkezinde bir sahne anı var. 

İ.O.: Çocukken köyde birinin televizyonu olurdu, herkes oraya gider ve bir şey izlemeye çalışırdı. Gözümde canlanan görüntü oraya dair bir görüntüydü. Tabi bunlar o çocukların kendileri değiller. Televizyon reklamlarında, televizyonun tanıtım ilanlarında yer alan çocukların fotoğraflarından ürettim bu işi. Onları bir araya getirince bizim oradaki görüntü ortaya çıkıyor. 

‘Ekranlarda Gerçek Habere Ulaşamamanın Uğultusu’ 

C.M.: ‘Senkron Kayması’nın etrafında düşünmeye devam edelim. Televizyon, Ulus Baker’in de dediği gibi hem kanaatleri manipüle eden ama yansıtan, hem de onları birer kanaat olarak üreten bir aygıt… 90’ların çocuğu olarak, sence nasıl imajlar ve kanaatler üretti o makine? 

İ.O.: Dikkat edersen resimde iki tane televizyon kullandım, senkron kayması da oradan başlıyor. Sen de fark etmişsindir. İki ekrandan biri biraz önce konuşurken, diğeri biraz sonra konuşuyor. Aralarında zaman farkı var. Ama o senkron kaymasındaki zaman miktarını biz hesap edemiyoruz. Bir saat de olabilir, bir yıl da olabilir. Ama tekrar eden şey aynı şey. Biraz zamana gönderme yapmak istedim bu resimde. Bu resmi biraz daha sesli bir görüntü gibi düşündüm. Yan tarafta, ‘Patinaj’ videosundan gelen araba sesiyle de bir gönderme yaptım. Orada bir senkron kayması var ve bu, bir şekilde uğultuya dönüşüyor. O döneme dair de çok şey söylüyor. Gerçek habere ulaşma imkânı çok azdı ve bir uğultu gibiydi. İnsanların bunları kavrayabilme seviyesi de düşüktü. Öte yandan, bu resmin tek başına çerçevesini de bir televizyon gibi kullanmak istedim. O aslında izleyen için üçüncü bir televizyon… İki televizyona bakan bir üçüncü televizyon gibi tasarladım. Aslında o döneme dair bugünden bakınca o haberlerin arasındaki farkı ve benzerlikleri keşfetmeye başladım. 

C.M.: Bu arada senkron kayması deyince ben bir de mekânsal bir kayma var gibi düşündüm. O dönem herhalde merkezleri İstanbul veya Ankara’da bulunan televizyon kanallarının stüdyolarında bu ana haberler sunulmuştur. Ama siz Diyarbakır’dasınız. Dolayısıyla Diyarbakır’ın hakikatiyle, ekrandan inşa edilen hakikat birbirine ulaşmıyor, o anlamda da bir kayma var.  

İ.O.: Buradan okuma yapmak da çok olası. Orada farklı, İstanbul’da farklı, Ankara’da farklı… Mekanlar arasındaki kaymalar güzel bir bağlantı oldu. Ben hiç öyle bakmamıştım. Şu anda bu iş daha yerine oturdu. Çünkü o kayma sesten daha önemli olabilir. Ben, bir zaman yaratmaya çalıştım resimde. Ama bu tarz bir fark, nedense daha olması gereken bir kayma gibi geldi. Orada gösterilenle, burada gösterilen arasında algı biçimi olarak çok fark vardı. Benim eşim İstanbul’da büyümüş, onun annesi ile benim yaşadıklarım benzer şeyler. Benle onun arasında bir senkron kayması var. Onun gördüğü çamaşır makinesini ben görmüşüm mesela. Aradan kaç yıl geçmiş ama ben bir geriden onu takip etmişim.  

‘Otonom Taksi, Tıkanmışlığın ve Hareketsizliğin Sembolü’

Otonom Taksi, 2024.

C.M.: Otonom Taksi’den de söz edelim istiyorum. Bugün de senle bu sohbeti sergideki bu taksi yerleştirmenin içinde gerçekleştiriyoruz. Şoför koltuğu yok, bir sürücü mekanizması da yok. Otonom araçlar kendi kendine gidebilen araçlar aslında, ama senin işinde öyle bir hareket de yok. ‘Otonom’ kavramını ‘kendi kararını verebilen, kendi alanını açabilen’ olarak ele alıyorum ben. Taksi yerleştirmende nasıl bir otonom sistem kuruyorsun? Bana daha çok bir diyalog ortamı açmışsın gibi geldi. Taksi muhabbetleri meşhurdur ama sürücüyle müşteri arasında çeşitli hiyerarşiler de barındırır. Sen onları yıkmışsın ve herkesin karşı karşıya oturabildiği, konuşabildiği bir alan açmışsın.  

İ.O.: Hiyerarşi anlamında evet, aramızda bir hiyerarşi kalmadı şu an. Ben bir şoför olup seni arkaya da oturtabilirdim. Daha farklı bir alan da açabilirdim. Ama şu an öyle bir şey yok. Yüz yüze baktığımız, aynı şeyleri konuştuğumuz bir alana dönüştü burası. Ben de bunu şu an seninle fark etmeye başladım. Taksi problemi şu an İstanbul’da çok belirgin… Ama bu kadar güncel bir konuyla ilgilenmek istemedim, bu çünkü yarın çözülebilecek bir konuya da benziyor. Yarın seçim olur, çözülür. Burada yapmak istediğim şey, içine kapanma, hareketsizlik, aksama ile ilgili bir sürü düşüncenin ürünü gibiydi. Ortaya güncel bir yorum çıktı. Otonom kelimesi günümüzde çok kullanılır hale geldi. Kendi kendine giden araçlar yapılıyor. Bu araç için öyle bir şey yok. Türkiye için bir otonom araç deyince aklıma böyle bir araç geldi. İstanbul trafiğini düşününce otonom aracın orada gidip gitmeyeceğine dair endişelerim var. Sanki o araç kaza yapar gibi bir izlenime kapılıyorum. İstanbul’daki o girdapla bir otonom araç nasıl baş edebilir? En akıllısı bile bunun yaptığını yapabilir: Yani hiçbir şey yapamaz. Kendini bir şekilde gerçekleştiremeyen bir sürücü sistemi olurmuş gibi geliyor. Dünya bir çıkmazın içinde. Hareketsizlik, gidememe hali… Bunu hem siyasi, hem demokratik, hem sosyal anlamda söyleyebiliriz. Ama nedense bu tıkanma kendisini en çok burada, Türkiye’de gösteriyor. Ben bu aracı da onun bir sembolü gibi göstermek istedim. Tıkanmışlığın, hareketsizliğin bir sembolü. Otonom da böyle eklemlendi üzerine. 

‘Gözetleyen ve Gözetlenen Arasında Anlaşmalı İlişki Var’

Dörtyol, 2023.

C.M.: Çalışmalarında, sergilerinde, sergi metinlerinde çeşitli yönleriyle iktidar kompozisyonları görüyoruz. Denetleyen, gözetleyen, kayıt altına alan… Drone görüntülerini kullanmışsın mesela. Kural koyan, gündeliği düzenleyen bir iktidar… Şehirciliği ele alan işler buna çok denk düşüyor. Kriz çözememekten, verimsizleşmeden, tıkanıklıktan söz ediyorsun. Toparlarsak, ‘Çift Başlı’ sergindeki işlerle de birlikte düşündüğümüzde sen iktidarı nasıl tanımlıyorsun? 

İ.O.: Aslında sen çok güzel özetledin, kafamdaki iktidar tanımını. Biz kendimizi o iktidardan bağımsız ele alıyoruz ama biz de onun bir parçasıyız. Sergide de biraz önce bahsettiğin gibi gözetleyen-gözetlenen, bakılan-bakan, işlevli olan-işlevsiz olan arasında anlaşmalı bir ilişki var. Ve bunlar birbiriyle hareket içindeler ve birbirini destekliyorlar. En tepeden en aşağıya, bana kadar gelen bir şey, iktidar… Bir siyasi parti gibi değerlendirmiyorum ben onu. Bu arada onu değiştirmeye kalktığımızda da önce kendimizden başlamamız lazım gibi geliyor. Mesela ‘Dörtyol’ isimli işimde de dikkat edersen her taraftan aynı yöne giden araçlar var ve bir tıkanmışlık söz konusu. Hemen karşısında da resmî bir bina var ve olaylar onun önünde gerçekleşiyor. Çözüm ondaymış gibi geliyor, çözüm iktidardaymış gibi geliyor bize. İktidarı sembolize eden bir bina o. Ama onun da elinde olan bir şey yok bu arada. O, şu anda bunu çözemeyecek. Çözüm ne? Çözmeye çalışmak bizi resmin dışına itiyor. Yani en arkadaki arabayı bulup oradan çekmemiz gerekiyor. Ve o en arkadaki araba da biziz aslında. Resmin dışına çıkılması gerekiyor. Kafamızdaki iktidar anlayışını kırarak… Belki de bizim ilk olarak arabayı çekip ortadakilere yol vermemiz gerekiyor. Böyle bir bağlantı hali görüyorum. 

C.M.: Son olarak, yakın zamanda başka sergi planın var mı? 2024 senin açından nasıl geçecek? 

İ.O.: 5 yıldır sergi yapmıyordum. Resimler yaparken ilişkili olmasını istiyorum, görsel yaratmakta bir problem yok. Ama ilişkisel sanat kurmak zor bir şey. O yüzden hep erteledim. 5 yıl böyle sürdü. Bu sergiyi yetiştirebildiğim için şu an mutluyum. Yakın zamanda Yapı Kredi’de karma bir sergide yer alacağım. O da buradaki serginin devamı gibi. Gıda etiğiyle alakalı bir iş. Bu sefer sofraya gelen kısmıyla ilgileniyorum. Bu sergi, biraz daha tarlalara bakıyorken, o sergideki işimle sofraya tanık olacağız. Şimdilik bu var. 

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 05:44:06