A password will be e-mailed to you.

Ahmet Tulgar ile son kitabı Bakmadığınız Bir  Yer Kalmıştı ve öyküleri üzerine konuştuk.

 

Yeni kitabınız Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı’da daha önceki Ahmet Tulgar öykülerinden bildiğimiz şeyler var. Bunlardan en belirgini “sıradan anları vuran sarsıntılar”. Biz okurlar her ne kadar hazırlıklı olsak da sarsılmaya ya da “rahatsız olmaya” devam ediyoruz. Gardını almış bir okuru bu kıvama getirmek zor değil mi sizce de?

Açıkçası gard almak ya da kıvama gelmek işin okur tarafında gerçekleşiyor. Benim bütün çabam anlattığım öyküyü ona uygun bir kurgu ile anlatarak parlamasını, ışımasını sağlamak yönünde. Bu da daha çok bir yerde bir sarsıntının oluşması ile mümkün oluyor. Orada bir enerji oluşuyor, bir enerji boşalıyor, bir parlama oluyor. Adeta bir fiziksel oluş gibi. Okur bu ışıma ile karşılaşıyor sanırım. Bu da istediğim bir şey.

 

Bu kitaptaki öyküler bize elbirliğiyle içşavaş anlatıyorlar sanki. “Pierre’in Utancı” adlı öyküde Pierre İbrahim’in anlatmaya çalıştığı gibi, hani anlatıcı diyor ya: “Pierre İbrahim’in içsavaşa ilişkin söyledikleri doğruydu, derinlikliydi. Fakat ne yapabilirdim ki? Zemindeki oryantal Akdeniz motiflerinde kayboluyordum ben.” İçsavaş’ın edebi anlatımına pek alışık olmadığımızdan mıdır nedir, Pierre’in içsavaş çıkarımlarını okurken, zaman biraz daha yavaş, sözcükler daha ağır akıyor… “Komşunu vur” utancı, sizce bu utancı aşmanın yolu olacak mı?

Zamanın tam da Pierre İbrahim konuşmaya başladığında yavaşlıyor izlenimi vermesinin sebebi iki defa ikili bir sebep. Pierre İbrahim konuşurken hem geçmişe bakıyor hem de anlattıklarına. Çok ağır iki yarasından konuşuyor. Bir toplumsal içsavaşın açtığı yaralardan, iki kendi içinde süren savaşın açtığı yaralardan. İçsavaştan bahsederken önüne, ovaladığı parmaklarına bakması da bunu vurgulamak için. Utanç meselesine gelince insanlar utanmaktan utanmaya başladığı zaman barışa ve adalete yöneleceklerdir diye düşünüyorum.

 

Bana kalırsa siyasi kişiliğinizin öykülerinizdeki izdüşümü, karakterlerin çatışmalarında saklı…

Evet, daha önce de bunu söylemiştim: Ben politik bir yazarım. Ama politikanın içindeki bireyi anlatan bir yazar ve politika karşısında her zaman bireyi kayıran bir yazar. Bu da benim siyasi kişiliğime rağmen ve siyasi kişiliğime karşı yansızlığımı, tarafsızlığımı sağlıyor kahramanlarımı anlatırken. Onlara şefkatli davranmamı sağlayan da budur. Kendimi siyaset karşısında bireyin yanında konumlandırmamdır yani.

Ev hayatı biraz sarhoşluk gibidir

Çoğu öykünüzde ev içlerini anlatıyorsunuz. Şu beyaz donuyla sere serpe oturan erkeklerden, onların gerçekliğinden vs. bahseder misiniz biraz?

Ev hayatı biraz sarhoşluk gibidir. Güvenin sarhoş edici etkisi. Maskelerin indiği, insanların daha fazla kendisi olduğu bir mekân. Ama tam da sarhoşluktaki gibi ani gerilim ve çatışmaların patlak da verebildiği. Sarhoşlukta olduğu gibi insanların kendini aşırı güvende hissettiği yerdir ev içi. Halbuki iktidar, baskı, zulüm, şiddet tam da insanın kendini fazla güvende hissettiği bu yerde aniden ortaya çıkabilir ve yıkıcı sonuçları olabilir. Diğer taraftan ev içi bana çaresizlik içindeki insanların mekânı olarak da görünür. Hep bir çare, hep bir yol arayışı içindeki insanların mekânı. Beyaz don meselesine gelince bu, bütün gün işbölümünün zapturapt altında tuttuğu, işlik kıyafetine tıktığı erkeklerin soyunup dökünerek ortaya koyduğu bir küçük isyan olmalı. Yine bir çaresizlik hali.

 

Ve yılbaşı akşamları… Özellikle Trajik Nüans’ta bir hayli, bu kitapta da Kabzımal Ekrem’de yine bir yılbaşı akşamı olanlar olur. Neden yılbaşı genellikle, özel gün takıntısı olan biri misiniz?

Evet, yılbaşı öyküleri yazmayı seviyorum. İnsanın o hem bir şeyleri değiştireceğini sanma hem de bir şeyi değiştiremeyeceğini bilme hali bana çok trajik görünüyor. Bir de yılbaşlarında bir araya gelen insanların hepsi kafalarının içinde geleceğe ilişkin bir monolog sürdürüyor gibi gelir bana. Herkes hem her zamanki kendisidir hem de geleceğin projeksiyonunda gördüğü kendisine, imgesine yaklaşmak için el yordamıyla ilerlemekte, halini tavrını o projekte ettiği kendisine uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Yılbaşı gecelerinde insanların bu sarsak halini severim, hissederim.

 

Yılbaşından söz açılmışken benim favori öykülerimden biri “Kütük Pasta“. Dönüp birkaç kere okumuşumdur. Kadın kahraman masanın altında kayboluyor. O kaybolmanın estetiğine ve öyküdeki basitliğe değinelim mi biraz da?

Öykü dünyası, tam da işte içinde insanın varoluş ihtişamının göründüğü bir basitlik düzenidir. Görkem ve iktidar öykü dünyasında rüküş görünür. Öykü basitliğin içinde ihtişamı, sarsaklığın içinde estetiği, kırılmanın içinde bütünlüğü saptama sanatıdır. Benim öykülerim böyledir.

 

Erkeklerin kadın öyküleri yazması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her erkek yazar bunu denemeli bence. Başarırsa ne âlâ. Müthiş bir haz.

 

Ve bir yazara sormayı en sevdiğim soruyu size de sormak istiyorum: Ahmet Tulgar’ın (favori ya da her neyse) yazarı kim?

Thomas Bernhard, evet. Ama Heinrich Mann ve Thomas Mann‘a, Robert Musil’e, James Joyce‘a, yenilerden Daniel Kehlmann’a ve daha nicelerine haksızlık etmeden.

 

İLGİLİ HABERLER

Ahmet Tulgar’dan sarsıcı bir Trajik Nüans

“Büyük kahramanların hayatlarını anlatmak kolay”

Daha fazla yazı yok
2024-04-20 09:00:27