A password will be e-mailed to you.

Sanatçılarla yapılan söyleşiler karanlık bir ruh halini gösteriyor ve herkes tek bir konuya odaklanmış durumda: Ne zaman terk edeceğiz? Nereye gideceğiz? Bu arada ne yapmak gerekir?

Bilge Friedlaender’ın halen İstanbul ARTER’de sergilenmekte olan Kelimeler, Sayılar, Çizgiler başlıklı sergisinde yer alan çalışmaları, şehrin bugünkü ahvalini mükemmel bir biçimde özetliyor. Kağıt üstünde hiçbir tuhaflık ya da değişim algılamıyorsunuz ama biraz daha yakından incelendiğinizde pürüzsüz ve kırılgan bir çizgiyi ayrımsayabilirsiniz -bu bir tükenmez kalemin dümdüz çizgisine benzemez daha çok kırıklı bir şeye benzer- ve ardından bu kırıklar tüm bir yüzeyi yutan açık bir yaraya dönüşür. Bu kaos değildir, hayatın atomlarına ayrılmasıdır. Parçalar ait oldukları daha büyük yapılardan ayrılırlar öyle ki artık gerçeklikteki rollerini anlayamayacakları bir noktaya gelirler. Geçen sene medyada yer alan Türkiye’deki durumun ciddiyeti ve öneminin ayrıntılarıyla ilgili sayısız makale var. Bu makaleler gelecekle ilgili karanlık öngörülerde bulunuyorlar. İnsan gözümüzün önündeki bu gerçeği yok saymanın imkansız olacağını söyleyebilir ama illa ki bunu yapmak zorunda değiliz.

Burada hâlâ yaşamın değişmeyen akışı sürüyor -herkesin tahmin edebileceği gibi- daha yavaş ama daima heyecan verici ve davetkar. Koşullardan bağımsız olarak, şehrin merkezine ya da kıyıya  doğru yapılacak bir gezinti size hayatın sürdüğünü hissettirir. Tıpkı şehrin kurumlarından birinde küratörlük yapmakta olan birinin bana yolladığı e-postada yazmış oldukları gibi:

Her şey normal görünüyor ve oldukça makul hissettiriyor. Daha büyük fotoğrafta her şey çok hızlı değişse de, İstanbul’da her şey hâlâ çok yavaş değişiyor ve mekanlar ve insanlar neredeyse hiçbir tepkiyle karşılaşmadan yok oluyor. Yalnızca büyük olaylarda ya da yaygın değişimlerde tepki oluşuyor. Birden bire öğle yemeği için gittiğiniz gözde restoranınızı kapandığı için artık ziyaret edemeyeceğinizi kavramanız gibi, dalgalanan lira, aramak istediğiniz ama artık yerlerinde olmayan arkadaşlar ve belki de yerel demografilerde yaşanan açıkça farklı ama bir o kadar da ilgi çekici değişimler, insana her şeyin çöktüğünü hatırlatan tepkisel deneyimlerdir.

Ama uzaklardan derlenmiş parçaların birleştirilmesiyle oluşturulan fotoğraf çok daha kasvetli. Hızlı değişim rüzgarları, ana plansız bırakılmış bir ülkenin içinden dalgalanarak süzülmekte .

Ve Türkiye sanat dünyası için de geçtiğimiz sene çok müthiş bir sene olmadı. Sansür vakalarından, engellenen sergilerden, akademisyenlere yönelik tehditler ve akademisyenlerin işten atılmasından, basın özgürlüğünün daraltılmasından, alkol nedeniyle saldırıya uğrayan galeri açılışlarından, sanatçıların kovuşturmaya uğramalarından ve mevsime damgasını vuran Ankara’daki bir galeri açılışında Rus Büyükelçisi’ne yapılan suikasttan oluşan bir liste var elimizde. İstanbul’da yaşayan pek çok kişiye göre bu olaylar Gezi Parkı’ndan bu yana ortaya çıkan tuhaflıkların bir parçası ama Kürt meslektaşlarımız bu tuhaflıkları çok daha gözü kara bir biçimde tarif ediyorlar. Onlara göre bu durum ülkenin doğusunda yıllardan beri yaşamın günlük gerçeklerini oluşturuyor. Onlara göre bu tür zorlukların yeni olduğunu iddia etmek tarihi yanıltmak anlamına geliyor. Bu tür zorluklar sadece bu ülkede çürümeyle sonuçlanan uzun bir öğrenme eğrisinin doruk noktası. Dolayısıyla bu durum aşık olduğumuz Yeni Türkiye ile yan yana yürümekte. Bu Türkiye yeni olasılıklara gebe olmanın riskleriyle dolu. Şimdi havada fırsat pencerelerinin kapandığının kokusunu almaya başlayabilirsiniz.

2015’te yapılan geçtiğimiz İstanbul Bienali sırasında, Ed Atkins’in “Islıkçı’ adlı eserini görmek için Büyükada vapuruna bindim. Islıkçı evi uyurken bir obruğa düşen Florida’lı bir adamın hayatının son 30 dakikasını nakletmekte, videonun sonunda filmdeki oda çökmeye başlıyor ve video gösterisinin yapıldığı harabe konağı fiziksel olarak sallıyor. Aynı zamanda şunu gördüm, bu ülkede sürmekte olan politik çözülmeyi metaforik olarak anlatıyor. Benim için bu hâlâ politikanın alanı içine giriyor. Ama bugün Türkiye’yi tehdit eden şey genel anlamda politika değil, din sembolü altında yaşanan aldatmacanın tüm gerçekliği yutması. Bu yaygın olarak biliniyor. Sanatçılarla yapılan söyleşiler karamsar bir ruh halini yansıtıyor ve her sınıftan insan aynı konuya odaklanmış durumda: Ne zaman ayrılmalı? Nereye gitmeli? Nasıl vize alınacak? O zamana kadar ne yapmalı? Birçok toplantıda akşam yemeği sofrasında yaşanan geçici neşe genellikle bir trajediyle bölünüyor, tıpkı yılbaşı gecesi silahlı bir adamın bir gece klübüne girerek 39 kişiyi öldürmesi gibi.

Sanatın bu durumda doğrudan gerçeği söylemekten başka yapabileceği pek bir şey yok. Böyle bir tavır şu anda oldukça yıkıcı ve huzur bozucu olacak gibi görünmekte. Bununla birlikte geçmişin oldukça politize olmuş sanatı, günlük hayatın tiyatrosuyla karşılaştırıldığında şimdi daha utangaç ve uysal görünüyor. Sanki bu durum hakkında konuşabilmek için yepyeni bir dile ihtiyaç duyuluyor. Ne tür bir durumun içine atılıyoruz? Hiper-kapitalizmin, kitlesel medyanın, baskının, hezeyanın ve şiddetin birleşiminden oluşan bu durum için henüz politik bir özel dil yok.

board-member-sheldon-la-pierre-addressing-the-audience-at-protocinema-dinner-360x640

Protocinema yemeğinden, Hyperallergic

Kâr amacı gütmeyen gezici bir Amerikan-Türk kuruluşu olan Protocinema’nın beşinci yıldönümünde yenen yemekte bir araya gelen eski dostlar arasında neşeli bir ruh hali vardı ve dudaklardan pek çok cesaretlendirici sözcükler dökülüyordu, ama tokuşturulan kadehler arasında tweetlerden takip edilen gazeteci Ahmet Şık’ın tutuklanışı ile ilgili diyaloglara, sosyal medyada kalıp kalmama korkuları eşlik ediyordu. Birkaç gün sonra ismini açıklamak istemeyen genç bir sanatçı (bu aşamadan sonra hiçkimse alıntılara kaynak olmak istemiyordu) ülkede zaten gergin olan azınlıkların yeniden sindirilmeye çalışıldığı hakkında benimle konuştu.

Oysa gelecekten (ve sanattan) yalnızca bir iktidarsızlık konumunda durarak konuşmamız gerçekten mümkün mü? Belki de aslında bizi başlangıçta sanata, büyük şehirlere, daha büyük dünyalara yönelten şey bu temel iktidarsızlıktır. Buralarda biz kendimiz olabiliriz. Böyle bir pozisyonu tercih etmek  sanki dünyanın yarattığı olguları ebedi ve değiştirilemez olgular gibi kabullenmek dolayısıyla gerçeklik tarafından işgal edilmiş olmak -ki bu sanatın yaptığının tam tersidir- anlamına gelir. İstanbul gibi karmaşık bir bölgenin bütün tarihini oldukça kısa bir dönemin (demokratikleşmenin ve olası sonuçlarının) merceğinden bakarak yazmak mümkün değildir ve dolayısıyla mevcut komalık yapının çöküşünden sonra zamanla farklı bir İstanbul ortaya çıkabilir. Ama bugünden herhangi bir tahmin yapmak çok zordur. Türkiye’de yaşanan durum yalıtılmış bir durum değildir, bu durum insan severliğin ve insanlığın sermayenin ve kurgunun baskısı altında çatırdamasına yol açan tüm dünyadaki ana tarihsel olayların hatalı çizgisinin bir parçasıdır.

Moskova’ya evime döndüğümde, İstanbul’daki son durumu genç bir Rus gazeteci ile tartışıyordum. Gazeteci “Sanıyorum hayatlarımız giderek zorlaşıyor,” diyerek şu anki ruh halini özetlemiş oldu ve küresel bir hayalkırıklığı sırasında, bu sözler beni bu haftanın başında vefat eden Polonyalı felsefeci Zygmunt Bauman’ın çalışması hakkında düşünmeye sevk etti. Yakınlarda yapılan bir söyleşide Bauman şöyle demişti: “Sıvı korku kendi mahkemelerimiz üzerine akan korku demektir, sizin bildiğiniz ve aşina olduğunuz bir korkudur, nereden çarpacağını bilemezsiniz”. Gelecek bizi boğmadan geleceği nasıl görebiliriz ve bugün neyi yapmak durumundayız? Bauman devam ediyor: “Dolayısıyla empati denen şeyi denemek zorundayız fakat ne yazık ki bunun için kestirme bir yol, kolay bir çözüm yok… Diyalog uzun, çok uzun bir süreçtir. Belli bir anlayışa ulaşmak zaman alır -bütün bir nesil ya da hatta bir nesilden de fazlası- dolayısıyla gelmekte olan çok zor zamanlara kendimizi hazırlamalıyız.

news-of-the-terror-attack-on-january-1-720x405

Geçmişten gelen şeyleri tekrar etmeliyiz

Yakın zaman önce yapılmış bir söyleşi daha, bu kez Joana Hadjithomas ile… Çalışması bana 10 yıl önce felsefeyi bırakıp sanat dünyasına katılmak için ilham vermiş olan sanatçı bir hatırlatma ile başladı: “Işığı hatırlamak zorundasın!” dedi, yakın zamanda yapmış olduğu bir çalışmaya gönderme yaparak… Bu sözlerle tıpkı Bauman tarafından tasvir edilen halen içinde olduğumuz akış halini tanımladı. Belki de eyleme geçme kapasitemizin engellendiği bu iktidarsızlık anlarında sanat mevcut imgelerden kaçınarak şiire dönmeli. “Şiir” derken güzel şeylere sığınmayı kastetmiyorum -bu umutsuzun taktiğidir- ama unutulmaması gereken insan arzularının sürekli tekrarı olar şiiri kastediyorum.

Hadjithomas’ın belirttiği gibi, dilimizi canlı tutabilmek ve bataklık tarafından yutulmamak için geçmişten gelen şeyleri tekrar etmeliyiz, onları zaten duymuş olsak bile… Yani içinden geçmekte olduğumuz çok tehlikeli günlere uygulanabilir alternatifler yaratabilmek için gerekli olan güven ve dayanışmaya hiçbir yer yakın değildir ama dayanışmanın bir parçası olarak dil şimdilik ortak olarak paylaştığımız gerçekliğin sınırlarını hâlâ koruyabilmektedir. İnsanlar İstanbul gibi yerlerde bu ortak gerçekliğe korkunç bir ihtiyaç duyarlar.

Kaynak: Ari Akkermans / Hyperallergic

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 23:20:07