A password will be e-mailed to you.

Ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik (1)

Uyku Krallığı, Kerem Eksen’in ikinci romanı. İlk romanı Buradayız, 2013’te yayımlanmıştı. Eksen, ilk romanında, edebî etkilenme endişeleri gölgesinde ilk romanını yazmaya çalışan, aynı zamanda romanın anlatıcısı olan Selim’in hikâyesini anlatıyordu.

Uyku Krallığı’nda ise, anlatıcı-ana karakter, eski şair/tarihçi Fikret’in kronolojik olarak Pangaltı’dan Hisarüstüne’ne, sonra Madison’a, oradan da Akıncılar Sitesi’ne uzanan hayatını, kronik sinüzit nedeniyle mahkûm olduğu (kendisinin hastalık tahtı adını verdiği) hasta yatağından aktarır. Bununla beraber şiirden tarihe, yalnızlıktan aşka, karakterin kişisel tarihi de bu aktarıma eşlik eder. Geçmişinin dönüm noktalarından oluşan kitabın farklı bölümleri, bazen de yerini alternatif gelecek fantezilerine bırakır. Komik biridir Fikret, iç sesini dinlemekten hiç sıkılmayacağınız kadar komik, ama aynı zamanda da acınası. Fikret, okuru, edinilecek kimlik ihtimallerinin sonsuz olduğu, platonik aşkların karşılık bulmasının ümitle beklendiği, şiirin karakteri gerçeğe, gerçeğin de kurtuluşa sevk edeceği umudunun beslendiği gençlik sanrılarından bugüne taşıyor.

Bugünde karşılaştığımız ise, bireysel hafızanın tarihselleştirildiği, tarihin kişiselleştirildiği, nostalji hissinin karakteri melankoliye, melankolinin atalete, ataletin de karakteri bir uyku krallığına taşıdığı bir çaresizlik hali. Romanın başından itibaren hem kişisel boyutta hem de insanlık tarihi düzeyinde sorulan soru da, buraya nasıl geldiğimiz. Yani hepimizin sorusu. Ne oldu da biz kendimizi burada bulduk? Başka türlüsü mümkün müydü? Olanlar, Fikret’in de bize hatırlattığı gibi zaten hep olmuştur ve olacak mıdır? Tarihin bu noktasından bizim için bir çıkış yolu var mı? Ve bu çıkış yolunu, düşüncelerimizi, hislerimizi ve eylemlerimizi aynı yörüngeye oturtmadan bulmamız mümkün mü?

Romanın adı Uyku Krallığı aynı zamanda Fikret’in tamamlanmamış ve hiçbir zaman tamamlanmayacak olan, ilk mısrasının dahi okurla paylaşılmadığı başyapıtının, lirik şiirinin de adı. Genç şiir tutkunu üniversite arkadaşlarıyla, şiirlerini dergileştirdikleri “Eşik” macerasının (çünkü gerçek şiir, eşiğin ötesindeydi) küfürler ve hayal kırıklıkları eşliğinde sonlandığı gece, “gerçek şiir”in dergilerden, kitaplardan azat edilmiş bir tecrübe olduğuna kanaat getirir Fikret. O gece, nefsani zevkin vücut bulmuş halini meyhanede sarhoşken yediği kavunda bulur. Halbuki Eşik’in kuruluşuna karar verilen gece, onlar ve onların şiiri de gerçektir. Ve iştah kavuna değil, sanatsal üretime dairdir. “Biz de varlıktan söz ediyorduk, biz de Heidegger’i anlamak istiyorduk ama biz gerçektik –öyle düşünüyorduk.” (2) Seleflerinden ayrışma ve onların etkilerinden sıyrılıp eşşiz olma çabası, Fikret ve şair arkadaşlarını uzun bir süre meşgul edecektir.

Bir nevi ters kimlik inşası. Biz kimiz? Onlar değiliz. Halbuki eşsizlikte hepimiz eşsiziz ama eşsizlik, eşsiz bir özellik değil! İşte o geçmek bilmeyen eşsizlik sanrısı, zaman içinde yerini gerçekçiliğe bırakırken, Fikret yıllar sonra, Madison’da Tarih doktorası yaparken, eskiden şair olduğunu sadece, biraz da çekindiği bir köpeğe itiraf eder. Eşsizlikten daha gerçekçi bir kendi algısına yol aldığı bu sırada, farklı tarihsel anlatılarla karşılaşır. Bu anlatılar, dünyanın farklı yerlerinden gelen ve tarihin farklı dönemleri üzerine çalışan insanların anlatılarıdır.

Ünlü Osmanlı tarihçisi hocasının evinde tanıştığı İran kökenli İsmail, ailesinin Şah yönetimine tanıklığını, hiçbir zaman gerçekleşmeyen ama yine de sahiplenilen devrimi, şiirle ifade edilen direnci, İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlattığında, Fikret’in gerçeklik arayışı bu anlatının gölgesinde kalarak önemini yitirir. İsmail’in karısı Luisa, kıtaları ölümle birleştiren vebadan, Detroit’in çöküşünden bahsettiğinde, Fikret’in gençliğini biçimlendiren şehrin, İstanbul’un yıkılışını tahayyül etmesi zor olmaz. Yine aynı gece, hocasının evinde tanıştığı doktora öğrencisi Wolfgang, ona Ortaçağ’da kendini tüm dünyanın günahları için kırbaçlayan Flagellantları anladığını, hattâ onları hissettiğini ve kabul ettiğini söylediğinde ise Fikret, kendi eylemsizliğini kabullenir. Düşünceleri kendi koşullarına aynalamak onun için kolaydır. Fakat Fikret’in hayalî kişisel vakanüvisi Fikolog’un da hatırlattığı üzre, Fikret düşüncelerini hissiyata aktarmakta güçlük çekecektir.

“İnsanların ruhlarının ve bedenlerinin yükseliş ve düşüş dönemleri yaşadığını, tıpkı kentler ve medeniyetler gibi onların da böyle yükselip alçalan dalgaların içinde sürüklendiğini düşündüm…Eğer bizim bir tarihimiz varsa, o da bu dalgaların tarihidir bir yerde”(3) der Fikret. O zaman neden bireyin kişisel vakanüvisi de olmasın ki? Fikret, Fikolog’un salık verdiği şekilde hissedebilse, belki de karısı Nilgün’ün Bakırköy Cezaevi’ndeki kadınlarla çalışırken yaptığı gibi, hayata salt trajik yanlarından da olsa temas edebilecek, ölen arkadaşlarının yasını tutabilecek ve Nilgün gibi bunu sanata aktarabilecektir. Fikret roman boyunca anda ve burada olmaktan söz eder. Bireysel olarak kendini tarihin bir noktasında bulmaktan ve aynı zamanda yaşanan anın bir farkındalığı olarak burada olmaktan. Fakat karakterin burada oluşu, onun mevcudiyet gösterebildiği ya da bir etki alanı yaratabildiği anlamına gelmez.

Fikret, tüm romanın olay örgüsünü bizimle paylaştığı yerde, zihninde sıkışıp kalır. Tanık olduklarını ne hissedebilir ne de onlara eylemsel karşılıklar verebilir. “Dünyaya biraz yukarıdan bakmam gerek” diye düşünür Fikret, “İnsanı ferahlatacak olan budur.”(4) Nilgün, hapishanede çalışırken tanık olduğu travmaları içselleştirdiğinde, ona “…hayır hayır, o kadınları unut şimdi, onlara sonra üzüleceğiz, şimdi başka şeylerden söz edelim canım, ruhumuz ferahlasın”(5) der içinden. Peki nasıl ferahlayacaktır Fikret, sadece düşünür ve hissedemezken? Acıya bir türlü düşemez, onu yukarıdan izlerken. Türkiye’nin çeşitli illerinde başlayıp İstanbul’a sıçrayan olaylar sırasında, polis şiddetinden kaçarken düşerek kaldırıma kafasını çarpan ve ölen eski öğrencisi Fırat’ı da düşünecektir Fikret. Aynı üniversitede çalıştığı “sokaklar yok yere karışırsa, önce itler ölür”(6) diyen ve Fırat’ı kasteden profesörü de düşünecektir. En nihayetinde Fikret, hasta yatağından çıkıp (tahtından inip) düşüncelerini, hislerini ve eylemlerini aynı yörüngeye oturtabilecek midir? Tarihin bu noktasından bizim için, insanlık için bir çıkış yolu var mıdır?

Çıkış yolumuz nerede saklı?

Son tahlilde, ateşli hezeyanlar içindeki Fikret, romanın başında sorduğu soruyu yineler: “Biz buraya nereden geldik?” En kapsamlı cevabını da lineer anlatımı bir yana bırakıp, günümüzden başlayıp iki yüz yıl geriye giderek tersinden verir. Önce 90lar, sonra 80ler, 70ler, 19. yüzyıl… Türkiye, Avrupa, dünya, Osmanlı… Olmuşla ölmüşe belki çare yoktur fakat, nedenselliğin ve kolektif hafızadaki zulümlerin ikrarı, roman boyunca Fikret’in acıyı erteleme teşebbüslerinden daha ferahlatıcıdır. Çıkış yolumuz belki de muhteşem olduğumuz devirlerde değil, olmadıklarımızda saklıdır.

 

1. Sözlerini Sezen Aksu ve Yelda Karataş’ın yazdığı Son Sardunyalar şarkısı, Uyku Krallığı’ndaki karakterlerin söylediği birçok şarkıdan biri. (s. 15)
2. s. 59
3. s. 71.
4.s. 65.
5.s. 50.
6.s. 164.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 02:05:52