A password will be e-mailed to you.

Genç veya bağımsız sanatçıları ve onların işlerini görünür kılmak ve desteklemek üzere uzun bir süredir çalışmalar yürüten Mamut Art Project, sanatçıların özel serilerini buluşturduğu Mamut Limited Vol.1 sergisinin kapılarını 16 Eylül’de Yapı Kredi bomontiada’da açtı.

Anıl Can, Bartu Kaan, Can Büyükkalkan, Can Dağarslanı & Sophie Bogdan, Cihan Bacak & İsmet Köroğlu, Çağla Çağlar, Edze Ali, Gabriel Vorbon, Maide A. Petek, Metin Ertürk, MRE, Nisan Talaz, Onur Hastürk, Pelin Kacar, Sinem Ören, Ufuk Yılmaz, Yalçın Yeşiltepe ve Yusuf Günler’in işlerinin yer aldığı serginin öncelikle bir pop-up sergisi olduğunu hatırlayarak sergiye bakmaya başlamak gerekiyor -ki proje ekibi de bu hatırlatmayı sergi üzerine laflarken eklemeyi ihmal etmiyor. Dolayısıyla bir kurasyondan söz edebilmek pek mümkün değil, iddia bu da değil çünkü. Ancak sergi bileşenlerinin oluşturduğu sinerjinin bir kuratöryel programı kendiliğinden oluşturduğu veya başka bir düzlemden yüzeye çıkarabildiği hissedilebiliyor. Bunda sergi mekanı olan Bomonti Bira Fabrikası’nın hafızası ve bunu görünür kılan mekan tasarımı önemli bir etkenken, bir başka etken ise Jo Malone London’ın tasarladığı English Pear & Freesia kokusunun bir duyusal katman olarak mekanda kapladığı hacim. Özellikle bu ikonik kokunun tercih edilmesi, serginin izleyicilerini “evinde” hissettirme ile ilgili bir duyusal yatırım arayışı içerisinde olduğunu düşündürüyor.

Anlamlandırılamamanın cazibesi

Serginin pop-up olması sebebiyle, sanatçıların işlerinin tanımlanmış bir ortak bağlamı yok ve dolayısıyla bir kavramsal çerçeve de aramıyoruz. Ancak bu seçki-işlerde gördüğüm güçlü bir ortaklaşma var: kendilerine ifade edilebilir ve dolayısıyla müzakere edilebilir zeminler arayan imgeler -huzursuz, geçici, güvensiz ya da kırılgan-… Örneğin, serginin girişinde bizi karşılayan, Sinem Ören’in Metamorfozun Yankıları serisiyle onun hemen yakınında Gabriel Vorbon’un sinematografik bir anlatımdan beslenen Whim’i arasındaki kesişim bana çok tamamlayıcı geldi. Anlaşılma istenci ve bunun tatmin edilememesinin sebep olduğu arayış haliyle başka hayatlara, insan-dışına ait alanlara yönelmek, onlarla temaslar kurmak ile insan deneyiminin başkalaşımlarına bakarken merceği kendisine yöneltme, oradan ve ondan duyulan beklenti… Anlaşılmak her ne kadar kulağa iyi gelse de anlamlandıramama-anlamlandırılamamanın cazibesi de bir o kadar yüksek. Onur Hastürk’ün Burç/İnci serisinin merkezinde de dünyayı anlama-anlandırma çabasının çekiciliği yer alıyor ve Hastürk bu çabanın sonucunda gelişen astrolojinin izinden giderek serisinde burç tasvirlerine yer veriyor. Bir tür bilinemez olana, bilinemezliklerin gündeliğin çok içinde oluşuna dair bir hatırlatma…

Kendini duyma, duyduğunu yüzeye çıkarmanın mümkün olagelmesi ile karşımıza bu sefer de insan deneyiminin başkalaşımlarına dair farkındalıklar çıkar: Yalçın Yeşiltepe’nin deforme edilmiş seramik işlerinde de, MRE’nin kendi hikayesini çeşitli sanat akımlarını ufalayarak birleştirdiği heykellerinde de -ki eğer işlerini bu şekilde paranteze alabilme serbestliğimiz var ise- bunu görebilmekteyiz. Öte yandan hemen yanı başımızda Metin Ertürk’ün Darkness serisinde sanatçı kendinde mevcut olamayanlardan, anlaşılamayan duygusal durumlardan yola çıkarak yeni bir anlam üretirken, işlerinin boşlukta-içsel dünya derinliklerinde yer edinmesi tam da Nisan Talaz’ın Akış serisindeki organiklikle buluşuyor.

Belli-belirsiz imgeler arasında diyalog

Sergi mekanının diğer tarafında ise belli-belirsiz imgeler arasında bir diyaloga tanık oluyoruz; Ufuk Yılmaz’ın fotoğraflarındaki mimari yapılar gerçek-olanla olamayanın belirsizleştiği anları su yüzüne çıkarırken, Edze Ali’nin fotoğraflarındaki görünen-sanılan-görünmeyen sınırlarına dair gözün, görme ediminin sürüklendikleri, Can Büyükkalkan’ın detay-imgeleri, Yusuf Günler’in işlerindeki yansımalar, Can Dağarslanı ve Sophie Bogdan’ın imajlarındaki gölgeler, Bartu Kaan’ın çıktığı yolculuğundaki karşılaşmalar izleyici için tam bir oyun alanı kuruyor. Cihan Bacak ve İsmet Köroğlu ise bu oyun alanına performanslarıyla dahil olurlarken bedenler arası bir müzakere imkanını güçlendiriyorlar. Anıl Can ve Pelin Kacar ise yapay zeka ile ürettikleri eserlerinde sanat üretiminin sınırlarını yapay zeka işbirliğiyle genişleterek hayali ve fantastik görüntüler yardımıyla tanıdık ve bilindik olmayanın kafa karıştırıcılığına fırsat tanıyorlar. Peki acaba Çağla Çağlar’ın Ziyaretçi serisinin sahnelerindeki bekleyişle, Maide Petek’in Beklentisiz Bekleyiş serisindeki kadın figürlerin bekleyişini Walter Benjamin’in Bekleme Odası’nda buluşturabilmek mümkün olabilir miydi? Bekleme odasında ziyaretçi defterine kaydolmak için defterin başına geçen Benjamin, orada kendi adını görür. Ama tanıdık olmayan bir biçimde yazılıdır, ismi: “adımın bir çocuğun iri, çolpa harfleriyle yazılmış olduğunu görüyorum”.

İşte kendine ifade edilebilir zeminler arayan, birbirine seslenerek tamamlanmaya çalışan, müzakere eden bu serilerdeki imgeler tam da Benjamin’in kendi adının bekleme odasındaki ziyaret defterine kayıtlı olduğunu fark ettiği andaki o şaşkınlığı saklamadan sergi mekanında buluşuyorlar. Mekanın dışarıyla içeriyi ayırırken, dışarıya içeriden geniş bir perspektifle bakabilmemize olanak tanıyan camekanları sergideki işlerin birbiriyle konuşabilmesi için yeterli ferahlığı da sunuyor. Ancak bütün bu imgelerin içten içe ortaklaşmış arayışlarında ıskalanmaması gereken bir soru var: tekinsizliğin açık seçik veya müphem olduğu bir dünyada böyle bir serginin bizi evimizde hissettirmesi ne denli mümkündür, yoksa acaba böyle bir sergi konukseverlik eşliğinde mi tartışılmalıdır? Serilerdeki işlerin tekil olarak, seri olarak veya birbirleriyle beraber açtığı tartışma bu sergi deneyimini bir tür konuksever davet olarak görmemizi sağlamalı diye düşünüyorum.

İhtiyacımız olan güvenli mekan her zaman evimiz midir?

Tüm arayışlar, belli belirsizlikler, kafa karışıklıkları karşısında kendimizi ifade edebilmemiz için ihtiyacımız olan güvenli ve samimi mekanlar her zaman ev(ler)imiz değildir; bazen hiçbir sorguya veya soruya tabi olmadan orada olabileceğimiz bir konuk-oluşun, konuksever karşılaşmaların açıklığına ihtiyaç duyarız. Jacques Derrida, mutlak konukseverliğin “kim olduğu belli olmayan, isimsiz mutlak ötekine” karşılıksız olarak, adını dahi sormadan, onu belli kategorilere dahil etmeden ona evi açabilmek olduğunu ifade eder. İşte Mamut Limited Vol. 1 sergisinin de tam böyle bir konukseverlikle okunaklı olabilmesi gerektiğine inanıyorum. Karşılaşmaları etiketlere boğmadan, onlara sonsuz bir açıklık sunarak beklenen o müzakere ve ifade etme zeminleri yakalanabilir. Sergiyi 1 Ekim’e kadar görebilmek mümkün. Şimdiden keyifli olmasını dilerim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 01:05:02