A password will be e-mailed to you.

Jürgen Habermas, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra verdiği söyleşisinde bugün yaşadıklarımızı öngörmüş müydü? Ünlü düşünürün köktendincilik ve terör üzerine söyledikleri bugün dünyanın maruz kaldığı sıcak terör olaylarını değerlendirmemize katkıda bulunacak hiç şüphesiz… Özlem Akarsu’nun titiz çevirisiyle…

 

Borradori: “11 Eylül”ü bugüne dek benzeri görülmemiş, kendimize bakışımızı radikal bir biçimde değiştiren bir olay olarak değerlendiriyor oluşumuz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Habermas: Peşinen şunu söylememe izin verin, sizin sorularınızı üç aylık bir mesafeyle yanıtlıyor olacağım. Dolayısıyla benim olayı kişisel olarak nasıl yaşadığımdan bahsetmek faydalı olabilir. Kasım’ın başında Manhattan’da iki ay kalacağım bir dönem başlayacaktı. İtiraf etmeliyim ki otuz yılı aşkın bir zamandır beni büyülemekte olan “yirminci yüzyılın başkenti”ne bu gidişimde kendimi geçmiş ziyaretlerimde hissettiğimden çok daha fazla yabancı hissettim. Şehrin iklimini değiştiren yalnızca dalgalanan bayraklar ve oldukça cüretkar “Birlikte Güçlüyüz” yurtseverliği değildi, özellikle yapılan dayanışma talepleri ve ona eşlik eden her türlü sözde “anti-Amerikancılık”a gösterilen hassasiyet de değildi. Yabancılara karşı gösterilen etkileyici Amerikan liberalliği, arzunun cazibesi, kimi zaman kendi kendine farkına varıp kabullenerek kucak açmak—bu yüce samimi zihniyet yerini küçümseyici bir güvensizliğe terk etmiş görünüyordu. Olay sırasında orada bizzat bulunmayan bizler şimdi koşulsuz olarak onların yanlarında mı yer alacaktık?

Amerikalı arkadaşlarım arasında benim sahip olduğum gibi sorgulanamayacak kadar temiz bir sicile sahip olanlar bile eleştirilere karşı dikkatli olma ihtiyacı duydu. Çünkü Afganistan’a yapılan müdahaleden beri politik tartışmalarda kendimizi birdenbire yalnızca Avrupalıların (ya da İsraillilerin) arasında bulduğumuzu fark ettik. Öte yandan olayın çapının büyüklüğünü ve önemini tam olarak oraya gittiğimde hissettim. Kelimenin tam anlamıyla durup dururken zorla biçerek paramparça eden bu felaketin dehşeti, bu ikiyüzlü, hain saldırının gerisindeki iğrenç inanışlar ve aynı zamanda şehrin üstüne çöken kasvetli depresyon… Orada evde yaşadığımdan bütünüyle farklı bir deneyim yaşadım. Bütün dostlarım ve meslektaşlarım o gün o saatte aşağı yukarı sabah 9:00 sularında ne yapıyor olduğunu tam olarak hatırlıyordu. Kısaca, sizin sorunuzda zaten yer alan sezgisel atmosferi ben ancak oraya gittikten sonra kavramaya başladım. Bunun yanısıra sol içinde, tarihte bir dönüm noktası yaşadığımızın bilinci yaygın bir biçimde yer etti. ABD hükümetinin kendisinin azıcık paranoyaklaştığını mı yoksa sadece sorumluluktan mı kaçtığını bilemiyorum. En azından, sürekli tekrarlanan ve bütünüyle belirsiz yeni olası terör saldırısı duyuruları ve “teyakkuz halinde olun” diye yapılan saçma sapan çağrılar, kararsız bir gönüllüğün yol açtığı müphem mutsuzluk ve endişe hislerini besleyerek çoğaltır—teröristlerin amaçları da tam olarak budur.

New York’ta insanlar kendilerini en kötüsüne hazırlamış görünüyorlar. Doğrusu hiç şüphesiz, ürküten şarbon korkusu (ikiz kulelere yapılan uçak saldırısı bile) Usama bin Ladin’in şeytani entrikalarına yoruluyor. Bu arka plan ile birlikte, kuşkuculuğa dönük belli bir eğilimi anlayabilirsiniz. Ama çağdaşlar olarak şu anda ne düşündüğümüz uzun vadeli bir teşhis açısından çok büyük bir önem taşıyor mu?

11 Eylül terör saldırısının, pek çoklarının düşündüğü gibi dünya tarihinde bir durak olduğu varsayılıyorsa, o zaman dünya çapında tarihsel etki yaratmış başka olaylarla yapılacak karşılaştırmalara dayanabilmesi gerekir. Bu yüzden karşılaştırma Pearl Harbor ile son bulmamalı tam tersine 1914 Ağustos’unun sonrasına uzamalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi barışçıl ve retrospektif olarak düşünüldüğünde, masum bir çağın sonunu, bir savaş çağının başlangıcını, totaliter baskıları, mekanik barbarlığı ve kitlesel bürokratik cinayetleri haber veriyordu. Yaşandıkları zamanda, çoğu kişi kötü bir şeyler olacağını sezdi.

Aşağı Manhattan’daki kapitalist kulelerin sembolik olarak her yeri kaplayan çöküşü, bu tipte eylemlerin başlangıcına mı işaret ediyor yoksa bu felaket sadece çok insanlık dışı ve ani bir yolla, karmaşık medeniyetimizin çoktandır bilinen kırılganlığını mı doğruluyor?… Bunu ancak geriye dönüp baktığımızda anlayabileceğiz. Eğer bir olay Fransız Devrimi kadar apaçık bir biçimde önemli değilse onun çapının büyüklüğü hakkında retrospektif olarak verilecek olan hüküm ancak “etkili tarih” olabilir —Fransız Devrimi’nin üzerinden çok zaman geçmeden Kant bizi “insanlığın yeni bir ahlak anlayışına meylettiği” sonucuna götüren “tarihsel bir işaretten” bahseder. Belki ileride bir anda ortaya çıkacak önemli gelişmeler 11 Eylül’ün izini sürecek. Ama tasarlanan pek çok senaryodan gelecekte hangilerinin fiilen hayata geçeceğini bugünden bilemiyoruz. Terörizme karşı ABD hükümeti tarafından bir araya getirilecek kırılgan olsa da zekice tasarlanmış bir koalisyon, en olumlu durumda, belki de klasik uluslararası hukuktan kozmopolit bir düzene geçiş için bir girişimde bulunmayı başarabilir.

Ne olursa olsun BM’in himayesinde gerçekleştirilecek Bonn’daki Afganistan konferansı gündemini doğru yönde belirledi. Bununla birlikte 11 Eylül sonrasında Avrupa hükümetleri bütünüyle başarısızlığa uğramıştır. Açıkça kendi ulusal çıkarlarının menzilinin ötesini görmeyi ve aşırı sert politikaları destekleyenlere karşı ABD Devlet Sözcüsü Colin Powell’a en azından destek vermeyi başaramamışlardır. Bush hükümeti aşağı yukarı hiç kesintiye uğramadan kendi benmerkezci, katı, kuralsız süper güç olma durumunu sürdürüyor. Uluslararası bir ceza mahkemesinin atanmasına geçmişte olduğu gibi bugün de karşı çıkıyor, bunun yerine kendi askeri mahkemelerine bel bağlıyor. Bu uluslararası hukuk açısından müphem bir buluş. Biyolojik Silahlar Antlaşması’nı imzalamayı reddediyor. Anti Balistik Füzeler Sözleşmesi’ni tek taraflı olarak bozdu ve tuhaf bir biçimde bir füze savunma sistemini hayata geçirme planının 11 Eylül olayları tarafından gerekçelendirilmiş olduğunu gördü. Üzeri güç bela örtülen bu tektaraflılık için dünya çok karmaşıklaşmıştır. Avrupa, yapması gerektiği gibi, kendisine medenileştirme rolünü biçmese de , Çin’in yükselen gücü ve Rusya’nın giderek azalan gücü pax Amerikan modeline kolayca uymuyor.

Kosova savaşı sırasında yaratılmasını umduğumuz uluslararası polis eylemi türünden bir yapılanma yerine, yeniden içinde bilinen bütün teknolojilerin kullanıldığı ama hala eski tarzda sürdürülen savaşlar çıktı. Savaşla paramparça olmuş Afganistan’ın sefaleti bize Otuz Yıl Savaşı’ndan kalma imgeleri çağrıştırıyor. Bir tek kadınları değil tüm halkı acımasızca ve vahşice ezen Taliban rejimini zorla yıkmak için iyi ve hatta ilkesel nedenler mevcuttu doğal olarak. Bin Ladin’i teslim etmeleri için yapılan meşru talebi de reddettiler. Bununla birlikte göklerde uçmakta olan, elektronik olarak kontrol edilen güdümlü ve çok amaçlı füze takımları ile yerlerde gezinen Kalaşnikoflarla donatılmış sakallı savaşçı kalabalıklarının arkaik vahşeti arasındaki asimetri hala ahlaki olarak aşırı bir görüntü olarak durmakta. Afganistan’ın katlanmış olduğu kan emici sömürgeci tarih, coğrafyasının rastgele, sömürgecilerin isteğine göre bölünüşü ve Avrupalı iktidar oyunlarının elinde sürmekte olan araçsallaştırılması hatırlandığında, bu his çok daha doğru bir biçimde anlaşılır. Her halükarda Taliban rejimi zaten tarihin bir parçasıdır.


Borradori: Doğru fakat konumuz 11 Eylül’den sonra çok yeni bir anlam ve tanım yüklenen terörizm idi.

Habermas: Bu korkunç olayın kendisi yeni. Ve yalnızca, depoları tam dolu uçakları rehineleri ile birlikte canlı silahlara dönüştüren intiharcı uçak korsanlarının eylemlerini kast etmiyorum, hatta katlanılamaz sayıdaki kurbanlardan ve tahribatın büyüklüğünden de bahsetmiyorum. Yeni olan vurulan hedeflerin sembolik gücüydü. Saldırganlar yalnızca Manhattan’ın en yüksek binalarını fiziksel olarak yerle bir etmekle kalmadılar, aynı zamanda Amerikan ulusunun ulusal imgelemindeki bir ikonu paramparça ettiler.

İnsan sadece olayı izleyen dönemde birdenbire patlak veren yurtseverlik duyguları sayesinde; Manhattan’ın silüetinde bıraktığı yeri doldurulamaz iz ile olsun, bizzat kendisinde somutlaşan ekonomik güç ve geleceğe dönük projeksiyonlar ile olsun ikiz kulelerin herkesin hayal gücünde yer eden merkezi önemini anlamaya başlıyor. Yerel bir olayı eş zamanlı olarak global bir olay haline ve bütün dünya nüfusunu hissiz şahitlere dönüştüren kameraların ve medyanın varlığı da yeni. 11 Eylül belki de bu açıdan tamı tamına ilk tarihsel dünya olayı olarak adlandırılabilir: etkisi, ani patlama, yavaş çöküş —artık Hollywood olmaktan çıkan her şey artık dehşet verici bir gerçekliğe dönüştü ve kelimenin tam anlamıyla küresel toplumun “gözleri önünde evrensel tanıklıklarıyla” meydana geldi. Duane Caddesi’ndeki evinin çatısından yalnızca birkaç blok ötedeki Dünya Ticaret Merkezi’nin yukarıdaki katlarına yapılacak ikinci bir uçak saldırısını bekleyen dostumun ve meslekdaşımın neler yaşadığını yalnızca Allah bilir. Her ikimiz de aynı şeyi görmüş olsak da onun yaşadıklarının benim Almanya’da televizyonun karşısında deneyimlediklerimden bütünüyle farklı olduğuna hiç şüphe yok. Elbette ki tek bir olay üzerinden yapılan hiçbir gözlem, terörizmin neden yeni bir karakteristiğe bürünmek zorunda olduğu hakkında bizzat terörizm üzerinden yapılan bir açıklama sağlayamaz.

Bu açıdan bir faktör bana herşeyden çok daha fazla durumla ilgiliymiş gibi gözüküyor: kişi asla düşmanının kim olduğunu bilemez. Usama bin Ladin, bu kişi daha çok bir vekil fonksiyonunu üstlenmiş gibi görünüyor. Yeni teröristleri partizanlarla ya da tutucu teröristlerle bir karşılaştırın, örneğin İsrail’dekileri. Bu insanlar çoğu kez dağınık bir tarzda, küçük ve özerk birimler halinde savaşıyorlar. Ayrıca, bu vakalarda güçlerin birleştirilmesi ya da merkezi bir örgütlenme söz konusu değil, bu durum onları zor hedefler haline getirir. Ama partizanlar bildikleri bir coğrafyada açıkça ifade edilmiş politik amaçları hayata geçirebilmek için iktidarı ele geçirmek üzere savaşırlar. Onları dünyanın her tarafına dağılan ve bir istihbahrat servisi tarzında çalışan teröristlerden ayıran işte budur. Köktendinci dini sebeplerinin bilinmesine izin verirler ama yıkımın ve güvensizliğin mühendisliğinin yanısıra var olan bir programı izlemezler. Şu anda “el-Kaide” adıyla karşı karşıya olduğumuz terörizm, muhalifleri tespit etmeyi ve tehlikenin herhangi bir gerçekçi değerlendirmesini yapmayı imkansız kılıyor.

Terörizme yeni bir nitelik kazandıran işte bu tanımlanamamazlıktır. Tehlikenin belirsizliği elbette terörizmin ruhunda var. Ama Amerikan medyası 11 Eylül’ü izleyen aylarda biyolojik ya da kimyasal savaş senaryolarını en ince ayrıntılarına kadar süsleyerek anlattı. Çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilecek nükleer terörizm faaliyetlerine yönelik spekülasyonlar yalnızca hükümetin yetersizliğini ifşa etmeye yaradı, hükümet en azından tehlikenin şiddetini bile saptayamıyordu. İnsan yapacak bir şey olup olmadığını asla bilemiyor. İsrail’de insanlar en azından bir otobüse bindiklerinde, alışveriş merkezlerine gittiklerinde, diskoteklerde ya da açık bir alanda başlarına neyin gelebileceğini ve bunun hangi sıklıkta olacağını bilirler. ABD’de ya da Avrupa’da insan riskleri sınırlayamıyor; risklerin tipini, şiddetini ya da olasılığını ölçmenin gerçekçi bir yolu yok, potansiyel olarak etkilenen bölgeleri azaltmanın da bir yolu yok.

Bu durum, bu tip belirsiz tehlikelere, gerçekten can sıkıcı durumlara yalnızca kurumsal kanallar yoluyla, belki de abartılı tepkiler gösteren, gösterebilen, buna rağmen istihbaratının yetersiz olması nedeniyle gösterdiği tepkinin gerçekten abartılı olup olmadığını asla bilemeyen tehdit altındaki bir ulusu beraberinde getirir. Bundan dolayı, devlet kaynaklarının yetersizliğini gösteren kanıtlar nedeniyle itibarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Güvenlik önlemlerinin askerileştirilmesi nedeniyle tehlikeye düşen anayasal devlet yüzünden hem ülke içinde ve orantısız ve sonuçsuz askeri ve teknolojik üstünlüğün sürekli olarak seferber edilmesi nedeniyle hem de uluslar arası düzeyde bir itibar kaybı söz konusudur. ABD Savunma Sekreteri Donald Rumsfeld, Aralık ayı ortasında Brüksel’de gerçekleştirilen NATO konferansında, bizi bir kez daha faili meçhul terör tehditlerine karşı şeffaf gerekçelerle uyardı: “ABD’de neden oldukları yıkıma bakın ve ellerine nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlar geçerse, New York’a ya da Londra’ya ya da Paris’e ya da Berlin’e neler yapabileceklerini hayal edin”. ABD hükümetinin saldırıdan sonra aldığı önlemler bütünüyle farklı türdendi –gerekli ve ihtiyatlı ama ancak uzun vadede etkili: terörizme karşı ülkeler arasında dünya çapında bir koalisyon kurmak, şüpheli para hareketleri ve uluslar arası banka kuruluşları üzerinde etkili denetim, ulusal istihbarat teşkilatları arasında uygun bilgi akışı ve konuyla ilgili uluslar arası polis soruşturmaları arasında dünya çapında koordinasyon.


Borradori: Felsefi olarak konuşursak, terörizmi bütünüyle politik bir eylem olarak mı değerlendiriyorsunuz?

Habermas: Mısır’lı bir vatandaş olup Hamburg’dan gelerek iki korkunç uçaktan ilkini uçuran Muhammed Atta örneği, size öznel bakımdan olmayan bir politik yanıt veriyor. Hiç şüphesiz bugünün İslami köktendinciliği politik motifler içermektedir. Aslında karşımıza dini fanatizm biçiminde ortaya çıkan politik motifleri küçümsememeliyiz. Bu “kutsal savaşın” içine çekilenlerden bazılarının sadece birkaç yıl önce laik milliyetçiler olması olgusunu açıklıyor. Eğer biri bu insanların biyografilerine bakarsa dikkate değer süreklilikleri ortaya çıkarabilir. Milliyetçi otoriter rejimlere karşı duyulan hayal kırıklığı, günümüzde dinin eski politik inanışları ifade etmek için yeni ve öznel olarak çok daha inandırıcı bir dil olduğu olgusunu desteklemektedir.

 

Borradori: Terörizmi tam olarak nasıl tanımlarsınız? Ulusal ve uluslararası ya da hatta küresel terörizm arasında anlamlı bir ayrım yapılabilir mi?

Habermas: Filistin terörü, bir açıdan, hala modası geçmiş bir karakter taşıyor öyle ki hala cinayet etrafında, hala kadın çocuk demeden düşmanı rastgele imha etme tavrı içinde dönüp durmakta –hayata karşı hayat. Onu paramiliter gerilla savaşı biçiminde açığa çıkan terörden farklı kılan şey işte tam bu karakteri. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan pek çok ulusal kurtuluş hareketi bu tip bir savaş türüyle karakterize olmuştur –ve bugün örneğin Çeçen’lerin sürdürdüğü bağımsızlık mücadelesine damgasını vurmuştur. 11 Eylül saldırısıyla doruğuna çıkan küresel terör bunun tam aksine pragmatik olarak hiçbir biçimde yenilgiye uğratamayacağı bir düşmana karşı verilen güçsüz bir isyanın anarşizan izlerini taşımaktadır. Böylesi bir terörün yapabileceği etki en iyi olasılıkla herkesi şoka sokmak ve hükümeti ve halkı alarma geçirmek olabilir. Teknik olarak konuşmak gerekirse, bizim karmaşık toplumlarımız müdahalelere, engellemelere ve kazalara karşı oldukça fazla duyarlı olduğundan, normal etkinliklerin etkili bir biçimde kesintiye uğratılması için kesinlikle mükemmel olanaklar sunacaklardır. Bu tür kesintiler, minimum ölçekte bile olsa, oldukça yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Küresel terörizm bir aşırılıktır, hem gerçekçi hedefleri olmadığı için hem de karmaşık sistemlerin kırılganlığını kötücül bir biçimde sömürdüğü için.

 

Borradori: Terörizmin sıradan suçlardan ve diğer şiddet türlerinden farkları ayırt edilmeli midir?

Habermas: Hem evet hem hayır. Ahlaki açıdan baktığımızda, hangi sebeplerle ya da hangi koşullar altında yapılmış olurlarsa olsunlar terörist eylemler hiçbir biçimde mazur görülemez. Cinayetleri işlerken “hesaba kattığımız” hiçbir şey bu cinayetlerin gerekçesi olamaz ya da bir kişinin amaçları için başkalarının ıstırap çekmesi hiçbir surette açıklanamaz. Her cinayet çok fazladır. Oysa tarihsel olarak terörizm bir ceza mahkemesi hakiminin ilgi alanı içine girebilecek suçlardan farklı bir kategori içinde yer alır. Özel olay olduğu için kamusal ilgiye ihtiyaç duyar ve diyelim ki kıskançlık yüzünden işlenen bir cinayetten farklı bir biçimde analiz edilmeyi gerektirir. Aksi takdirde bu söyleşiyi gerçekleştiremezdik. Geçmişteki teröristlerin, iktidara gelerek ülkelerinin saygıdeğer temsilcileri oldukları rejim değişiklikleri sırasında politik terörle sıradan suç arasındaki fark netleşir. Hiç şüphesiz bu tür bir politik dönüşüm yalnızca kendilerine gerçekçi bir biçimde politik hedefler koymuş olan ve açıkça adaletsiz olan bir durumun üstesinden gelebilmek için suç teşkil eden eylemlerine geriye dönük olarak meşruiyet kazandırabilen teröristlerin umabileceği bir sonuçtur. Bununla birlikte, bugün 11 Eylül’deki korkunç ve iğrenç suçu, bir gün, bir biçimde anlaşılabilir ya da kavranabilir bir politik eyleme dönüştürebilecek bir bağlamı hayal edemiyorum.


Borradori: Bu eylemi bir savaş ilanı olarak yorumlamak sizce iyi bir şey mi?

Habermas: “Savaş” terimi, “sefer” kelimesinden daha az yanıltıcı ve ahlaki olarak daha az inkar edilebilir olsa da, Bush’un “terörizme karşı savaş” çağrısı yapma kararını, hem ilkesel hem de pragmatik bir yaklaşımla bakıldığında çok ciddi bir hata olarak değerlendiriyorum. İlkesel olarak bu suçluları savaş düşmanları statüsüne yükseltiyor ve pragmatik olarak “savaş” terimi herhangi bir sabit ve kesin anlamda tutunmadıkça hiç kimse bir “ilişkiler ağı” ile bir savaşı yönetemez.

(Yukarıdaki Giovanna Borradori, Köktendincilik ve Terör başlıklı metin, Terör Çağında Felsefe Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Söyleşiler kitabından  alınarak çevrilmiştir.)

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 04:16:18