A password will be e-mailed to you.

Orlando’daki Pulse gece kulübüne yapılan vahşi saldırı sadece LGBT çevresine yapılan bir saldırı olmanın çok ötesindeydi. Bu toplumumuzda kendine bir yer bulamamışlara, bir sığınak ve barınak sağlamış yerlere yönelik bir saldırıydı. Bir DJ, dans müziği yapan ve bu müziğe hayran olan biri olarak ben, bu tarzda çalışan kişiler olarak bizlerin LGBT çevresine –özellikle de renkli LGBT çevresine destek vermek gibi özel bir yükümlülüğüm olduğunu hissediyorum.

Bizim müziğimiz kendisini başlangıçta besleyen ve daha sonrasında marjinal bir kitleye kendileri olma özgürlüğünü sunan güvenli mekanlar yaratılmasına yardım eden gey klüplerine çok şey borçlu. Dans müziğinin kökenleri ile LGBT çevresi arasındaki bağı anlamamız çok önemli çünkü Barry Walters’ın Billboard’da yazdığı gibi “Amerika’daki dans müziğinin tarihi ve LGBT hikayelerinin –özellikle de renkli olanlarının- tarihi, bir kültürel ütopya yaratmak üzere bir araya geldiğinden beri hiç ayrılmadı ve ayrılamaz. Biri diğeri olmadan var olamaz”.

Frankie Knuckles

Pek çok kişinin EDM (Elektronik Dans Müziği) olarak adlandırdığı müzik biçiminin kökenleri özgün olarak house müziğe dayanır. House müzik bir müzik türü olarak rüşdünü ilk kez 1980’lerde Chicago’da –tarzın adaşı olan- Warehouse isimli bir klüpte ispat etti ve ardından New York’taki Paradise Garage gibi kulüplerde yankı buldu. Bu kulüpler ve şehirler –efsanevi DJ’leri Frankie Knuckles ve Larry Levan ile birlikte- disko müzikten kaynaklanan ama yeni bir biçim almış bir müzik çalıyorlardı. Bu yeni tarz disko müziği gospel, soul, funk ve hatta new wave ve rock müziğinin unsurlarıyla karıştırıyordu. Kulüpler ve müzik asıl ve öncelikli olarak çok renkli gey çevresinin ihtiyaçlarına cevap veriyordu ama sonraları 90’lar 2000’ler boyunca anaakım kültür içinde oldukça popüler oldu. Derken dans müziği parti kültürünü doğuran bir küresel güç halini aldı ve bütün dünyaya yayıldı.

1982 yılında New York şehrinde doğdum ve 80’lerin sonları ve 90’lar boyunca orada büyüdüm. Paradise Garage’a gidip, orayı deneyimleyebilmek için çok gençtim. Aslında, 16 yaşıma kadar dinlediğim müziklerin çoğu hip-hop ya da rock’tı, bunlar New York şehrine çok şey borçlu olan başka iki müzik türüdür. Kulüp atmosferinden ve özellikle de etrafımı sarmış olan house müziğin kökenlerinden bihaberdim. Ta ki 17 yaşımda New York şehrinin sahip olduğu dans müziği hazinesini keşfedinceye kadar.

Twilo vardı, pek çok Cuma akşamı geç saatlere kadar zamanımı orada geçirdim ve Cumartesi sabahları sabahın ilk saatlerinde Sasha &Digweed’in, Carl Cox’un, Junior Vasquez’in ve benim o zamanki gözdelerimden biri olan Paul Van Dyk’in hayranlarını görebilmek için 27. cadde boyunca batıya doğru yürürdük. (Gerçek hikaye: Paul Van Dyk’i görebilmek için iki saat boyunca kuyrukta beklemiştim ve kapıya geldiğimde sahte kimliğim berbat durumda olduğu için geri çevrilmiştim). Ve Danny Tenaglia’nın her Cuma akşamı 10 saat bazen daha da uzun saatler boyunca çaldığı Vinyl vardı. Burada alkol yoktu, yalnızca iyi müzik vardı. Tenaglia biraraya gelmiş beş DJ’ye bedeldi, o zamana dek dinlediğim serilerin en iyilerinden bazıları Ağustos ayı içindeki Cumalara rastgele serpiştirilmiş olarak, babam yaşında diyebileceğim kadar yaşlı olan bu adam tarafından çalınmıştı. Bu odalara girmek, dev disko topunu soymak insana bir tür özgürlük duygusu veriyordu. İzleyiciler birbirine karışıyordu, hem ırksal hem de cinsi olarak ve istediğiniz her şeyi yapabileceğiniz, kim olmak isterseniz olabileceğiniz hissine kapılıyordunuz.

Vinyl’de bazı Pazar günleri öğleden sonra saat 4’den gece yarısına kadar Beden & RUH (SOUL: İngilizce’de hem ruh hem de bir müzik türü demektir) isimli bir parti yapılırdı. Bu partide özellikle ve yoğunluklu olarak Paradise Garage’dan etkilenmiş üç DJ öne çıktı: Joe Claussell, Danny Krivit ve Francois K. İzleyiciler daha yaşlıydı, çoğu 40’lar, 50’ler ve 60’lar boyunca Paradise Garage’ın müdavimi olmuş insanlardı. Klübe tek parça streç giysilerle, eşofman altlarıyla, tulum eşofmanlarla, balerin etekleriyle ve buna benzer her şeyle geliyorlardı. İnsanlar dans pistinde parendeler atıyor ve amuda kalkıyorlardı, birbirleriyle oluşturdukları daireler içinde dans ediyorlardı ve DJ’ye hiç karışmıyorlardı. Kendinizi hangi biçimde hissediyorsanız o biçimde anlatabileceğinize dair bir duyguya kapılıyordunuz, tıpkı çocukluğunuzdan yaşadığınız hislere benzer hisler gibi. İnsanlar içeri girip, size bir selam çakıp ya da kollarını omuzlarınıza atıp sizin yapmakta olduğunuz şeye katılıyorlardı.

New York şehrinde Vinly’da Beden &RUH, 90’ların sonları

Bu deneyimlerin hepsi benim için müzikal açıdan çok önemli ve etkiliydi ve bana DJ olmayı ve house müzik üretmeyi öğrenmeyi ilham eden şey oldular. Ama bu deneyim aynı zamanda benim LGBT çevresiyle ve özellikle de çokrenkli LGBT çevresiyle ilk kez karşılaşmama vesile oldu. Bu yerlerdeki izleyiciler karışıktı ve bazı geceler çoğunlukla geylerden oluşuyordu. Heteroseksüel olarak tanımlanmış beyaz bir erkek olarak yetiştiğim halde gey çevrelere karşı bilinçli bir önyargı taşımıyordum, “gey”, “homo” ve “ibne” sözcüklerinin hakaret olarak yağdırıldığı bir dünyada yaşıyordum ve o dünyaya katılmıştım. Gerçekten hiç gey arkadaşım yoktu, en azından geyliğini açık açık yaşayan hiç arkadaşım yoktu. Ama bu kulüpler ve daha sonrasında Berlin’de, İbiza’da ve Montreal’de açılan kulüpler benim LGBT çevresi içinden ilk arkadaşlarımı edindiğim yerler oldular. Aslında, ilk DJ misafirliğim Montreal’deki Stereo kulübünde oldu, bu klüp aynı zamanda bir gey kulübü olarak da biliniyordu. Biz bu müziğe karşı duyulan bir aşkı paylaşıyorduk ve haftasonları aynı yerlerde toplanıyorduk, İbiza’ya ve Berlin’deki Aşk Geçit Töreni’ne aynı kutsal yolculukları yapıyorduk. Bu kültürün içinde bütünüyle özgür olan bir şey vardı ve ben ona bağlandım ve ondan çok şey öğrendim.

House müzik sahnesi çoğunlukla 1980’lerde anaakım toplum tarafından pek de kabul görmemiş siyah ve Latin gey erkekleri içeren alternatif, underground bir sahne olarak başladı. AIDS krizi bu çevreleri damgalamıştı ve Paradise Garage gibi kulüpler Gey Erkeklerin Sağlık Krizi gibi kar amacı gütmeyen kuruluşların aldığı ilk yardımların bir kısmından faydalandılar. İlk öncü DJ’lerin çoğu, prodüktörler ve sanatçılar renkli çevrenin içinden geliyorlardı. Bunların çoğu LGBT kimliğini taşıyorlardı. 90’lar yavaş yavaş tavırlarda değişiklikler yaratmaya başlasa da, klüplerin ve klüplerin odalarını dolduran bu müziğin –house ve tekno müzik- güvenli bir mekan yarattığı hissi hala varlığını koruyordu. Kendiniz olabileceğiniz bir mekan, istediğiniz gibi giyinebileceğiniz bir mekan, kimi sikmek isterseniz sikebileceğiniz bir mekan, nasıl dans etmek istiyorsanız öyle dans edebileceğiniz bir mekan.

Paradise Garage ve Warehouse kapılarını kapattıktan çok sonraları bile varlığını sürdüren bu özgürlük house müziğin tınısı içinde kısa ve öz biçimde ifadesini buldu ve benim gibi düz, beyaz bir velet için bile bütünüyle aşikar bir hal aldı. Tıpkı onlar gibi kimi öpmek, sikmek, nasıl dansetmek ya da giyinmek istediğimi önemsemiyordum. Şöyle ki klüpteki herkes gibi ben de her istediğimi yapabilirdim. Bu benim bir köşede tek başıma dans etmem ya da bir moloya ihtiyaç duyan diğer kulüp müdavimleriyle birlikte bir kolonun üstünde pineklemem anlamına gelebilir. Bu özgürlük size harika hissettirir ve şaşkına dönersiniz. Bu özgürlük ruhu bulaşıcıdır ve tüm Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Birleşik Devletler’in tamamında yapılan partilerde gördüğüm işte bu ruhun aynısıdır. Bir partide yasalar bir yana, hiçbir kural yoktur. İstediğiniz gibi eğlenebilirsiniz. Bugün hala yaşadığına inandığım bu ruh, bu müzik kültürünün özgürlükle ilgili olması olgusundan kaynaklanmaktadır. Bu ruhta hiçbir sınır ve hiçbir yargı yoktur. House müzik dinlerken ne iseniz o olabilirsiniz.

İki yıl önce Amsterdam Dans Etkinliği’nde (ADE) yaptığı bir konuşma sırasında, müzikal kahramanlarımdan birisiyle, Nile Rodgers, tanışma fırsatı buldum. Onun müziği hem house hem hip-hop müziğin köşetaşlarından birini oluşturuyor, her iki tarz da onu sıklıkla örnek aldılar. İzleyicilerden biri ona kendisini hangi tarza daha yakın bulduğunu sordu, o da “hiç şüphesiz dans müziğine” diye yanıt verdi. Dans müziğinin önyargısız ve bütünüyle özgürlükçü olan bir müzik tarzı olduğunu söyledi. Bütün izleyiciler güldü çünkü onun neden bahsettiğini tamı tamına biliyorlardı. Herkesin bu özgürlük yüzünden dans müziği olduğuna dair hiç ifade edilmemiş bir his dolaştı etrafı.

Pulse’da LGBT çevresini hedef göstererek yapılan saldırada, yaklaşık elli kişinin öldürüldüğü haberlerini görmek içimi parçaladı. Birinin herhangi bir planlı saldırıyı işittiği zaman duyacağı türden ani, berbat hissi duydum, ama bu benim için aynı zamanda çok kişisel bir histi. Çünkü klübe saldırıyı yaptıkları gece klüp özel olarak çokrenkli çevreyi ağırlıyordu ve bu saldırının yalnızca LGBT çevresine değil bizim tüm kolektif değerlerimize yapıldığı hissini uyandırdı bende. Saldıraya uğrayan yalnızca insanlar değildi ama bu güvenli mekanı da ihlal ettiler.

Pulse’un müdavimlerinden biri olan Daniel Leon Davis “İnsanlar kiliselere giderken, LGBT çevreleri güvenli cennet olarak genellikle gece kulüplerini kullanmaya zorlandılar ve Pulse benim güvenli cennetimdi. Dışarı çıktığımda (kendi öz annemin bile) üzerime kustuğu nefrete karşı kendimi korumak için etrafıma bir zırh örmüş olsam da gerçek şuydu ki ben hala gey kimliğim yüzünden kendimden nefret ediyordum. Bu zırh, diğer erkekleri sevdiğimden dolayı kendimden nefret etmem için beni koşullayan bir kilisede büyümüş olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Pulse bir gey erkek olarak kendimi sevmeyi öğrendiğim yer oldu. Pulse çevremdeki geyleri sevmeyi öğrendiğim yer oldu. Pulse kadınsılığın gücünü öğrendiğim yer oldu. Kadın kılığına girmiş bir erkeğin gösterisini ilk kez burada izledim ve dans etmeyi ilk kez burada öğrendim. Puyse benim yalnızca güvenli cennetim değildi, Orlando’daki yüzlerce LGBT bireyinin güvenli cennetiydi” dedi.

LGBT çevresinin güvenli mekanlarına yönelik yapılan bir saldırı hepimizin güvenli mekan olarak tasavvur ettiği yerlere yapılmış bir saldırıdır. Yara Simon’un Latin müzik üzerine ve kültürel blog Remezcla’da yazdığı gibi, “Pulse herhangi bir gey klübü değildi, Latin temalı gecelerinde tüm LGBT Latin çevresine güvenli bir mekan sunan bir yerdi. 2012’de gey çevrelerine yönelik nefret eylemleri üzerine yapılan bir araştırma LGBT insanlarının fiziksel şiddete uğrama oranlarının 1.82 kez daha çok olduğunu saptamıştır. 2012’de gerçekleşen LGBT cinayetlerinin yüzde 73.1’i renkli LGBT bireylerine yönelikti – yüzde 54’ü siyah Afrikalı Amerikalı yüzde 15’i Latin kökenliydi.

Kendimi dans müziğin ya da house müziğin ya da rave müziğin ya da electronik dans müziğin ya da adını nasıl koyarsanız koyun o tür müziğin bir dinleyicisi, bir üyesi olarak hissediyorum, LGBT çevresine çok şey borçluyuz. Özellikle de bu müziği bizim kültürümüzün içine taşıyan, onyıllardır bu sahnenin belkemiği olan ve herkese kendisini özgürce ifade edebileceği bir mekan ve tını yaratan çokrenkli LGBT çevresine borçluyuz.

Şimdi hepimiz için müziğimizin kökenlerini kabullenme zamanı ve her zamankinden çok dayanışmaya ve bu çevrelerin içinde yer alan ve bu trajediden derin yaralar alan erkek ve kız kardeşlerimizle birlikte hareket etmeye ihtiyacımız var. Onlara yalnız olmadıklarını, görünmez olmadıklarını ve dışarıda olmadıklarını bildirmeye ihtiyacımız var. Irkçı ve seksist önyargılarla savaşmak için onlarla sıkı sıkıya yanyana duracağız ve kim olduğumuzu ve ne olmak istediğimizi özgürce ifade ettiğimiz bu kültürü destekleyeceğiz.

Kaynak: MediumDance Music Owes Everything to the LGBTQ Community of Color

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 05:42:51