A password will be e-mailed to you.

İnsanlar, ölümün kişiselliği ya da kişisel bir tutum olarak ölümü ele alabilmesi için modern dünyayı beklemek zorunda kaldı. Modern dünya yaşam hakkı elde etmekten çok ölme hakkı elde edilmesi ile kuruldu. Ki totaliter yönetimlerde ölüm hâlâ kişisel bir hak değil de iktidarın belirlediği bir yaşam biçimidir. Bu yüzden ölüm bir var olma biçimi olarak sanatın ve gündelik olan içinde sürekli yer edindi. Nietzsche ile beraber dile getirilen “üst insan” bile hala ölümüne karar veremeyen bir durum olarak bir amaca bağlanırken, Blanchot ve öncesinde sanat manifestoları bir ideaya bürünen ölümü bir davranış biçimine, kişisel bir tutuma dönüştürmeye çalıştılar.

Covid-19 ile yeniden gündem olan ölüm, yeniden söylem üretmeye başladı. Hastalık, ölüm kişisel bir hak mıdır? Buna kim karar verecek? Karar veren cezai bir yaptırım uygulayacak mı? Nitekim İngiltere’de yüzlerce protestocu maske kullanımının zorunlu hale getirilmesini protesto etti. Maske zorunluluğunun insan haklarına ve kişisel özgürlüklere aykırı olduğu iddia etti. Ben de şimdilik ancak ölme anım üzerine sadece sayıklama hakkımı kullanıyorum.

Maurice Blanchot yazı dünyasının en gizemli ismi olarak 2003 yılında 95 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Çağımızın en önemli edebiyat kuramcılarından biri olan Blanchot tarihte yaşanılan birçok önemli olaya da tanıklık etti. Aslında genel anlamda ne özel hayatı ne de yazar ve düşünür tarafı -birkaç sınırlı arkadaşı haricinde- neredeyse hiç bilinmedi. Çünkü hiçbir akademik ve edebiyat ortamında hemen hemen hiç yer almadı. Dahası konuşmadı, röportaj vermedi, ekrana çıkmadı. Hatta 2003 yılında –çok yakın bir zamanda- ölmesine rağmen kendisiyle ilgili doğru dürüst görsel bir imajına dahi bugün hâlâ  ulaşamıyoruz.

Sanki çok uzun bir süre önce ölmüş gibi hatta belki de hiç öyle birisi hiç yaşamadı ya da hep yaşadı ve hala yaşıyor hissini -korkunç bir şekilde- bizlere vermeyi başardı. Blanchot’yu teoride bir yere yerleştirmek ve ona net bir tanım getirmek hayli zor bir durum. İnsanlar, müthiş bir düşünür ve eleştirmen aurasına sahip olan Blanchot’nun eleştirel ve yapısökümcü edebi dili karşısında hep bir çekince içindeydiler. Yazıdaki ve yaşamındaki bu müphemliği ve özellikle de sessizliği Fransa’da da belli dönemlerde çağdaşları tarafından korku ile karşılanırdı. Çünkü dilinin ve söyleminin altından ne çıkacağını kimse kestiremiyordu. Dolayısıyla kimse ona bulaşmak da istemiyordu bir anlamda ve bu durum açıkçası herkesin de işine geliyordu. Bundan dolayı da kendisi ve eserleri üzerine uzun yıllar boyunca bir şeylerde yazılmadı.

Blanchot yazınsal uzamı en müphem hale getiren kişi olarak belki de tarihe geçti. Bana göre tartışmasız oksimoron tekniğini en iyi kullanan yazardır. Ve yazmak Blanchot için kuşkusuz bir hezeyandı. Bir arınma ya da diyalektik bir mutluluk hiç değildi. Yazılarında otoriter olguları manipüle eden Blanchot, aynı zamanda kendi otoriter dilini de oluşturuyordu. Bu durum onun daha bir görünür olmasını sağlıyordu. Ama bu görünürlük aynı zamanda çok fluydu. Blanchot bütün hayatı boyunca hep flu bir netlikteydi. Bu bağlamda mesela ‘Heidegger felsefesi’, Heidegger’in kendisi için de büyük bir hezeyandı.

“Varlık ve Zaman” sadece bizler -okurlar- için devasa bir felsefi düşüncedir, ancak Heidegger’in kendisi için öyle değildi ve hiçbir zaman da öyle olmadı. Dolayısıyla Blanchot çok iyi bir Heidegger okuyucusuydu ve belki de hiç kimse Heidegger’i Blanchot kadar anlamamıştır. Ve tıpkı Blanchot’nun Heidegger okumasında olduğu gibi, bizler içinde Blanchot okumak edebi-yazınsal bir uzam olarak hep belirsiz kalacaktır. Çünkü bunun böyle olmasını Blanchot’nun kendisinin istediğinden emin olabiliriz.

Blanchot’nun her hangi bir eserini okumaya başlarken ikinci cümledeyken, ilk cümle yapı-form ve anlam olarak silinmeye başlanır. Tekrardan ilk cümleye döndüğümüzde ise ilk okuduğumuz anlamı bulmak imkânsız bir hal alır. İkinci cümleye ikinci defa gelindiğinde ise yine apayrı bir anlam yakalanır. Bu döngü yazarın kendisinin artık anonim bir metne, bir uzama dönüştüğünün göstergesidir.

Esasında Blanchot’nun her bir eseri üzerine yapılmış bir sürü farklı analiz bulunmaktadır. Dolayısıyla genel anlamda aynı şeyleri tekrar etmemek adına, yapmak istediğim şeye bir an önce gelmek istiyorum. Blanchot’nun kitap formatına dönüşmüş ‘Ölüm Ânım’ isimli makalesi, ikinci dünya savaşı yıllarında Fransa’nın Bruyères bölgesindeki bir Şato‘nun içinde Nazi Teğmeni ile gerçekleşen bir anekdot üzerinden yaşanılıyor. Bu anekdot üzerinden hareket eden Blanchot kendi ölüm anını yazıyor. Bende Blanchot’nun bu makalesinden ya da anekdotundan yola çıkarak yine ‘kayıt dışı metinler’ diye isimlendirdiğim deneysel bir metotla kendi ‘ölüm anımı’ yazmaya çalıştım.

Blanchot’nun bu makalesi Bahadır Turan tarafından Fransızcadan çevrilmiş ve Encore Yayınları tarafından da 2012 yılında kitap olarak yayımlanmış. Kitabın içinde ayrıca Melih Başaran’ın Blanchot üzerine “Son Söz Yerine” başlıklı upuzun ve etkileyici bir analizi bulunmaktadır.

Maurice Blanchot’nun kitabından esinlenerek yazdığım kendi ‘Ölüm Ânım’:

Ben de büyük bir hezeyanın içindeyim, kim bilir? Belki de sayıklama… Sayıklamayı konuşma olarak algılıyorum. Ya da algılarken konuşamıyorum. Uzun bir zaman önceydi, uzun değildi. Önceydi ama. Bence mutluluğun güzel yanları var. İçinde okumanın-yazmanın olmadığı bütün anlar. Bir şeyler mi kazanıldı?

Kültürel-kimliksel hezeyanlar yaşadığını o da söylemişti. Önce! Bu önce neyden önceydi ya da neyin öncesi? Zaman ile ilgili olmadığı kesindi. Öncenin bir zaman kavramı olmadığına kendisi de ikna olmuştu artık. Ama her şeyin bir öncesinin olduğunu biliyordu. Bir görüşe sahipti ve sol eksenli olduğunu vurguluyordu. Bu görüş iyi olan her şeyi barındırıyordu. Bir görüşün iyi olan her şeyi barındırmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Kaybettiğini söylerken dahi gururluydu. Kendi kültürel kimliğine ve sol görüşüne dair ne kazanmıştı ki bugüne kadar neyi kaybedecekti. Kulağımın ötesinde bir dert kazanmıştım, derdin ötesinde bir mahcubiyetti benimkisi diyordu. Mahcup olan kulağımdı yahut yastığın kendisi.

Kazın tüyü yetersizdi. Toprağın rengi de. Dışarıdan içeriye doğru bir ses geliyor. Bir köpeğin uğultusunu içerde duyuyorum. Açık kalan ağzı ile nefesini içeriye doğru veriyor, sanki içerden hiçbir şey almıyor ya da almak istemiyor. Telaş içinde hareket halinde yürüyorum. Ağzından çıkan hiçbiri geri gelmeyecek. Sarksın dilin diyor. (Dili yere doğru sarkıyor.) Yere doğru bir kaldırım taşına doğru. Taşın üzerinde bir gedik var. Köpeğin hissini anlıyorum. İçinden konuşurken sesi bana geliyor. Bu defa taşın gediği olmayacak ve hep havada kalacak bütün taşlar diyor. Köpeğin sesi uzaklaşıyor, kapıdan doğru dışarı çıktı şimdi. Rengini ve cinsini çıkaramadım. Köpek olduğundan emindim ama. Uzaklaştı. Pencereden dışarıya gidişini gördüm ama yine rengini seçemedim.

Kapının önünde gece birileri vardı ya da yoktu. Belki de birilerinin olmasını istiyorum. Senin sayıklamalarını duymak istemiyorum. Bu bir konuşma olamaz. Ya da konuşma böyle olmamalı. Neden her defasında birilerine karşı kendimle ilgili bir şeyler anlatıyorum, soruyorum? Neden ben hiç dinleyen tarafta değilim, öldüğümde yine kendimi mi anlatacağım? Olsun muhtemelen bir defa anlatacağım ve yine hiç kimse duymayacak. Ama bir defa ve son bulacak. Sıkılmadım. Mevzu sıkılma mevzusu değil, bir insan sırf kendini anlatmak için bu hayatı yaşayamaz. Ya da bütün haklılığını hayatı boyunca birilerine anlatma üzerine kuramaz ya da en azından kuramamalı. Öf şimdiden çok sıkıldım yine. İyi değilim, bir bilincin nasıl oluştuğunu bilir misin? Nasıl olgunlaştığını… Peki ya bir hamlede anaforca boğulduğunu bilir misin?

Kolumdaki serumu ağırlaştır acıyı hissetmek istiyorum. Biliyorum bu cümle çok hoşuna gidiyor. Koluma yakışıyor mu? Aksine hasta değilim ki, kronik sırt ağrım var sadece onu da biliyorsun zaten. Aslında senin için koluma taktım. Mutlu olmanı istedim. Çünkü acı senin için bir düşünce biçimi. Ama sana itiraf etmeliyim ki acı hiçbir zaman bir düşünce biçimi olmadı ve sen hala büyük bir yanılsamanın içindesin. Hatta çok sevdiğim bir arkadaşımın bir sözü vardı ‘acı bir burjuva hastalığıdır’ diyordu. Geçen rüyamda buna benzer bir şeyler gördüm, doğru ya sana anlatmamışım. O küçük evi hatırlıyorum, gerçi sen yoktun.

Köpek yine geliyor. Uzakta bir karartı gördüm de. Evet, sesi içerde duyuluyor şuan. Yanılmamışım geri döndü. Bu arada haklısın galiba bir köpek kadar özgür olamadık. Ağzındaki kemik mi? Niye getirdiğini anlamadım. Toprağın en dibinden en köksüz yerinden bana bir kemik uzatıyorsun, bu olacak gibi değil. Yeşili ben de sevmem, bir tonunun dışında. Onu da zamanla unuttum zaten. Bu kemik dişe takılan bir kemik, teraziye denk gelen bir kemik sanki. Hiç sanmam. Tarihe denk gelen bir kemik mi? Omurgayı mı tamamla, bu kemikle mi…

Kahverengiydi dışı, içine girdim. Küçük bir evdi, girişinde ayakkabımı çıkardım. Halı yoktu. İçerde izler de yoktu. Sana söylemeyi unuttum, dün gece rüyamda büyük bir şatonun bahçesinde Salvador Dalí’yi gördüm bir mantarın üzerinde elinde fil hortumundan yapılmış yumuşak bir bastonla öylece duruyordu. Kocaman bir iğnesi vardı. Sonra sol kolunu bana gösteriyordu. Bir köpek tarafından ısırıldığını ve eğilip bakmamı istedi. Kolundan hala köpeğin salyası akmaktaydı. Sanki bir dakika önce ısırılmış gibiydi. Eğilip baktım. Salyanın içinde gözle görülür köpek ceninleri gördüm. Üşenmedim saydım. Kafamı kaldırdığımda ise: “İnsanlar hala ve ısrarla ironinin çok önemli bir düşünce biçimi olduğunu düşünüyor nedense.” Dedi ve cümlesini daha bitirmeden iğnesini bana sapladı. Sonra mı? Sonra kan ter içinde uyandım.

Sanki bütün parmaklarım ve avuçlarım kesilmiş gibiydi. Aslında içeride halı vardı. Üstünde izler yoktu. Çok cebelleştim, bütün bir hissiyatım köreldi. Tanıdığım herkesin bir şiir kitabı var, kâbus gibi. Hatırlar mısın bize ilk zamanlar hep şunu derdi: “Bir insanı en iyi anlatan, yönetildiği kadardır.” Ya da yönlendirdiği kadar mıydı acaba? Üzgünüm şuan tam olarak hatırlamıyorum ne dediğini. Cümlenin sonu farklı bitiyordu, hatta belki tamamı da farklıydı. Ama şunu hatırlıyorum da galiba o cümlede ‘kadar’ kelimesi de hiç yoktu. Haklısın dinlemiyordum. Şimdi bana şunu söyle, niye bu kadar geciktin? Ağaçta asılı olan sarkık upuzun bir dil mi gördün? Yoldan geçerken mi? Kahverengi evin duvarlarında da asılı olan birkaç tanesini ben de görmüştüm. Sana söylemek istemedim.

Zaman değişti diyorlar, doğanın yapısı da değişiyor. Ağacın ve toprağın dili diyorlar. Yakın bir gelecekte konuşacakları konuşuluyor. Şimdiden önlemler alınıyor. Çünkü konuşma ile bitmeyebilir diye konuşuluyor. O yüzden ampirik önlemler… Neyse, senin bantlı bir ayakkabın vardı ne oldu? Evet metro yoktu, ama bantlı bir ayakkabın vardı. Mutlu musun yani ne diyeyim ki şimdi. Hatta şöyle söyleyeyim göğün altında uçuşan kazlar da yoktu ve rengârenk çatılı evler de. Dilin dişlisi ve kemiklisi vardı hoşuna gidiyor bu tür şiirsel şeyler değil mi?

Şiiri sevmiyorum, Kafka’yı da sevmiyorum. Ama şiirsel dili seviyorum. Şiirsel dili yakalamak önemli bence, şöyle bir örnek verebilirim. Kafka’yı sevmiyorum ama peyniri seviyorum. Şiir çağrışımla ‘yazılmaz’ ile ‘yazılır’ aynı gerçeklikte. Kafka edebiyatı eziyor adının büyüklüğü altında ve çoğu defa bundan haz alıyor. Bir tek ben öyle düşünmüyorum bence Rahip C. de benim gibi düşünüyor. Doğrusunu istersen edebiyatı da hiç sevmiyorum ama bir o kadar da önemsiyorum, ikisi aynı şey değil. Şundan eminim ki hiç kimse Heidegger kadar şiiri önemsemedi. Çünkü başka bir çaresi yoktu. Şiir onun hezeyanın tek gerçek karşılığıydı bu hayatta, tutunduğu belki de son dalıydı sanat.

Aslında kahverengi evin içindeki halıda izler vardı. Çünkü yerde bir halı vardı anımsıyorum. Ayna karşısında uzanan bir kişi duruyordu. Sanırım onun ayak izleriydi. Sanki siper almıştı. Korkudan titriyordu. Aynadan iyice baktım, ayağında büyük bir yara gördüm. Ayağının üstünde çok fazla sinek larvası ve kurtçuk duruyordu. Binlerce belli ki bir halka oluşturmuşlardı. Yaşıyordu gözlerini birkaç defa kırptığını gördüm. Yatağın altından kırt kırt diye sert bir ses geliyor şuan, sen de duyuyor musun?

Köpeğin sanki sırt kemiğini yediğini duyuyorum. Eğilip bakabilir misin? Ben eğilemiyorum da, biliyorsun sırtım-omurgam feci şekilde ağrıyor. Köpek benim sırt kemiğimi mi yiyor? İnanmıyorum! O yüzden mi ağrıyor sırtım? Köpeğin boğazına kemik sıkıştı. Onun boğazına sıkışan kemik neden benim nefesimi kesiyor ki bir anlam veremiyorum. Yoksa kendi sırt kemiğimi yiyen ben miyim? Köpeğin boğazına kemik sıkıştı, bunu demin söylemiştim sanki. Nefes alamıyor… Nefes alamıyorum… O mu alamıyor ben mi alamıyorum şuan onu da hissedemiyorum ya. Birisi ölüyor ama bunu hissediyorum. Birimiz ölüyoruz orası kesin. O ölüyor galiba… Ben ölüyorum… Gerçi ne değişecek ki onu da anlamış değilim. Her hâlükârda bir ölüm anını yaşıyoruz şuan. Sanırım şimdi içinde bulunduğum bu durum daima muallakta kalacak olan benim “ÖLÜM ÂNIMDIR.”

 

İLGİLİ HABERLER

Hafta sonu öykü önerisi: Dinle Beni*

Hafta sonu öykü önerisi: İntiharcı*

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 05:14:00