A password will be e-mailed to you.

I. İstanbul Tasarım Bienali kapsamındaki Musibet adlı mimarlık sergisinin küratörü mimar Emre Arolat ile şehirleşme ve İstanbul üzerine sohbet ettik.

 

Ayşe Çavdar: Size niye Musibet diye sormayacağım. Söylemişsiniz zaten. Olup bitenler karşısında hafif çıldırmayla neler oluyor araştırması gibi görünüyor. Kavramı oluştururken İstanbul’da yaşayan ve ona müdahale eden bir mimar olarak ne gibi musibetlerle karşılaştınız?

Emre Arolat: Sanıyorum, nasıl irkildiğiniz masanın ne tarafında oturduğunuzla ilgili olarak değişiyor. Sizler doğrudan maruz kalıyorsunuz bir şeylere, ben maruz kalınan durumu yaratan aktörlerden biriyim. İki tarafa da oturuyorum. Şunu gördüm: Son on, hatta on beş yıldır, müşteri diye gördüğümüz, bize iş ısmarlayan insanların beklentileri çok değişti. Benim anne ve babam da mimar. Onların da müşterileri vardı. On yedi yıl kadar onlarla çalıştığım için kendi mimari hayatımın ilk bölümünde onların müşterileriyle birlikte oldum. Başka türlü bir durum vardı. Daha iyiydi demek istemiyorum ama paradigmatik bir farklıılk vardı. O zaman arabanın içinde sigara da içiliyordu. Herkes otobüste, uçakta sigara içiyordu. Dünyada başka türlü biliniyordu her şey. Teknoloji de başka türlüydü… Bir defa kente özel sektör kanalıyla yapılan müdahalelerin içeriği ve şekli değişti. O zamanlar özel sektörün büyük binalar, müdaheleler yapacak gücü yoktu. Değişmeyen bir tek şey var, o da merkezi yönetimin tahayyülleri, kent üzerindeki bir takım hayalleri. Özel sektör farklı duruma geçerken devletçilik ortadan kalkıyor her şey özelleştiriliyor, liberal ekonomi ya da işte ne haltsa, ama merkezi yönetimin hayalleri hep aynı kalıyor. Ben Menderes’in kent hakkındaki tahayyülleriyle bugünkü başbakanın fikirleri arasında hiçbir fark olduğunu düşünmüyorum. Biraz güncellenmiştir olsa olsa. Kafa yapısı olarak, kente müdahale kanallarının açılma biçimi olarak, kente nasıl müdahale edilir sorusuna verilen açısından fark yok. Bu bana ilginç geliyor. Bir coğrafyada yaşayan insaların çok önemli bir bölümünün değiştiği, onları temsil eden merkezi yönetimin hiç değişmediği bir durum çok garip geliyor. Ciddi bir tansiyon oluşuyor. Menderes, Vatan Caddesi’ni açtığında bu adam ne yapıyor diye sormuyordu kimse. Büyüklerimiz yapar diye görüyordu. Şimdi bana ilginç gelen de şu: Özel sektör değişmiş, dünyaya başka türlü bakıyor, beklentileri farklı… Böyle olmasına rağmen, yönetenle yönetilenler arasında koca bir ilişkisizlik var. Bu bağlamda hiç değişmedi. Hiç kimse hala üçüncü köprüye, üçüncü havalimanına, İstanbul’un kuzeye doğru gelişmesine ciddi anlamda ses çıkarmıyor. Bu coğrafyada kaynayan bir durum yok. Aymazlık diyemeyeceğim. Bilgisizlik diyeyim…

 

Ayşe Çavdar: Daha beteri…

Emre Arolat: Dünya değişti. Bazı şeyler hiç değişmedi. Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, aslında belki daha da gerilere gidersek otoritenin kendi kendine karar almak zorunda olması hikayesi… Ben acıyorum da… Bu başbakanın arkasından çok şeyler söylenecek, lanet edilecek ve farkında değil. Kültür bir noktaya kadar tutabiliyor meseleyi. Avrupa kentleri de teslim alındı. Paris’te de Araplar Champs Elysées’i alıyorlar. Petrolden başka bir kaynak bu kadar etkin bir biçimde ortaya çıkmadığı sürece bu böyle galiba…


Ayşe Çavdar: Musibet’e girecek işleri nasıl seçtiniz?

Emre Arolat: İlk defa Tasarım Bienali düzenleniyor. Tasarım bienallerinde iki yaklaşım durumu var. Biri parlak projelerin, var olanın bir araya getirilmesi, toparlanması… İkinciyse bir problem belirleyip üretmek. Biz ikinci yolu seçtik. Bu kadar meşakkatli  bir yol olduğunu bilsem seçmezdim. Doğrusu Nil Aynalı küratör yardımcısı, ama proje seçimlerinde ben onun yardımcısıydım. O yaptı. Kilit isimlerle ben konuştum. O yürüttü. Biraz da onun kuşağının bu işin içinde olmasını doğru buluyordum. Bizde herkes artık 50 yaş konformizmine ulaşmış ve bizden sonrakiler yapsın diyor. Birkaç deli var benim yaşımda, her yerde konuşuyor. O kadar çok, o kadar her yerde konuşuyorlar ki takılmaz hale geliyor  konuştukları doğru söylüyor olsalar da…  Barselona’da bir sergi gördüm. Herkese onu anlatıyorum. Kentsel tasarım dönüşüm sergisi mesela. Hemen karşısında protesto manifesto sergisi vardı. İspanyollar ayaklanmış durumdalar ve hükümete geri adım attırıyorlar. Sıkı mı o kadar adam ayaklanacak bizde? Olmuyor.

 

Ayşe Çavdar: Biraz onu deşmek lazım. Bilgisizlik dediniz ya, tam tersine bilgi var. Emlak piyasasının planlarını biliyor herkes mesela… İstanbul’da doğmuş, büyümüş eğitim almış, derdi olan bir mimarsınız. İstanbul kendi musibetlerini siz yetişirken nasıl ifade etti? Mimarlık öğrencisiyken ne gördünüz? Şimdi kendi musibetiyle ilgili ne söylüyor?

Emre Arolat: Ben İstanbul’a sonradan gelmiş bir ailenin içinde büyüdüm. Daha doğrusu baba tarafım İstanbullu ama Ankara macerası var. Annem Bursalı. Beş yaşındayken Ankara’dan buraya geldik. İki yüzü vardı İstanbul’un benim için. Ev dediğim şeyin bulunduğu ortam, bir de Galatasaray Lisesi ortamı. İki İstanbul var. Etiler, Levent, Bebek gibi hayli seçkinci ilişkilerin aile ortamı olarak da yaşandığı, bir yüksek sosyete muhabbetinin içinde bulunulan, cuma akşamları içine girilip pazartesi çıkılan. Pazartesiden itibaren Beyoğlu’nun akşamüstü en perişan kahvelerinde, geceleri pavyonlarında daha da beter geçen sekiz-on yıldan bahsediyorum. Bu ikilemi çok severdim. Kıyafet değiştiriyordum. Hafta sonu giydiğim kıyafetleri okula giyseydim mesela olmazdı. Hafta sonu markalı anorak giyiyordum. Pazartesi parka giyip okula gidiyordum. Bu değişimden acayip hoşnuttum. Okulda yatılı olduğum için iki ay boyunca hiç değişmemiş çarşafta yatıyordum öte yandan.

Sonuçta İstanbul’a biz de sonra geldik. Zaten seçkin durumu oluşturan insanların çoğu İstanbul’a sonra geldiler. Beyoğlu’nda ise hiç İstanbullu yoktu. Çoğu insanın dışarıdan geldiği bir yerdi. Bizim muhatap olduğumuz insanların hepsi Kayseri, Diyarbakır gibi yerlerdendi. İstanbul tepsi gibi bir yer. İnsanlar  onun üzerinde orayı hiç sahiplenmeden duruyor, üzerinde durdukları yeri kullanıyorlar. Seçkin kesim de tam sahiplenmiyordu. Şu anda üniversiteyi atlıyorum. Farklı bir sey yoktu. Amerika’da okuma sevdasıyla oraya gönderilmemiş olmanın hayalkırıklığı yüzünden çok kötü bir ortamdı. Fındıklı’da, berbat bir binada okuduk. Çok çok kötüydü. Onu atlıyorum. Şimdi gördüğüm kadarıyla İstanbul’un böyle tepsi olması ve herkesin üzerinde dolaşması durumunda artık iç içe geçmiş bir durum var. O seçkin durum kalmadı. Bu farklı konumları birbirleri içinde erimeye başladı. Seçkin konumu sağlayan ayrıştırıcı ekonomik durum bitti. Beyoğlu kanalında ise Ağaoğlu gibi, esasen henüz burayı kullanmayı bilmeyen, “param var böyle yaparım” diyen kültürel altyapının hakimiyetinde bir durum söz konusu. Tepsi durumu sürüyor. Merkez ülkelerdeki kentlerle en önemli fark, galiba bu. İstanbul’u kullananlar onu benimsemiyorlar. Son birkaç yıldır bütün bunlarla birlikte bir parlaklık var üzerinde İstanbul’un.


Ayşe Çavdar: Maalesef…

Emre Arolat: Aslında maalesef diyemiyorum. Bu büyük bir potansiyel ve çok kötü değerlendiriliyor Daha doğrusu değerlendirilemiyor.

 

Ayşe Çavdar: Onu soracağım. Değerlendiriliyor mu? Bir tek İstanbul’un başında yok bu musibet. 1970’lerden sonra Avrupa’yı ezdi geçti. Paranın olduğu her yerde bu musibet var. Dünya, şehirlerden ne istiyor?

Emre Arolat: Dünyada gezen bir para var. Bir de sabit duran para var.  Gezen para gezerek şehirleri parlatıyor. Murat Güvenç’in city user, şehir kullanıcısı dediği bir grup, kendisini hiç oralı, o bölgeden hissetmese bile o şehri kullanmaya muktedir. İstanbul’un göbeğinde bitmiş bir residance projesine gidip baktım. Oturanların yüzde 90’ı Arap. Hakikaten içeri girdim ve şaşırdım, Arabistan gibi. Kahvaltı salonunda sadece Araplar var. Çok ilginç bir durum, hemen hatırladım Londra da öyle… Temmuz’da Londra’ya gittik. Orada One Hyde Park diye yeni bir yapı var. En pahalı apartman dairelerinin bulunduğu bir bina. 180 metrekare, 140 milyon dolar. Boğaz görmez, bir şey görmez. Hyde Park’a bakıyor. O apartmanın bütün sakinleri Arap’mış. Hiç İngiliz yok.  Ben etrafı dolaşmayı çok severim. En berbat yerleri de, en kalantor yerleri de görmek isterim. Mayfair Hakkasan Lokantası’na gittim. Tek bir masada bile İngilizce konuşulmuyordu. Herkes Arap’tı.

İstanbul’da da bu yaşanacak. Kredi notu da yükseldi. Tamam. Evvelki gün işverenlerden birisiyle, Emre Torun’la konuşuyordum. Şunu söyledim: Bakın siz Türk insanının alışkanlıklarına göre daire yaptınız. Bu bitti artık, Arap insanının alışkanlığına göre yapmamız lazım. Dünya, şehirlerden ne istiyor? Şehirler, city user‘ların akınına maruz kalıyor. Durağan para da bulutun üstüne çıkmaya başlayıp yağmur olunca, mesela Çin’de olduğu gibi ortaya bu manzara çııkyor. Geçen yıl Şanghay, Pekin vs. biraz da o çevreyi dolaştım. Periferik yerleşimleri… Hakikaten inanılmaz bir değişim, dönüşüm, bizimki halt etmiş. Her şeyi değiştiriyorlar. Kültür tutamıyor meseleyi… Bir noktaya kadar tutabiliyor. Avrupa kentleri de teslim alındı. Paris’te de Araplar Champs Elysées’i alıyorlar. Petrolden başka bir kaynak, bu kadar etkin bir biçimde ortaya çıkmadığı sürece bu böyle galiba.

 

Ayşe Çavdar: Tek tek ev projelerinizi bir tarafa bırakıyorum. İpekyol’dan sözü açmak istiyorum. Yaptığınız düzenlemenin hiyerarşiyi kırmak, orada çalışan işçilerin gündelik hayatlarını göz önünde bulundurmak gibi dertleri var. Hak ettiği ödülü de aldı. Öbür uçta da Zorlu Center var. Dışarıdan bakıldığında kendi içine kapalı, şehrin merkezinde, ama ayrıksı duruyor. Orada hiyerarşi var. Sahip olunan refah düzeyiyle ilgili, şehirden de onunla ayrılan bir proje. İpekyol’da, bir üretim alanında hiyerarşiyi yok ederken, Zorlu’da gündelik hayatın içinde tekrar inşa ediyorsunuz. Bu müdahalelerinizin şehre söylediği cümleler var. Şehre müdahale ederken ne demeye özen gösteriyorsunuz bir mimar olarak ve bunu özgürce diyebiliyor musunuz?

Emre Arolat: Şehir kullanıcılarının arasındaki mesafeyi hem sosyal ve sınıfsal hem de kullanım becerisi anlamında ortadan kaldırmaya muktedir olunamaz, ama bu sınırları azaltmaya yönelik her aracı dibine kadar kullanmak gibi bir derdim var benim. Bunlar hamlelerdir. Müdahaledir. Biz yapmasaydık da İpekyol iyi bir üretim tesisi olurdu. Avrupalılar beğenirdi. Ağa Han önemsemiş olmayabilirdi. İpekyol çok tepki aldı. Edirnelilerden de, İpekyol’u inşa ettiren ailenin kimi fertlerinden de… Onu sürükleyen Yalçın Ayaydın oldu. Kardeşine karşı bile savundu. Kardeşi de karşıydı binaya. Kaldı ki ben İpekyol’un güzel bir bina olduğunu düşünmüyorum. Kutu gibi. Zorlu da çok güzel bir bina değil ama bir seyle uğraşıyor. Henüz ortada değil o şey. Size çok basit bir sey çizeceğim. Şehir son dönemde diyagramlar halinde gelişiyor. Duvarlar içinde bir seyler oluyor. Her birinde farklı bir hikaye var. Her biri pek çok unsur içeriyor. Sosyal tesis deniyor mesela. Ama bunlar birbirleriyle hiçbir şekilde ilişki kurmuyorlar, kuramazlar. Arasında duvarlar olduğu sürece ilişki kurulamıyor. Bütün gated comumnity‘ler böyle tasarlanıyor. Şuna ihtiyaç var mı diye soruyoruz? Yıllardır sorduğumuz bir şey… Hatta iki önceki Rotterdam Bienali’nde bir projemiz vardı, Ego İstanbul diye. Göktürk çok damardan örneği bunun. Orada mesela bu duvarları kaldırdığımız zaman arada oluşan mekânın nasıl iyi bir kamusal alana döneşebileceğini kurgulamıştık. Göktürk’te dört proje yaptık. Hatta araştırdık, bölgedeki suç unsurunu yaratanların yüzde seksenini buralardaki güvenlik görevlileri oluşturuyordu. Güvenlik görevlilerini ortadan kaldırsak suç oranı düşüyordu. Kimi kimden koruyoruz? Ama piyasanın güvenlik diye bir talebi var. Bu çok önemli. Kentin bence önemli bir problemi. Kendisini başkalarından farklı gören bir popülasyon olduğu müddetçe de sürecek.

 

Ayşe Çavdar: Ve bu popülasyon sürekli yer değiştirmeye devam ettiği müddetçe…

Emre Arolat: Binalar güzeldir, çirkindir. Zorlu Center’in kentle ilgili en önemli tarafı kentlilerin yıllar boyunca boşluk olarak görmeye alıştığı bir yere koskaca bir kütle koymasında. Zorlu Center kullanılmaya başladığında birdenbire anlaşılacak orada yaptığımız şey. O da şu: İşin en başından itibaren bu kütleyi caddeye bağlayan küçük bir sokak planlıyor olmamız. (Çiziyor) Bu benim ütopyam. Ahmet Zorlu’ya böyle yönelttik. (Çizmeye devam ediyor) Genel müdür geldi, “Bu kapı böyle olmaz ki herkes içeri girer" dedi. Bunun üstüne istifa ettim. İşi bıraktım. Tekrardan zar zor girdim. Sonra devam ettik. Bu kapının yeri değişiyor. On beş gün içinde yere değecek. Sembolik bir tansiyon noktası olarak işlev görecek. Yere değme noktasında da bazı ayrıntılar gerekecek.

Biz eğer bu hikayeyi böyle böyle, mevcudun üstüne çıkılabilir hale getirirsek, zamanın, hatta piyasanın bile iyi bir ilaç olabileceğini düşünüyorum. Şahane bir manzara var burada. Yeşilleniyor. Bir arzu mekanı haline gelecek. O andan itibaren kimse onu kapalı tutamaz. Böyle tuzakları var projenin. Ben de merakla bekliyorum.

 

Ayşe Çavdar: Şimdi size başka bir şey soracağım. Babam gecekondu yapardı. Gecekonduyu bir gecede bitirmek zorundasınız. Ertesi gün sobanızı kurar, perdenizi takar beklersiniz. Zabıta gelir, tutanağı tutar, ev sizin olur. O kişi için yapılacak ev inşaatında bütün mahallenin birlikte çalışması gerekir. Yeni gecekondunun pozisyonunu kendi evine göre de ayarlar komşu. Birlikte yapıldığı için toplumsal ilişkiler ağı üretir daha yapılırken. Buna toplumsal tasarım diyebilirim. Birlikte tasarlanır. Siz de tasarlıyor ve tasarlarken bir yandan da orada yaşayacak topluluğu şekillendiriyorsunuz. Bu bana iki ayrı uç gibi geliyor. Siz o topluluğa bir yaşama şekli öneriyorsunuz. Ama sonuçta onlar da içine yerleştiklerinde başka bir şey koyuyorlar ortaya. Sizin yaşadığınız gerilimi öğrenmek istiyorum. Mimar ve onların egoları vs. Biraz onu fark etmiş ve bununla ne yapabilirim demiş birisiniz. Musibet‘te bu soruyu da soruyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Toplumun ürettiği gecekondu anonimdir. Sizinse yaptığınız her işin üstünde isminiz var. Kendinizle nasıl mücadele ediyorsunuz?

Emre Arolat: Kendimle nasıl mücadale ettiğim karmaşık bir hikaye. Bu olaydan kendi bireysel varoloşunuzu tamamen çıkaramayacağımız gibi, onu en ön plana koyduğunuzda böyle bir hikayenin içinde sağlıklı da kalamazsınız. Yaşadığımız pek çok şey bize bir hayat görüşü veriyor ve o çerçeve içinde kalmak durumundayız. Dün Mardin’de “hem Zorlu Center’ı yapıyorsunuz hem Fener-Balat Projesi’ni reddediyorsunuz? Ne alakası var?” diye sordular bana. Mardin’de Mimarlık Fakültesi’nde, hocalar soruyor. Cevabı verince de anladı. Ama dışarıdan bu öyle gözüküyor.

Bu büronun en çok çalışan adamıyım. Gece saat üçten önce gitmiyorum. Kimse inanmıyor. Kokteyl kokteyl gezen, buraya gelip arada bakan biri var, bu işler öyle çıkıyor, sanılıyor. İnanmadığınız hiçbir şeyi yapmadığınıza kendinizi inandırabiliyorsanız, o zaman varolabiliyorsunuz. Benim için kritik nokta, adımın yavaş yavaş duyulmaya başladığı anda ortaya çıktı. Önce duyulsun diye uğrasıyor insan. Sonra hay Allah niye duyuldu, diye sikâyet ediyorsunuz. İzmir’de yaptığım bir projenin lansmanı oldu. Çıkan yazıları okudum. “Emre Arolat yapa yapa bunu mu yaptı, ne kadar rezil bir şey.” Ya da “Ege’nin İncisi”… Ortası yok. Bu adam ne yapmaya çalışıyor? O yok.

Birisi dışkının içine atmak için uğraşıyor, öbürü de satış tandanslı olduğu için işi göklere çıkartıyor. Aslında ikisi de değil. Orada bir şey yapmaya çalışıyoruz. Ancak tanınmayan birisiyseniz yaptığınız şeye, nesneye, nesnenin kendisine ilgi çekilebilir. İki sene evvel ODTÜ’de gizli rol modeli çalışması yapıldı. Ben açık ara birinci çıktım Mimarlık Fakültesi’nde. Ama en çok eleştirilen mimar olarak da ben çıktım.

 

Ayşe Çavdar: Musibet sergisine gelen bazı işleri merak ettim. Mesela Bahar Korçan’ı niye aldınız oraya?

Nil Aynalı (Musibet sergisi asistan küratörü): Davetliler vardı, bir de açık çağrıya katılanlar. Bir yandan oluşturulan kavramsal çerçeveyle ilişki kuracağını, iyi iş üreteceğini düşündüğümüz insanları davet ettik sergiye. Bu biraz kendi ilişkiler ağımızda kalmak durumundaydı. Zihinsel angajmanlara tutulmuş kitleden ziyade arayışta olan, söz söylemekten korkusu olmayan, genç (genç olunduğu zaman kaybedecek şeyler de az olabilir), kişilerle çalışmak istedik. Başardığımızı düşünüyorum. Söz söyleme platformu haline geliyor bienal. Herkesin kendi sözünü söylediği bir platform. Davetlileri de bizim konumuz bu, bununla ilgilenir misiniz deyip, onları serbest bıraktık. Projeleriyle geldiler ve özgür bir alanları oldu.

Emre Arolat: Davet ettiğimiz ve beğenmediğimiz oldu. Bahar onlardan biri değil. Davet eden benim. Doğrudan hep aynı kanaldan, hep aynı noktadan bakmayanlar bu hikayeyi nasıl görüyor diye merak ettik. Fos çıkan da oldu. Bahar’ınki biraz süreç içinde gelişen, kendi kendine son dakikaya kadar anlamadığımız bir şeydi. Naif bir profesyonelizm var o işte. Öyle söyleyeyim. Bütün projelerin aynı kudrette ya da aynı noktalarda kudret gösteren işler olmasından ziyade farklı parlaklıkların olmasını tercih ettim.

 

Ayşe Çavdar: Şimdi olsa şöyle yapardım dediğiniz var mı?

Nil Aynalı (Musibet sergisi asistan küratörü): Bunun sonu yok. Yine aynı yönde giderdik. Sesleri çoğaltmak isterdik. 33 proje var. Çok azı yurt dışından…

Ayşe Çavdar: En güzel tarafı…

Emre Arolat: Roterdam Tasarım Bienali bitti. Ertesi gün iki sene sonraki küratör atandı. Biz toplam sekiz ay çalıştık. Roterdam’ın bütçesi 8,5 milyon Euro. Bizimki bayağı azdı.

 

Ayşe Çavdar: Yer konusunda ne diyorsunuz? İstanbul Modern’in de bütün o tartıştığınız musibetin aldığı şekil çerçevesinde bir konumu var bu şehirde…

Emre Arolat: Seçme şansımız yoktu. Yapacak bir şey yoktu. İşveren burası diyor. Binayı buraya yapacaksın der gibi… İstanbul Modern’de olduğu için geri çekemezdim. Daha zor da olsa onu yapmak zorundaydık. İstanbul Modern’in İstanbul’un içinde bir konumu var çok net. Söylediğiniz havanın kırılması fena olmazdı. Galata Rum Okulu’na da kimse gitmemişti. Şimdi herkes gidiyor. Kültür endüstrisi kavramının içinde bütün bu hikayenin bulanıklaşması, aradaki sınırların dağılması bana iyi geliyor. Şunu seviyorum; karşınıza bir bariyer çıkıyor, onunla mücadele ediyorsunuz… Mücadale etmeyi seviyorum. İstanbul Modern bu işin damarı.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 05:11:23