A password will be e-mailed to you.

MAhsum Çiçek Mardin Bienali’ni yazıyor.

“Mitolojiler” başlığı altında 3. Uluslararası Mardin Bienali, 63 sanatçı ve eserleri ile 10 mekanda farklı küratöryal sunumla seyircisi ile buluştu. Mor Efren Manastırında açılışı yapılan Bienal pek çok özelliğinden dolayı tartışılmaya değer. Öncelikle Mor Efren Manastırı denilince zihinlerde uyanan ibadet yeri algısının dışında bir yapı ile karşılaşıyoruz. Manastır adeta harabeye dönüşmüş ve kendi üstüne yıkılmaya bırakılmış. Avlusuna girdiğimizde İngiltereli sanatçı Stuart Brisley’in “Mezopotamyalı Kedinin Evi” işinden duyulan ağıt sesi ile irkiliyoruz. Brisley, bir tahta üzerinde ölü bulunan ve çürüyen kedinin cesedini beyaz sprey ile boyayarak mekana müdahale etmeden tahta molozlar arasında sergiliyor. 

Bienal, pek çok toplumsal yaraya, kadın cinayetleri, batıl inançlar, şahmeranlar, töreler, çarpık sosyal ve kentsel yapılaşmalar ve daha pek çok şeye aynı anda değinme gayesi taşıyor. Belki de bu yüzden Viyanalı sanatçı Lena Von Lapschina ”İşaretler ve diyaloglar” işini Mardin’de en çok duyduğu “EZ BAWER NAKIM”  (inanmıyorum) cümlesini duvara yazarak toplumsal kanıyı ortaya koyuyor. 

Bienal açılışına bir performansla katılan Dilara Akay taş ile özdeşleşen Mardin’de bu sefer betondan fallik bir öğe ile ataerkil sisteme eleştirel bir gönderme yapıyor. Akay “Ark 170” adını verdiği heykeli ve etrafında sergilen performans, herkesi düşündürdüğü kadar gülmesine de neden oluyor. Kırmızı gelin kuşakları ile bağlanan ve bereket tanrısını andıran fallik öğe davullu zurnalı ve etrafında halaya tutulan kadınlar eşliğinde açılışı yapılıyor.

Mardin’de mitolojiler denilince akla gelen diğer bir söylence Newrozdur. Söylenceye göre Demirci Kawa Zalim Tiran Dehak’ı öldürür ve büyük bir ateş yakarak herkese özgürlüğü müjdeler. Nezir Akkul’un aynı isimli (255*525) ebatlarındaki işi, Diyarbakır kentine dair futuristik bir anlatım ortaya koyuyor. Eser geleceğin dünyasında nelerin değiştirilebileceği ve nelerin değiştirilemeyeceğine dair güzel bir örnek sunuyor.

Bienal içinde görünen olduğu kadar görünmeyene değinen ya da seçilmiş olanın dayattığı algıyı yıkmaya çalışan ve kaçak olarak katılan Amar Kılıç, Bienale katlanmış bir kâğıt üzerine “Mangaldaki Takım Çantası”  ve altına ismini yazarak müdahil oluyor. Amar Kılıç atıl durumunda bir mangal ve kullanılmayan eşyaların atıldığı ve bir kümese dönüşen manastırın bir odasını bienalin bir parçası haline getiriyor.  Kümes içinde kuluçkaya yatan tavuklar ve anneleri ile etrafta dolanan civcivler serginin belki de en çok ilgi çeken eserine dönüşüyor. Amar’ın işi, isim, aidiyet ve mekanın sahiplenmesi arasındaki sorunsalları tekrardan düşündürüyor ve mekana tekrardan bakmamıza yol açıyor.

İktidar olgusunun olduğu yerde sömürünün de olacağını ve dünyanın her yerinde insanların geçmişte olduğu kadar günümüz dünyasında da bu sorunsalla mücadele ettiğini kendi ülkesinin mitolojileri üzerinden anlatan Kahire’li sanatçı Khaled Hafez sanatın yaşananlar karşısında nasıl konumlandığını da anlatır. “Başkanlar ve süper kahramanlar üzerine” adlı videosunda 1967’de Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdul Nasır’ın halka seslenişini elektronik müzik ve hareket kazandırdığı fotoğraflarla müdahale ederek bir belgesele dönüştürüyor. Video tanrıların siyasi aktörlere dönüşümünü ve siyasal yönetimlerin insanlara daha da baskıcı düzenler dayattığı gerçekliği ile karşı karşıya bırakıyor.

Bienal mekanları ile Mardin sokaklarını baştan başa dolaşıyoruz. Mekanlarda sergilenen işlerin çoğu mekana özgü tasarlanmış ve gittikçe genişleyen bir anlatıma kavuşuyor. Kırklar kilisesindeki Melih Apa’ın “Söz Havuzu (Hayyam)” isimli anagram heykeli bir karmaşaya dönüşen kültürel farklılıkları Ömer Hayyam’ın rubailerini iç içe geçirerek daha da karmaşayı anlatırken, Mardin Müzesinde Hakan Kırdar’ın “Rızık” adlı yerleştirmesi ve sunulan tarhana ile mola veriyoruz.

Mekanlardan öyle bir tanesi vardı ki içinde sergilen hiçbir eser ile uyum göstermiyordu. Birinci dünya savaşında Alman karargahı olarak kullanılan ve sonrasında Alman Karargahı olarak ismi değiştirilen İskender Atamyan konağından bahsediyoruz. Mekanın gerçek sahipleri hakkında araştırma yaptığımızda 1915’te tehcire tabi tutulan ve mülkleri alıkonulan Mardin’in önde gelen Ermeni bir aileye ait olduğunu öğreniyoruz. Penceresiz ve kapısız İskender Atamyan konağı hala bir savaşın izini taşıyor ve otuza yakın sanatçının işleri yer alıyor. Mekandaki her iş adeta konakta yaşananları dile getiriyor gibi bir cümle kurmak ancak romantik ve gerçekliği barındırmayan bir ifade olur. 1915’te yaşanan katliamın üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen katliamın yaşandığı topraklarda değil de Venedik Bienalinde tartışılması düşündürücü. Bienaller ve tarih yazımı arasındaki bağıntılar düşünüldüğünde hiçte tatmin edici sonuçlara ulaşılamadığı ve vasat bir yol izledikleri görülmektedir.

Bienalde dikkat çeken diğer bir eser sanatçı Mürüvet Türkyılmaz’ın açılmadan ambalajında sergilen “Varla Yok Arasında” işi ve işin neden açılmadığına dair açıklama metni oluyor. Sanatçının eserinin neden açılmaması gerektiği hakkında ayrıca https://varlayokarasında.wordpress.com/ sitesinden daha detaylı bilgi öğrenilebilir. Türkyılmaz’ın metni okununca Kobanê’de yaşananlar ve Kobanê için yapılan eylemleri tekrardan hatırlıyoruz ve ölümün olduğu yerde hiçbir şeyin daha ciddi olmadığını dile getiriyoruz.

Mitolojilerden hareketle yola çıkan Mardin Bienali her ne kadar Mardin’in toplumsal dinamiklerine teğet geçse de kente kattığı sanatsal kimlik ile renkli bir etkinliğe dönüşüyor. Bienal, 15 Haziran’a kadar gezilebilecek.  

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 01:31:45