A password will be e-mailed to you.

Mitlerin izini sürerek Mardin’de Bienal izlemenin keyfi başka.  Şamanları, şahmeran efsanesi, sayısız söylencesi, tarihî yapıları, efsunlu hâliyle Mezopotamya’nın bu en eski şehirlerinden birinde düzenlenen Bienalde, şehrin kendisi başlı başına bir yapıt.  İşler şehri yakalamaya çalışıyor adeta!

Geçtiğimiz yıl Kobani olayları nedeniyle ertelenen 3. Mardin Bienali 15 Mayıs’ta başladı. Bu yıl “Mitolojiler” başlığıyla Mardin Sinema Derneği tarafından düzenlenen etkinlik diğer Bienallerden farklı olarak tek bir küratör tarafından şekillendirilmedi, iyi de oldu. Kolektif bir anlayışla yola çıkılan Bienalde aralarında Döne Otyam, Ferhat Özgür, Canan Budak, Fırat Arapoğlu, Mehmet Baran, Sait Tunç, Mesut Alp, Fikret Atay, Hakan Irmak, Ferhat Satıcı, Hülya Özdemir, Claudia Segura Campins, Can Bulgu’nun bulunduğu grubun seçimleri sonucu yirmisi yabancı altmış iki sanatçının işleri sergileniyor.

Bu yılın önemli bir özelliği sanatla zanaatın bir araya getirilmesi ve yerel halkın Bienalin bir parçası olması. Mardinlilerin dükkânlarında, atölyelerinde yıllardır biriktirdikleri eşya da Bienalde sergilenen işler arasında. Metin Ezilmez’in atölyesinde gezip yılların yaşanmışlığını izlerken tanıdık parçalarla paralel hayatlar bağlantısını kuruyorum hemen.

Mor Efrem Manastırı, Alman Karargahı, Keldani Kilisesi, Mardin Müzesi, Videoist, Açık Hava Sineması ve Mardin Çarşısı Bienalin bu yılki mekânları. Mor Efrem Manastırı’ndaki açılışta Dilara Akay, kadın sorunundan yola çıkarak gerçekleştirdiği performansını yörenin genç kızları, kadınlarıyla beraber sundu. Bekâret sembolü kırmızı kurdelenin ‘çözülüşü/yok edilişi’ davul zurna eşliğinde kutlanırken isteyen herkes halaya eşlik etti.

Festival havasında gerçekleşen açılışın bir diğer sanatçısı Halil Altındere ise özel projesinde küçük yaştaki Mardinli kızları Bienalin rehberi olarak görevlendirmişti. Metinlerini çok iyi ezberleyen kızlar yakaladıklarına bir çırpıda bilgileri aktarıyorlar. Görevleri diğer sergi mekânlarında da sürüyor. “Canan abla bu videoda doğurmayan kadınları anlatıyor” diye ciddi ciddi anlatarak, işlerini başarıyla sürdürüyorlar. Rehber kızlar Bienalin en çarpıcı canlı performanslarından.

Yüzyılların geleneği, töreleri içinde kadına atfedilen görev/sorumluluk/ zorunluluk ekseninde kadın konusu etrafında şekillenen işler öne çıkıyor doğal olarak. Eda Gecikmez anneannesinin torunlarına yaptığı seccadelerle karşılıyor izleyenleri. Haberi olmadan çekilen videoda anneannesi Yozgat’ta köyde nasıl kendi iradesi dışında evlendirildiğini, çocuğunun ölümünü anlatırken, okuma yazma bilmeyen bir kadının seccadelerle şekillenen hikâyesine tanıklık edip, parçalanmış bir hayatın / mitolojinin ipuçlarını yakalıyoruz. 

Canan Budak’ın “Medet” adlı video çalışmasında ise Mardin’de doğurmayan kadınların uğursuz olarak nitelendiğini, bu uğursuzluğu kaldırmak için düzenlenen ritüelleri görüyoruz. Suçlanan taraf hep kadın!

Iraklı Isabel Rocamora’nın video işinde de sürgüne uğrayan kadınlar var. Uçsuz bucaksız bir çöl manzarası eşliğinde iki kadının yakınmalarıyla dile geliyor acı/ çaresizlik/ yok oluş.

Sürgün, göç konusunu en iyi işleyenlerden biri de İspanyol Juan Del Gado. “Vücutsuz Oklar” adlı çalışmasında perdedeki çalkantılı deniz görüntüsü eşliğinde yerde kumun üzerinde dağılmış ayakkabılar görülüyor. Göçten geriye kalanlar. Del Gado’nun 2003 yılında İngiltere’ye gelen göçmenler üzerine yaptığı bu iş doğal olarak hâlâ güncelliğini koruyor. Üstelik ürkütücü biçimde.  Del Gado, bu sergi için ayakkabıları Mardinli çocuklardan toplamış. Şu sıralar da Suriyeli göçmenler üzerine bir belgesel hazırlıyor.

Thierry Payet, şehrin çarşısındaki bir dükkanda Şahmeran resimleri arasındaki yerleştirmesi ve anlatılanların izinde oluşturduğu kitabıyla, söylencelerin renkliliğinde mistisizmin peşinden sürükletiyor izleyenleri. Kitabını okuduktan sonra Mardin’den birçok kişiyle konuşmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi: “Kale de benim için önemli. 80’den önce orada futbol oynardık, tarihi taşları düzenleyerek kale yapardık, şarap içer, çaldığımız tavukları mangalda kızartırdık. İnsan hepsini denemeli, hamamı, medreseyi, camiyi, Roma Kalesi’ni, kuyuları”… “Elektrik yoktu, televizyon yoktu. Hikâye anlatanlar vardı. Geceleri toplanırdık, onlar hikâye anlatırdı. Buna ‘gece geçirme’ derdik”… “Başıma gelen en iyi şey Suriyeli komşularım oldu”.

Başlığı “Mitoloji” olan bir Bienalde, üstelik Mardin’de Şahmeran etrafında dönen işlerin olmaması düşünülemez kuşkusuz. “Buralarda aşklar ölümünedir” deyişiyle ölümsüzleşen Şahmeran, Aysel Alver’in figür olarak kendini kullandığı “Merhamet, Merhamet” adlı çalışmasında Ortadoğu topraklarında aşkın ölümüne yaşanmasına dikkat çekerken, kadın dramı üzerinden ‘merhamet’ diliyor.

Bienalin Mısırlı sanatçısı Khalde Hafez, “Başkanlar ve Süper Kahramanlar Üzerine” başlıklı videosunda ironi dilini kullanıyor ve 1967’de başkan Nasser’in yaptığı bir konuşmayı müzikal animasyon olarak görselleştirirken askerleri de modern maço hâline getiriyor. En hoş kısmı ise “President Election”ın “President Erection”a dönüşmesi oluyor.

Fotoğraf çalışmaları da Bienalde önemli bir yer tutuyor. Murat Germen’in “Emanetler/ İhanetler” adlı işinde Mardin’de gündelik hayata dair fotoğraflar izleyenlerin katkılarıyla şekilleniyor. İsteyenler kendi emanet ve ihanetlerini duvarlara yazı ve nesne olarak iliştirebiliyor. 

Mardinli olan ve yörede sözlü tarih çalışmaları yapan Sait Tunç, “bir nevi Azrail’den erken davranıp” bilgileri alıyor.  Mardinli ailelerin fotoğrafları yan yana sergilediği çalışmasında,  izleyenler arasında annesinin fotoğrafını görüp almak isteyen de oluyor. Tunç’un kendi ailesine de yer verdiği fotoğraflarda bir dönemin Mardin’ine tanıklık ediyoruz. Mardinli olanlar da bir şekilde kendi geçmişleriyle karşılaşırken, Tunç özellikle Mardin’le ilgili önyargıları kırmak istediğini söylüyor. 

Bienalin en irkiltici işlerinden biri, Stuart Brisley’in Mor Efrem Manastırı’nda mekâna hiç müdahalede bulunmadığı bir odadaki “Mezopotamya Kedisinin Evi” adlı çalışması. Mekânda ölü olarak bulduğu kedinin sadece yerini değiştirerek daha görünür hale getirmiş. Yaptığı araştırmalarda yakın zamana kadar evcil kedilerin Mısırlılar tarafından 4000 yıl önce kullanıldığı sanılırken, Glasgow Üniversitesi tarafından yapılan DNA araştırmalarında çok daha öncesinde Mezopotamya’da bulunduğunu keşfetmiş. Esas olan kediyi olduğu gibi bırakıp temizlememek. Aynı tepkiyi Batı’nın da Doğu’ya karşı vermesi ve Doğu’yu olduğu gibi bırakması gerekiyor. Stuart’ın işine eşlik eden zılgıt çeken kadın sesi mekânla kurulan ilişkiye ayrı bir dinamizm katıyor.

Yavuz Tanyeli “Son Köprü” adlı heykeliyle Sırat Köprüsü’ne göndermede bulunuyor. Uzun süredir dinlerle ilgili çalışmalarını sürdüren Tanyeli, toplumsal farklılıkları, İslam’ın ritüellerini incelerken tespihi simge olarak seçmiş. “Son Köprü”de vücut bulan şekli bir kobra yılanı. Ölümden sonrasını sorgulayan Tanyeli’nin heykeli, mitolojik hikâyeleri içinde barındıran bir çalışma.

Mardin Sinema Derneği Açık Hava Sineması’nda gerçekleşen, Işıl Eğrikavuk ve Jozef Erçevik Amado’nun “Her Türlü Mit Özenle Yazılır” adlı performanslarında geçmiş ve günümüz mitleri bir araya geldi: “”Zeus ölüm cinini hemen kurtarır./ Beraber yürüdük biz bu yollarda… Beraber ıslandık yağan yağmurda./ İnsanlar yeniden ölmeye başlar ve ilk kurban olarak Sisifus seçilir/ Biz bunu neden yaptık?/ Yeraltı ülkesinde sonsuza kadar kalma cezasına çarptırılır.”

Mesut Alp, 40 kutsal sayısını ve 39’u anlattığı performansında, önce Dewrêş’in sevgilisi Edulê için giriştiği savaşta düşman sayısının zaman içinde nasıl değiştiğini, çoğaldığını anlatırken, “Olay toplumların kendi ihtiyaçlarına göre hikâyeyi sahiplenmeleridir. Bundan dolayı mitoslar içi büyük boşluklarla dolu metinlerdir demek doğrudur” diyor. Sayılara gelince; 7, 12, 40 hepsinin kendine ait bir mitosu var, performansının başlığı 39’un ise ürkütücü bir yanı: “Daha önce söylediğim gibi Tanrılar dâhil hiçbir varlığın, bitkinin, taşın, hayvanın, çiçeğin kısaca hiçbir şeyin bir fazlası olduğuna inanmam… Her şey olması gerektiği kadardır. Ne eksiktir, ne fazladır. Eğer biri bir şey yaratıyorsa kendisinden eksilttiği şey ile yaratmaktadır ve o yarattığı şey ile tamamdır. Tanrıların yarattığı insan onun zedesinden yani fazlasından değil, kendisindendir, onunla bütün ve tamamdır… O zaman? Şu an kadim Dicle ve Fırat’ın kutsal dokunuşları ile hayat bulan Mezopotamya’da 39, Musul’da 39, Felluce 39, Şam 39, Ramallah 39, Tel Aviv 39, Kudüs 39, Kobani 39, Heseke 39, Madrid 39, New York 39, Bağdat 39, Libya, Mısır, Yemen 39, Beyrut 39, Kerkük, Şengal, Tikrit, Mahabad 39… Ve 17 Ekim 2014, Mardin 39.”

Her sergide olduğu gibi Mardin Bienali de her izleyişte farklı okumalara açık olacak bir etkinlik. Hafızamda kalanlar; Nadi Güler’in “Yoksa Gelen, Yok Gelecek” başlığıyla zanaatçılara selam yolladığı kasketi, Nezir Akkul’un çocukluğunda oyun olarak bildiği “Newroz”u resmedişi, Yaygara’nın Keldani Kilisesi’nin bahçesinde adaleti arayan “Kuluçka”sı, Ani Setyan’ın hırpalandıkları için korunmaya muhtaç olan kalpleri yerleştirdiği kavanozlardan oluşan “Konservasyon”u, Hakan Kırdar’ın yer sofrasıyla açlık/barış kavramlarını bir araya getirdiği “Rızık”ı, Iman Issa’nın kentin içinde bir başına kalan insanın varoluş çabasını anlattığı videosu “Yer Açmak”.

Mardin sokaklarında dolanırken en çok rastladığım isim, Artuk Bey oldu. Üç yüzyıl boyunca Mardin’de hüküm süren Artuklu Beyliği, yönetimindeki tüm halkları barış ve hoşgörü içinde yaşatmasıyla biliniyor. İsminin bugüne dek sürmesi boşuna değil. Zaman, barıştan yana olsun, mitoslar hep sürsün, kimse bizim buralardaki aşklardan Şahmeran’a bahsetmesin!

Daha fazla yazı yok
2024-05-09 07:28:20