A password will be e-mailed to you.

Uzun süredir seramikle çalışan Esra Carus, son solo sergisi ile Tütün Deposu’nda: ‘Yas Yasa Yasak’. Serginin merkezinde sergiyle aynı ismi taşıyan bir enstalasyon dikkat çekiyor. Gezi Davası’nın tutuklularından Mine Özerden için tasarlanmış bir yas çalışması bu. Mine Özerden tutuklandıktan bir süre sonra babası vefat eder ve babasının cenazesine katılmak için cezaevinden getirilir. Özerden’in yasalar tarafından abluka altına alınan, temas edilmesi yasaklanan yasına tanık olanlar arasında arkadaşı Esra Carus da vardır. Carus o anı görsel bir anlatıma kavuşturmak ister ve Yas Yasa Yasak enstalasyonu buradan doğar. Carus, bu işe ‘toplumsal huzur başkasının acısına bakmakla gelecek’ diye not düşüyor. Serginin bütününde yas var; tutulamayan, yok sayılan, yasaklanan, yasa engeline takılan yas-lar. Ama öte yandan bu yasın tutulabilmesiyle başlayacak sağaltım ihtimaline de işaret ediyor, mesela Hafızayı Onarmak kolajı ile. Carus’un kendi işlerinden arda kalan parçaları bir araya getirdiği, onlardan bir kabuk, bir yuva inşa ettiği bir iş, Hafızayı Onarmak: Bir onarım olacaksa da bu yine bizle, yaralarımızla, arızalarımızla, eksiklerimizle olacak. Korkularımız, karanlık yanlarımız, kusurlarımız; hepsi kabul! Onları yok saymayan bir yan yanalıktan, parçalı hallerin ortaklığından bir onarım ihtimali gelişebilecek.

‘Yas Yasa Yasak’ sergisi, sanatçının yakın geçmişe dair tanıklıklarını bir araya getirirken aynı zamanda bir hafızalaştırma da sunuyor. Sergide Roboski de var, Soma da… Batman’daki kadın cinayetleri de var, Gezi davası da… İşlerin önemli bir kısmı 30 yıllık süreçten süzülüyor. Tanıklıklarını, takip ettiklerini, çeşitli anları plastik sanatların diliyle sunuyor Esra Carus. Aslında serginin odağının bu kadar geniş olması coğrafyada ne kadar çok yasın olduğunu da söylüyor bize. Elbette sergiye belli bir ağırlık da katıyor bu durum, zaman zaman takip etmek zorlaşabiliyor, hatta bazen rahatsız ediyor. Sanatçının yakın döneme dair pek çok yaşanmışlığı bir arada anlatma ve gösterme isteğindeki ısrarını tam da tamamlanamamış yas süreciyle ilişkilendiriyorum. Neticede sergi, kolektif yas tutmaya dair bir davet içeriyor. Yas tutmak için bir araya gelme zeminlerinin artmasına davet…

Sergi kapsamında çeşitli etkinlikler de oldu, olmaya devam ediyor. ‘Yakın Dönem Türkiye Tarihine Ortak Bir Bakış’ ve ‘Yasta Tanıklık’ başlıklı iki ayrı konuşma… Sergi kitabının lansmanı ise 11 Mayıs Cumartesi günü serginin küratörü Nazlı Pektaş ve yazar Özlem Altunok’un katılımıyla gerçekleşecek. Sergiyi görmek isteyenler, 18 Mayıs’a kadar Tütün Deposu’nda ziyaret edebilir. Sergiye ve Esra Carus’un anlatım diline daha yakından bakmak için sözü ona bırakıyoruz.

Can Memiş: 30 yıla yayılan bir sanat üretimi sürecinden geliyorsun. Serginde, çalışmalarının ardındaki tarihselliği de görebiliyoruz. Şimdiyle geçmiş arasında kurulabilecek diyaloglar üretimlerini besliyor. ‘Yas Yasa Yasak’ sergindeki işler, nasıl bir arka plandan geliyor ve yakın geçmişle nasıl bir diyalog kuruyor?

Esra Carus: Günlük olayları ve haberleri izleyen biriyim. Geçmişte bir yayın kurumunda çalışmıştım, oradan gelen bir editoryal tecrübem de var. Tarih konularına ilgi duyuyorum, çünkü göç yaşamış bir aileden geliyorum. Dolayısıyla yaşananlara anlam vermek üzere geçmişe dair merak duyan bir ortamda büyüdüm. Çocukluğumda babam Birinci ve İkinci Dünya Savaşı hakkında kitaplar okurdu hep. Özetle ben de günlük olayları hem takip ettim hem de bunlardan etkilenen insanlar üzerine düşündüm. Sosyolojik, psikolojik, felsefi ve tarihsel olarak içinden geçtiğim zamanın anlamını kavrayıp buna dair bir söz söylemek istiyorum bir sanatçı olarak. Bellek ya da tarih çalışmamın ardında böyle bir güdülenme var.

C.M.: Aynı zamanda yaşananları kaydediyorsun.

E.C.: Evet kaydediyorum. Ama dokümanter bir anlatı yapmıyorum. Tanık olduklarımı görsel sanat disiplini içinde yorumlamak isteyen, bunlara anlam getirmek için uğraş veren bir sanatçıyım.

‘Yaptığım İşler Benim O Zamana Ait Şerhlerim’

Fotoğraf: Turgut Okuş

C.M.: Yas kelimesi ile başlıyor serginin başlığı. Biz de oradan başlayalım. Judith Butler’ın ‘kimlerin yaşamının yası tutulmaya değer’ olduğu sorusu, yasın da kendi içerisinde bir hiyerarşiye sahip olduğuna işaret ediyor. Öteki hayatlar, öteki bedenler, normun dışında kalanlar ‘yası tutulabilir’ olmaktan çok uzakta. Bu açıdan Türkiye’nin senin de tanık olduğun 30 yılı nasıl bir yas haritasına sahip? Tutulabilenler, tutulamayanlar, isimleri hatırlananlar, hatırlanmayanlar…

E.C.: 2022’de, Maçka Sanat Galerisi’nde gerçekleştirdiğim ‘Hafızayı Onarmak’ isimli kişisel sergim öncesinde okuduğum Judith Butler’ın Kırılgan Hayat kitabından etkilendiğimi söyleyebilirim. Tam da buna değiniyorum sergide. Değerli-değersiz, yası tutulabilir olan-olamayan anlamında toplumsal kodların nasıl çalıştığına dair düşündüğüm işler yer alıyordu. Toplumsal kategorizasyonu ideolojiler, inançlar, sınıflar üzerinden yapabiliriz. Kırılganlık meselesi bizim adına toplum dediğimiz, bizi bir araya getiren şeyde su yüzüne çıkıyor. Kırılganlık, geçmişle ilgili bir yüzleşme eksikliğinden kaynaklanıyor. Yani helalleşme yaşanmamış sancılı bir geçmişle ilgili. Hatırlarsanız birkaç sene önce Kemal Kılıçdaroğlu helalleşmeden söz etmişti. Rastgele seçilmiş bir laf değildi. Yüz yılın başından itibaren, örneğin 1915’i baz alırsak, imparatorluğun parçalanması ile birlikte aslında duygular da parçalandı. Bir kere savaş parçaladı, yer değiştirmeler parçaladı.  Benim ailem de Balkanlardan bu sebeple ve imparatorluğun toprakları küçüldüğü için göçmüş. Hemen hemen hepimizin hayatında böyle bir kırılma, savrulma ve sarsılma var. Yani atalarının mezarlarını orada bırakmak, alışkanlıklarını, havasını, suyunu, özgüvenini geride bırakıp yeniden bir hayat kurmanın getirdiği bir ruhsal-duygusal parçalanma var. Yapmaya çalıştığım şey empati kurmak değil, sadece anlamak. Çünkü empati de çok menfi bir şey. Kendinize benzeyenle empati kuruyorsunuz. Kendinize benzemeyeni ise anlayabilirsiniz. Bu ayrım önemli… Empati kelimesi bana geçici bir tabir gibi geliyor. Ben empatiden ziyade anlamayı önemsiyorum. Biz bir toplum olarak birlikte yaşamaya devam edeceksek geçmişle ilgili hatıraları, kırık dökükleri bir araya getirmeliyiz, özür dilenmesi gereken yerde özür dilemeliyiz, karşılıklı helalleşilmesi gereken yerlerde helalleşmeliyiz. Ben çalışırken günümüzü takip ediyorum. Kendi zamanımla ilgili yaptığım işler benim o zamana ait şerhlerim. Ben böyle bir olaya tanık oldum, böyle bir olay yaşandı. Roboski olayı, Batmanlı kızlar meselesi, Soma maden kazası, FEMEN kızları, Gazze ve Gezi Davası benim tanık olduğum konular. Ama mesela ‘Toprak Reformu’ adlı işimde Gülten Akın’ın bir şiirinden alıntı yaptım. Başka bir zamanda gerçekleşmiş bir olaya da dokunabiliyorum. Toprak Reformu toplumsal barışın oluşamadığı temel konulardan biri. Toprağın adil bir şekilde dağıtılamaması… Feodal yapının devamlılığını siyaset üzerinden sürdürmesini birtakım grupların temsil edilememesi biçiminde anlatıyorum. Nitekim Güvercin Tedirginliği’nde kendi aile hikayeme dokunuyorum. Orada sadece ölen kişi değil mazlum olan, geride kalanlar var. Ölen kişi artık yok, acı çekmiyor. Acı çeken gerçekte tanık olanlar, vicdan yarası birçok cezasız kalmış meselede kanamaya devam ediyor. Bunların bir izi var zihnimizde ve davranış biçimlerimize de yansıyor.

‘Sorunumuz Duyguları Okuyamamak’

C.M.: Mine Özerden için yaptığın enstalasyon serginin merkezinde yer alıyor. Özerden, Gezi Davası tutuklularından ve cezaevinde bir kayıp yaşıyor. Devlet tarafından görülmediğini söylediğin o yas, senin gözünden nasıl görüldü?

E.C.: Mine tutuklandıktan bir ay sonra babası vefat etti. Cenaze törenine katıldık dostları olarak. İnsanın bir arkadaşı ebeveynini kaybedince ona sarılır sırtını sıvazlarsınız, ten temasıyla acısını hafifletmeyi umarsınız. Kültürel olarak böyle büyütüldük. Bizim için acıyı paylaşmak böyle bir şey. Bunu yapamadığınız anda o acı orada bir tek Mine’nin sırtında çok daha ağır bir kütleye dönüştü. Mine’nin babasının mezarı başında etrafının jandarmalarla çevirili olmasından, kardeşine bile dokunamamasından çok etkilendim. Göz göze geldik o an. Fotoğrafını çektiğimde bununla bir iş yapmam gerektiğini fark ettim. Bu sahneyi herkesin görmesi gerekiyordu. Sosyal medyada paylaşmak yetmedi. Mine’nin yasaklanan yası ve kardeşine bile sarılmasının yasaklanması üzerinden buna sebep olan yasaları hatırlatmak istedim. Babasını kaybetmiş insanların bileceği türden bir acı o. Ben de öyle bir kayıp yaşadığım için Mine’nin duygusunu damarlarımda hissettim. Onun da fark edilir olmasını istedim. Duygu farkındalığı işlerimin temelini oluşturuyor. Yassa yas, neşeyse neşe, kötümserlikse kötümserlik, öfkeyse öfke… Bizim sorunumuz duygu okuyamamak. Duyguyu okuyamayınca da yas gibi insani bir hali de muhakemede zorlanıyoruz.

C.M.: Ben o işinde jandarmalar için yaptığın soyutlamayı da fikren sevdim.

E.C.: Jandarmaların yüzünden de bu durumdan memnun olmadıkları anlaşılıyordu. Çünkü cenazeye gelen bazı insanlar onlara ‘siz de insansınız, izin verin de kardeşine sarılsın’ diye seslenmişti. Mine’nin kardeşi, ‘onlar görevlerini yapıyor, lütfen ısrar etmeyin’ dedi jandarmalar için. O üniformaların içindeki rolleri ve kendi kalpleri arasındaki tezatlık yüzlerinden anlaşılıyordu. Devlet dediğiniz şey soyut bir kavram. Aslında üniforma orada sadece ara yüzey. O yüzden onları bir giysi patronu gibi yani insansız olarak gösterdim.

‘Otorite Sonuçların Düşünülmesini İstemez’

C.M.: Ama bir taraftan da kurumlar ve sistemler onlar için çalışanları bulundukları yerden, zamandan yabancılaştırabiliyor. O üniforma, duygulardan arındırıyor ve tamamen ‘görevlerini yapan’ aygıtlar yaratabiliyor.

E.C.: Böyle bir algıyı zaten devlet ve sistem yaratıyor. Başka türlü otorite kuramaz toplum üzerinde. Otoriterleşmeye gerek var mı onu tartışmamız lazım. Otorite, denetleme ve yargı adil bir şekilde yürütülmediğinde zalimliğe dönüşüyor. Burada Arendt’e değineceğim. Arendt, ‘hiç kimsenin suçu’ derken tam da bunu kastediyor. Eichmann davasını izlerken çıkardığı sonuç, Eichmann’ın gayet sıradan bir adam olduğu, sorgulama gereği duymadan emirleri yerine getiren biri olduğu şeklindeydi. Emir-komuta zinciri doğrultusunda hareket ettiğini, şahsen hiç kimseyi öldürmediğini, kendilerine verilen emri uyguladığını söylüyordu. Otorite, sonuçların düşünülmeyeceği bir sistem içerisinde kurgulanıyor. Bizim burada otoriteyi ve otoriterleşmeyi sorgulamamız önemli. Otoriterleşmeden bir toplumu yönetmek mümkün mü? Tabi ki mümkün… Rızalaşarak, karşılıklı talepleri anlayarak ve sivil topluma kulak vererek. Eşitlik ve hak temelinde anlaşarak bir toplum sözleşmesi yapılabilir. Becerebildiğimiz zamanlar var. Denenmiş ama sürdürülebilmiş değil. Burada insani zaaflar çıkıyor ortaya. Arendt de onu söylüyor. Kötülükten ziyade muhakeme edememek üzerine temellendiriyor. Ne karşılığında bu insanlar o akıl almaz emirleri yerine getirip, insanlık dışı suçları işleyebiliyorlar? Geldiği makamı, parayı, unvanı reddedemediği takdirde elbette. Kimse Eichmann’a silah dayayıp bu kadar insanın ölümüne yol açacaksın demedi. Kendisi istedi, arzuladı, gurur duydu. Bütün kolluk sistemini yanlışlamak doğru değil. Ama bir toplumu korumak ve kollamak üzerine bir rol dağılımı varsa bunun adil olması şart. Yasa böyle bir içeriğe sahip ve uygulanabiliyorsa anlamı var.

C.M.: Arendt referansından devam edecek olursak… Hakikaten bu kötülükleri yapanlar muazzam korkunç yaratıklar değiller.

E.C.: Değil, değil… Her gün her yerde karşımıza çıkan normal insanlar. Ruanda’da sabah birlikte kahvaltı yaptığı komşusunu akşam öldüren adamlar gibi. Tüm kültürlerde kötülüğün nasıl bir şey olduğu üzerine çok kafa yorulmadığının da göstergesi bu.

C.M.: Bir taraftan da hepimizin fail olma potansiyeline işaret ediyor Arendt. Fail olmaya çok yaklaştığımız anlar var. Bu anlar karşısında bizi fail olmaktan uzaklaştırabilecek bir takım politik mekanizmalara, düşünme metotlarına, perspektiflere ihtiyacımız var. Buradan istersen, ‘Sofrada Kim Eksik’ enstalasyonuyla devam edelim. Orada kayıp ve tutuklu yakınlarının sofrasına ortak olup o sofradaki boşluğu işaretliyorsun. Bu işin ortaya çıkışı nasıl bir tanıklığa dayanıyor?

E.C.: Gezi Davası sürecini bir grup sanatçı arkadaşla beraber takip ettik. Hem yargılanan arkadaşlara destek vermek hem de olan biteni anlamak istedim. İddianamenin çıkması bile yıllar aldı. O süreçte Osman Kavala tutuklu yargılandı. Bir suç isnat edilemediği ve kaçma şüphesi olmadığı halde… Sonuçta bu bir siyasi davaydı. Hukuksal karşılığının ne olduğunu anlamak istedim. Bir sanatçı, aynı zamanda düşünme, değerlendirme ve anlama sürecine sahiptir. Ben de bellek çalıştığım için tanık olduğum bir şeyi anlamak istedim kendi muhakememi yapmak istedim, bunun için de bilgiye ihtiyacım vardı. Bu insanlar neyle suçlanıyor, kim bu insanları suçluyor. Birçok hukuki terim öğrendim bu yolla da. O duruşmalardan birine müşteki sıfatıyla katılan bir tanık, mağduriyetinden bahsediyordu. Birden Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz büyük bir isyanla ayağa fırladı. ‘Sen neden bahsediyorsun, benim evladım ölmüş’ dedi öfkeyle. Herkes dondu kaldı. Titriyordu. Tam önümde Berkin Elvan’nın annesiyle yan yana oturuyorlardı. Gülsüm Elvan ona sarıldı, teskin etti. Mahkeme başkanı kimseyi dışarı çıkarmasın diye kendisini tuttu. Bunun bilinciyle sustu ve acısını bastırdı. O gün dönerken o insanları düşündüm. Akşam evlerine döndüklerinde, evlatlarının olmadığı o sofrada tabaklarını, bardaklarını masaya koyamadılar. Her akşam, her öğlen, her sabah o eksiklik duygusunu yaşıyor bu insanlar. Aynı şekilde Ayşe Buğra da tutuklu olan eşiyle yıllardır aynı masada yemek yiyemiyor. Bütün siyasi mahkumlar için geçerli bu, sadece Gezi davası tutukluları için geçerli değil. Bu işimi, o insanların evlerindeki ruh halini anlamak ve görünür kılmak üzere yaptım: ‘Sofrada Kim Eksik?’. Mahkeme salonlarında bir dolu duruşmalar oluyor, cezalar veriliyor. Hukuk terminolojisine uzak biriyim ben ama anladığım şu: Ortada suç yok, delil yok, ihbar eden kişi kim belli değil, hukuka, vicdana ve ahlaka uymayan uygulamalar var.

‘Parçalanmaları ve Atomize Olmayı Referans Aldım’

C.M.: Serginin bir yerinde Lacan referansı da var. Lacan’ın bir sözünden yola çıkıp çeşitli işlerinden kalan parçalarla kendine bir zırh, bir yuva yapıyorsun.

E.C: Lacan’ın ‘20. yüzyılda insan ruhu tamiri imkânsız bir şekilde parçalandı’ diye bir sözünü okudum öğrenciyken. Bu parçalanma efekti önemli bir şekilde yer etti zihnimde. Soyut sanat da böyle bir parçalanmadan doğuyor. 20. yüzyıla girerken imparatorluklar parçalandı, atom parçalandı, sonra coğrafyalar parçalandı, gün geldi insan ruhu parçalandı. Bu parçalanma halini, atomize olma halini bir referans olarak aldım ve parçalı işler yaptım. Esas Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra, onun bedensel bütünlüğünü kaybedecek şekilde öldürülmesi, aksak ta olsa mevcut olan demokrasi ve adalet inancını darmadağın etti. Beni sarsan olaylardan biridir.

C.M.: Parçalanma var ama sen o parçalarla yeni bir şey de yapıyorsun. Bir onarım da var. Bu işine bakarken korkularımızla, karanlık yanlarımızla başa çıkmanın onları bastırmakla mümkün olamadığı çıkarımını yapmak bana iyi geldi. Çünkü bir yandan tüm bu adaletsizlikler olurken, öte yanda bir kahraman gelip bizi adaletsizliklerin elinden kurtarmayacak. Yine biz varız. Korkularımız, kaygılarımızla birlikte varız. Onlarla nasıl başa çıkacağımızı düşünmeye davet etti beni işin.

E.C.: Sonuçta parçalanma kaçınılmaz bir şey. Büyüdükçe parçalanıyor her şey. Her bir araya gelişin önünde sonunda parçalanmaya mahkûm bir hali var. Bir araya gelişlerdeki travmaya yol açacak mevzuları bilerek ve gözeterek parçalanma etkisini zayıflatabilecek önlemler almak gerektiğini söylüyorum aslında. İnsanlık hem fiziki hem zihinsel olarak bir noktaya geliyor. Bir yandan da tarihin başına dönmüş gibi bir davranış biçimi var. Bu karmaşa içinde herkesin sınırlarının gözetildiği ve dertlerinin, acılarının fark edildiği, daha büyük dert ve acılara sebep olmayacak şekilde onarıldığı bir sistem arzuluyorum aslında. ‘Esas sistem kaostur, kaosun içinde her şey var olabilir’ de diyebiliriz. Bu da bir yöntem. İnsan ya da doğaya karşı kendi sınırlarımızı ve onların da sınırlarını tanımamız gerektiğine dair bir talebim var. İnsan evrenin patronu değil, herkesin eşit olduğu ve herkesin haklarını savunabildiği, kimsenin gücünü diğerinin zararına kullanamadığı bir sistem arzuluyorum. Çünkü yeni kuşak bambaşka düşünüyor, onlara güveniyorum.

‘İşlerim Kişisel Tarihim ve Tanıklıklarım Arasındaki Paralellikten Doğuyor’

C.M.: ‘Güvercin Tedirginliği’ işine bakalım istersen. Serginin küratörü Nazlı Pektaş, bu serginin otobiyografik bir yanı olduğunun altını çiziyor. Senle konuşurken, sen de söylemiştin. Bu işin üzerinden o otobiyografik yanı açalım mı?

E.C.: Aydın cinayetleri topluma verilen bir gözdağı aslında. Hrant Dink’in bir düşmanlaştırılma süreci oldu, devletin içindeki bazı odaklar tarafından. Bizim televizyonlarda izlediğimiz çok makul, aileden biriymiş gibi gördüğümüz bir insan öldürüldüğünde vicdanen çok sarsıldık. O suikast bir toplumsal düşünce dönüşümüne yol açtı. ‘Hepimiz Ermeniyiz’ dedik. Biri çıkıp iyi niyetle herkesin anlayacağı ve duyacağı dilden gerçekleri söylüyorsa toplumda karşılığı vardır. Dink’in anlattıkları birilerinin işine gelmedi demek ki. Baba ailem Romanya göçmeni, 1930’larda dedem Silistre’de bir öğretmen. Politik görüşleri olan birisi. Öldürülüyor, babam iki yaşındayken. Birkaç sene sonra Türkiye’ye göç ediyor ailenin kalan kısmı. Yası tutulamamış bir kayıp var ortada. Ailemde konuşulmayan bir konuydu. Ben sonradan öğrendim. Yas tutmanın sağaltıcı bir yanı vardır. Tutulmayan yas günün birinde sizi yakalıyor bir yerde. Aile hikayemizle aydınların, gazetecilerin suikastları arasında bir bağ kuruyorum. Travma sonrası o ailelerde neler yaşandığı, evlerinde nasıl bir isyan, öfke ve infial olduğunu gözümde canlandırabiliyorum. Her işim benim kişisel tarihim ve tanıklıklarım arasındaki paralellikten doğuyor.

Batmanlı Kızların Protestosundan Kadın Bir Belediye Başkanına

C.M.: Bu sergide de yer alan 2006’da Batmanlı genç kadınları selamlamak için yaptığın ‘Saliha’lar Ölmesin’ işin sergi sürerken başka bir anlam da kazandı. 30 Mart seçimlerinde Batman’da bir kadın belediye başkanı seçildi mesela.

E.C.: Çok seviniyorum bugün Batman’da bir kadın belediye başkanı seçilmesine. 2000’lerin başında Batman’daki kadın intiharlarının aslında aile içi infazlar olduğunu öğrendiğimizde hepimiz sarsıldık. Ama böyle bir toplumsal yara vardı. En son intihar süsü verilmiş cinayette Saliha adlı kızın ölümü üzerine arkadaşları, 9 genç kız Batman gibi muhafazakâr bir yerde ana caddeye çıkıp protesto gösterisi yapmışlardı. Bu çok kıymetliydi. O kızların protestosunun bugün Batman’da bir kadın belediye başkanı seçilebilmesinde payı vardır bence. O dönemde küçük bir gazete haberini alarak, bu sosyolojik konunun unutulmaması için görünür bir mecraya taşımak istedim. Onları bir sanat yapıtında sabitlemek üzere şerh düştüm. Bir çeşit belge ürettim diyebilirim.

‘Dogma Haline Getirdiğiniz Her Şey Kırılır’ 

C.M.: Akademisyen Nazile Kalaycı, sergi için kaleme aldığı yazısında serginin malzeme ve anlatım çeşitliliğinin yanında seramiğin ve politikanın kırılganlığı paradoksal şekilde üretmesindeki benzerlikten de söz ediyor. Bir seramik sanatçısı olarak bu benzerliği nasıl değerlendiriyorsun?

E.C.: Nazile Kalaycı böyle bir benzetme yaptığında gerçekten benim için çok yeni bir düşünce kanalı açıldı. Bu iki farklı zanaat alanı -antik dönemde felsefe de bir zanaat- ile ilgili bir düşünsel bağ benim için çok heyecan verici oldu. Her ikisi de kırılgan. Bir çamur pişmeden önce onu suyla karıştırırsanız, tekrar çamura dönüştürüp şekillendirebilirsiniz. Ama piştikten sonra artık onu dönüştürmek çok daha zor. Formunu değiştiremezsiniz, kırılır. Politika da öyledir. Bir şeyi dogma haline getirdiğinizde kırılıyor her şey. O sertlik durumu, sertleşme hali meseleyi çözümsüz bırakıyor. Bütün toplumsal uyuşmazlıklarda ve ortak bir zeminde buluşamadığımız anlarda bu sertlik, bu katı zihin dünyası, bu anlaşamama hali var. Gazze’de bir katliam oluyor, bütün Yahudiler suçlanıyor. Dünyanın her yanından çok Tel Aviv’de insanlar sokağa döküldü Gazze’deki insanlık suçuna karşı. Bütün Yahudiler toptan bir düşman olarak görülebiliyor. Evet kültürlerin yaşamı biraz dogmalara bağlı görülebilir ama yeni bir gelecek tahayyülü için birlikte yoğurulmuş bir çamurdan yeni bir form bir hikâye yaratabiliriz. Coğrafyalar, zaman, sınıflar değişiyor. Buradaki insan malzemesinin bir aradalığıyla ilgili sürekli gelişmeye ve değişmeye açık olma halini talep ediyorum. Buna da ancak hafızayı onararak, helalleşerek ve yüzleşerek başlayabiliriz.

‘Kırılabilir Bir Şeye Hoyrat Davranırsanız Kırıkları Size De Zarar Verebilir’

Fotoğraf: Turgut Okuş

C.M.: Seramik alanına uzağım ama bir seramik sanatçısını bulmuşken seramikle porselen malzeme arasındaki farkları sormak isterim. Kral Lear işinde, yasın tutulmasıyla sağalan kişinin kırılganlığına vurgu yapmak için özellikle porselen malzeme kullandığını söylüyorsun. Seramikle porselen arasında nasıl farklar var?

E.C.: İkisi de seramik aslında genel kavram olarak. Porselen daha yüksekçe yerlerde, daha az aşınmaya maruz kalmış, kayaçların içinde, yapısı bozulmamış bir kil çeşidi. Dolayısıyla bünyesine başka mineraller, oksitler girmediği için açık renkli ve beyaz kalabilmiş. Ama bu kayaçlardan kopup yağmurlarla veya başka etkenlerle sürüklenerek bir dere yatağına çökelmiş kile ise seramik diyoruz. Her ikisinin pişme derecesi farklı. Biri yerinde, sabit, diğeri ise bir sürü maceradan geçerek geliyor ve bir yerde dinleniyor. Ama bünyesine de bir sürü karmaşık şey girmiş oluyor. Her birinin yeri ve kullanımı farklı. Toplumlar da böyle aslında. Eğer o düşük dereceli, düşük sıcaklıkta pişen kil olmasa biz binaları inşa edemezdik. Uygarlığı geliştiremezdik. Çatıları kiremitlerle örtemezdik. Porselen Çin’de daha eski ama modern zamanların bir malzemesi. Ben de kâğıt veya kartonla birlikte yarattığı yanılsaması, şeffaflığı, inceliği ve dayanıklılığı nedeniyle kendime daha yakın buluyorum. Aslında yas tutamayan insanın kırılganlığını porselen üzerinden metaforla anlatıyorum. Eğer kırılabilir bir şeye hoyrat davranırsanız kırıkları size de zarar verebilir. Tüm toplumsal kırılmaları da bu şekilde okuyorum.

‘Kendi Hamlık Sürecimde Malzemenin De Hamlığıyla İlgilendim’

 C.M.: Bu sergide karton malzemelerle yaptığın işler de var. Daha büyük ölçekli bir anlatım sunuyor.

E.C.: Evet, o bir imkân verdi. Porselenle çalışırken derdim kullandığım malzemenin olabildiği kadar ham dokuda, şeffaf ve beyaz olmasıydı. Monokrom çalıştım uzun bir dönem. Malzemenin hamlığı ile çok ilgilendim. Aslında kendi hamlık sürecim aynı zamanda. Porselen işlerin malzemesini kâğıda benzettiğinde izleyenler, aynı anlatımla kâğıttan işler yapmaya başladım, doğal olarak işlerimin boyutları da büyüdü ve bazı durumlarda porselenin teknik sınırlamalarından da özgürleşmiş oldum.

‘Acıda Ortaklaşamadığımız Takdirde Toplum Olamayız’

C.M.: Son sorum… Butler’la başladık, onunla bitirelim. Bu sergi çokça yaşanmamış yas barındırıyor ve tutulmayan yasların altını çiziyor. Butler, 2015’te Paris’te gerçekleşen bir bombalı saldırı sonrası ilan edilen üç günlük yas ile ilgili şöyle söylüyordu: “Gillian Rose’un kitabının adını okumanın bir başka yolu, “yas, yasaya dönüşür.” Kederlenmekte miyiz, yoksa giderek artan bir biçimde militarize olan devlet gücüne ve askıya alınmış demokrasiye boyun eğmekte miyiz? Bu ikincisi, ilki gibi yutturulduğunda nasıl daha kolay işliyor? Kamusal yas üç gün, ancak olağanüstü hâl ulusal meclisin onamak zorunda olmasından on iki gün öncesine kadar sürebilir.” Devletlerin yas politikaları, yeni yasa ve yasaklar için zemin hazırlayan dönemeçlere yol açabiliyor. O sebeple resmi ‘yas’ pratiklerine karşı dikkatli ve mesafeli olmalıyız, çünkü yas, özgürlük rejimine müdahale aracına dönüşüyor. Bütün bu riskler karşısında ‘nasıl bir kolektif yas yaşanabilir?’ diye sorayım.

E.C.: Bir toplumsal ortaklık gerekiyor bu konuda. Biraz önce halden anlamaktan ve helalleşmekten söz ettim. Karşındaki insanların senin acınla ilgili bir duygudaşlık kurması çok kıymetli. Söylediklerin bana Türkiye’de Kral Selman’ın ölümü sonrası ilan edilen ulusal yası hatırlattı. Yüzlerce insanımızın öldüğü olaylar, kazalar ve birçok iz bırakan kayıplar yaşadık ulusal yas ilan edilmedi ama Suud kralının doğal ölümü ile ulusal yasın yasası tiyatroya gitmemize engel oldu. Tabi ki birisi öldüğünde baş sağlığı dilenir. Uluslararası bir barış sembolü de değildi Kral Selman. Bunu çok yadırgamıştım. Yasın yasalarca başka türlü yorumlanması. İnsanların yasını tutmaya izin verilmesi çok önemli. Mesela cumartesi anneleri. Yaslarını tutamıyor bu insanlar, evlatları kayıp. Bir protesto hakkına bile izin verilmiyor. Yas tutamıyorlar. Yas ne zaman tutulur? Ölünüzü gömdükten sonra yas tutarsınız. Ölüp ölmediğini de bilmiyorsunuz. Belki bir gün çıkıp gelecekmiş duygusu var. Mezarı için bir dişi, bir kemiği bize yeter diyor insanlar. Bu duyarsızlık, toplumdan saklama, yasaklama, yasın tutulmasını engelleme hali yeni kırılganlıklar yaratıyor. Bunların bir şekilde hala aydınlanamamış olması faillerinin etkili ve yetkili olduğunu gösteriyor. Gülistan Doku diye bir kız yok oldu. Nerede bu kız? Şimuni Diril ve Hurmuz Diril diye bir Süryani çift yok oldular. Birinin cesedi bir sene sonra çıktı, diğerinin çıkmadı. Bu iletişim çağında bu yok olmalar geride kalanlara da hem gözdağı hem de aileleri yıldırma politikası. Bizim dağıldığımız, çatladığımız, kırıldığımız yerler buralar. Kadın Voleybol takımını başarılarını seyredip hiçbir ideoloji, cinsiyet, inanç farkı gözetmeden aynı anda havaya fırlıyorsak acıda da aynı şeyi hissedebilmeliyiz. Toplum böyle bir şey. Aksi takdirde biz toplum değiliz zaten. O akslarda sağlıklı bir düzenleme ve adalet talebi olmadıkça da olmayacağız.

Daha fazla yazı yok
2024-05-18 13:14:09