A password will be e-mailed to you.

Ahmet Naim’den bir anı-röportaj: ‘’Yeraltında 45 Sene’ ile edebiyatımızda maden işçilerinin yaşamlarına dair yazılan ilk öyküler tekrar günışığında. 

Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında yazın bir bölümünü, çeşitli ziyaretlerle Soma’da geçirdim. (Merak edenler için Soma konulu yazı dizisi burada)

Dolayısıyla bu yazının konusu olan ‘maden edebiyatı’ndan nadide bir örneğe giriş yapmadan Soma’ya dair şahsi birkaç kelâm etmeme izin verin…

13 Mayıs tarihi bundan böyle benim kişisel hafızamda bu memlekette insana verilen değersizliğin, sistemin çürümüşlüğünün dönüm noktası olarak yerini alacak. Gözünü para hırsı bürümüş bir iktidarla, tatlı servetler peşindeki sermayenin kol kola girip yarattıkları bir katliamın adı olarak kazınacak hafızama büyük harflerle SOMA.

Yıllardır kültür-sanat haberleri peşinde koşturan; kariyerinin önemli bir bölümünde de bu alana özel iletişim projeleri yürüten, danışmanlık yapan biri olarak Soma’nın benim kişisel tarihimdeki yeri ise, doğduğum yer olması dışında, epey farklı artık.

Ülkenin ‘creme de la creme’ sanat ortamında o galeri benim şu konser senin, diyerek yıllarını geçirmiş biri olarak SOMA’nın yüzüme vurduğu hakikatlerden sonra hayat daha farklı akıyor zihnimde. Maden ocağının dibinde bıraktığımız 301 can, geride kalan 432 babasız çocuk, yüzlerce acılı eş, aileler, gelecek kaygısı nedeniyle sağ kaldıklarına mutlu olamayan işçiler… Hep birlikte yaşamaya zorlandığımız şu düzende hepimiz aynı gemide, aynı ocakta, aynı madendeyiz aslında. Düşünür Samir Amin’in çok yerinde tanımıyla ‘lümpen kalkınma’ denen bu vahşi düzende ha bir dağın dibini kazmakla geçiyor ömrün; ha havasız plazalarda müşterinin, patronunun cebini doldurmakla. Önce emeğin değersizleşiyor sonra hayatın.

Uzatmayalım, bu yazının konusu ise SOMA gibi bir gerçekle yaşamaya devam ederken, aslında görmemiz gerekenin memlekette yaklaşık 80 yıldır bir arpa boyu yol gidilmediği olduğu…

Emek tarihi araştırmacısı Ahmet Naim’in (1904-1967) ‘’Yeraltında 45 Sene: Bir Maden İşçisinin Anılar’’ının kısa süre önce yayınlanmış olması bu gerçeğe işaret açısından önemli.  Maden işçilerinin hikâyelerini Türk edebiyatında ilk kez kaleme alan Ahmet Naim’in bu eseri Evrensel Basım Yayın’dan çıktı. Kitap 1886-1931 yılları arasında ‘mükellefiyet’ zorlamasıyla işçileşen bir kentin halkını, Zonguldaklıları anlatıyor. Tıpkı 2014 Türkiye’sinde, tarım arazileri ellerinden alınan ya da büyük vaatlerle satılan, bir zamanlar tütün yetiştirirken kendilerini madende işçi olarak bulan Soma havzasındaki işçiler gibi.

Ahmet Naim, madencilikle Zonguldak’ta değişen hayatı, maden ocaklarında anlatılan efsaneleri, hatta madende çalışan kadınları anlatıyor bu kitapta. Nice göçük altında kalmış madenci Ethem Çavuş’u, maden ocaklarının kurdu olmuş Ahmet Çavuş’u (her ikisi de Zonguldak’ta yaşamış gerçek kişiler) konuşturuyor.

Kitabın bir bölümü aslında ilk defa 1936 yılında Bartın gazetesinde tefrika edilmiş ve sonra küçük bir kitap olarak yayınlanmış. Emek tarihi ve işçi edebiyatının nadide örnekleri arasında yer alan bu anı-röportajda Ahmet Naim, maden işçilerinin ocaktaki hayatlarını yazarken bizzat onlarla birlikte ocaklara inmiş; hayatlarını yerinde gözlemlemiş. Naim’in yayımlanmış ve yayımlanmamış eserlerine 1971 Muhtırasında el konmuş ve hala bu eserler aileye iade edilmemiş.

Şimdi gelin ocaklardaki yaşamı bir de 80 yıl öncesinden Ethem Çavuş’tan dinleyelim.  Arif, Hidayet, Ogün, Çetin, Zafer ve Sezai başta olmak üzere Soma’da tanıştığım ve tanışamadığım tüm madenci dostlara ithaf olunur…

 ‘’Bir yandan ocak korkusu, bir yandan geçim derdi. Her zaman ikincisi ağır basardı. İstersen çalışma! Fakir bir köylü çocuğuyuz. Babam katır sırtında öteberi çekmekle evin azığın ı ambara zar zor alıyor.

Mürettep amelelik (12 günlük tertiplerle ocaklarda çalışan köylü-işçiler) sadece bizi değil, Zonguldak madenlerine yakın tüm köylerin hayatını değiştirdi. Biz ne tam maden amelesiydik ne de rençber. Ayın yarısı madende, yarısı tarlada… İşin kötüsü ne tarla doğru dürüst doyurabiliyor bizi ne maden. Korktuk kaçtık ya… Tahsildar da kolunun altında kara kaplı defteri ile köyde beni soruşturuyor. Devlet babanın vergisi gelip çatmış, kim ödeyecek? Diri diri gömüldükleri mezardan kurtulmak için tırnaklarıyla kazarak açtıkları ‘sıçan yolunda boğulup kalan arkadaşlarımın kan pıhtılarıyla sıvalı yüzleri gözlerimin önünde canlana canlana tekrar ocağın yolunu tuttum. Eve ekmek, devlete vergi gerek!’’

‘’Ocağa girerken biliyorsunuz ki, orada insanlar ölüyor! Ve ölüm hiç beklenmedik bir anda ve şekilde geliveriyor! Araba çatıyor, ateşnefes (grizu) kütlüyor, taş düşüyor…Birer ikişer eksiliyorsunuz, kalanlar devam ediyor. Savaş gibi!

 

İnsan her şeye alışıyor. Zamanla ölüm korkusuna da alışıyorsunuz. Her şeyin bir sınırı var. Korkunun da…O sınır aşıldı mı, artık hürsünüz. Korku morku kalmıyor. Korkunun yerini bu sefer merak alıyor. Ben bunu farkında olmadan yaşadım. Yaralanmaları, ölümleri göre göre, bir an geliyor, artık bir duygu körelmesine uğruyorsunuz…Köylünüz kazalanıp ölmüş. Ölüm artık bir şey söylemiyor size. ‘’Nasıl ölmüş?’’ sorusu daha ağır basıyor. Kan ve ölüm! Artık bir şey söylemiyor size; bir şey hissettirmiyor’’.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 12:25:36