A password will be e-mailed to you.

 

Barış İmzacıları oldukları için üniversitedeki işlerini kaybedenlerin çıkardığı, adını büyük yazar Octavia Paz’dan alan PAZ edebiyat ve felsefe dergisi, yayın hayatını maalesef durdurdu. Sanatatak, bir PAZ destekçisi olarak Vivet Kanetti’nin dergi kapatıldığı için yayınlanamayan yazısını yayımlıyor. Derginin bir an evvel yayın hayatına geri dönmesini temenni ediyor.

 

                            Cennet ölümü yok eder, ama ölüm yoksa zevk de yoktur.  Octavio Paz

Evliliklerde bazen (belki bazenden sık), kendinizi ilginizin epey dışında birileriyle buluşmaya doğru koşarken bulabilirsiniz. Otomatikleşmiş bir “eğlenceli gün/daha az eğlenceli gün dayanışması”yla ya da seçilmemiş kimi faaliyetlerin zen ve mizahla “dönüştürülebileceğine” güvenerek ve son kertede, sıkılma öğretisinin de nice edebiyat okulundan biri olduğuna inanarak.

Velhasıl, ilk kez ayak bastığım Art Nouveau dilli otel Lutétia’nın kalın halısını seri adımlarla çiğniyordum: istikamet devasa lobinin en ucu. Akşam yemeğine bekliyorlardı: Ömer ve daha önce pek nadiren karşılaşmış olduğum birileri.

Neredeyse futbol sahası kadar geniş alanda sırtını duvara yaslayarak oturmuş dev ve yaşlı cüsseyi hemen gördüm. İlk düşüncem: “Şu kasvetli loşlukta ne yapar bu etten heykel, yapayalnız?” Yaklaştıkça cüsse devleşti ve ilginç bir paradoksla yalnızlığı daha da arttı. Önünde baston? Emin değilim. Ellerini nereye yaslamışsa, onları iyi hatırlıyorum oysa (yoksa Borges’in o bildik fotoğraftaki bastona kenetlenmiş elleri mi, hatırladığım? Gene mi hatlar karıştı?)

Hizasına vardığımda, zınk, Kuzey Amerikalı (o olsa böyle derdi) bir çizgi roman kahramanının çevikliğiyle stopladım. Onu kendi “şimdi”me yerleştirmenin hayreti ve acemiliğiyle tereddütlü bir gülümseme, ve yoluma devam. Yöneldiğim mekân, devasa sırtını dayadığı duvarın tam arkasında kalıyordu.

Şimdi’nin baskını, çağdaş hayatın ortasında, o yasak, o lanetli sözcük zevk’in (ki adalet sözcüğünden ne daha az güzel, ne daha az sarsıcıdır) ortaya çıkışı anlamına gelir: Zevk derken düşündüğüm, yeni bir hedonizmin inşası ya da kösnül antik bilgelik değil- ilki küçümsenecek şey olmasa ve ikincisi temenni edilse de-, kastettiğim, ilerlemenin ahlaklarının aşağıladığı, gömdüğü, loşlukta kalmış insanın diğer yarısının açığa çıkmasıdır. O diğer yarı ki, ancak sanatın ve aşkın imgelerinde kendini ifşa eder.” (Post-scriptum)

Az sonra, çok az çok sonra, duvarın ardında gördüğüm devasa adamı anlatıyor buluyorum kendimi. Ömer’in yanındakilerle birbirimize öylesine ilgisiziz ki adını muhtemelen ilk kez duydukları “duvarın ardındaki yabancı”, onlar için de birkaç dakikalığına kibarca tutundukları bir dal, bir atraksiyon oluyor. “Hayır, hayır, merhaba diyemedim, hiç konuşamadım, çekindim, ama neredeyse eminim; oydu!” Tabii, gördüğüm sadece bir hayalet değilse. Şairin ve düşünürün ömrü, eseri boyunca önemseyeceği (Ömer’in de):  “Yaşıyordum ,hayaletler gördüm/Diriydi hepsi, istekliydi. (…) Yaşıyordum, ölümü aramaya koyuldum.” (Orada ve Arkada şiirinden. Türkçesi: Ülkü Tamer)

“Geçmişin kalıntıları (ya da kendi doğurduğumuz birer hayalet olan düşsel antitelerle mücadele ederiz. Bu hayaletler ve kalıntılar gerçektir, hiç değilse bizim için. Gerçeklikleri incelikli ve tüyler ürpertici bir alana aittir, çünkü burada doğaüstü bir gerçeklik söz konusudur. Hayaletler birçok durumda geçmiş gerçekliklerin kalıntılardır. Kökleri Fetih’e, sömürgecilik dönemine, Bağımsızlık’a ya da Yankilere, Fransızlara karşı sürdürülmüş savaşlara uzanır. Daha başka hayaletler, günümüzdeki sorunlarımızı yansıtırlar, ancak dolaylı yoldan, hakiki doğalarını gizleyip onları farklı kılıklara sokarak(…) Neticede, tarih hayaletlerimizin birçoğunun kökenini aydınlatabilir ama onları püskürtemez. Sadece bizler onlarla yüzleşebiliriz.” (Yalnızlığın Labirenti)

Kolalı gömlekli garsona coşkusuz tınlamasına çabaladığım bir sesle soruyorum: “Şu duvarın diğer tarafındaki beyi bildiğim birine benzettim de… Yanılıyor da olabilirim. Siz onu tanıyor musunuz acaba?”

“Mösyö Paz mı?” diye şaklatıyor garson, yarattığı çalkantıdan memnun, hatta kibirli (şahsı adına mı, otel adına mı?): “Onu çok iyi tanırız biz. Paris’e geldiğinde hep buraya iner.”

1990 öncesindeydik, kuşkusuz. Nobel’i öncesinde.  Sonrasında olsa, kimsenin marifeti saymazdık: Dünyanın her yerinde konuya en lakayt ailelerin odalarına dalar, gözlerinde kamaşma ile dehşetin yarıştığı yüzler, sanki yolunu ve iklimini şaşırıp bir yaz plajı ortasına düşen penguenler…

Kağıda bir şeyler karalayıp mı tutuşturdum garsonun eline, sözlü aktarmasını mı rica ettim: Böyle böyle, sizi tanımış, sizi okumuş, okuyor, rahatsız etmeyecekse, gelip bir merhaba demek ister, İstanbullu; filan da falan.

Lobi ile lokanta arası bir araf bölgedeyiz. Burası tam bar sayılmaz: Bir tür bekleme odası. Garson, müspet bir cevap getirmeyecekse, dönmez.

Ve garson dönmedi; o geldi. Kocaman cüssesiyle masamızın yanında belirdi (hemen ayaklanıyorum), yanındaki cüsseli için “eşim” dedi. Sarmaş dolaş çektirdikleri fotoğrafta saçları omuzda, kocaman güzel ağzı kulaklarında, boynunda sımsıkı bağlanmış bir fular, adamı biri çok bilezikli iki koluyla birden sarmalamış, “Sonsuz kadın, yitir kendini/kendi benliğinin sonsuzluğunda,/bir başka denizle buluşan bir deniz gibi/ unut kendini, beni unut”ta ve daha nice erotik dizede hayallerde canlanmış seksi sarışınla şu irileşmiş, gülüşü düşmüş, dudaklar somurtkanlıkla büzülmüş, ilham periliğinden otoriter hemşire-bekçiliğe kaymış kadın arasında nasıl bir alaka olabilir?

Octavia Paz ve Marie José Tramini

Şair ise artık az önceki kederli Budha hiç değil (evlilik biraz da tahterevalli), gözleri Hindistan dönemi fotoğraflarındaki muziplikle gülümsüyor ve yanındaki ilham perisi-bekçi-hemşire büyük jüri başkanı mertebesine de çıkmış olmalı ki, ona anlatıyor heyecanla:

“Beni tanıdılar!! Lobiden geçerken beni hemen tanımış! İstanbullu. Orada biliniyorum!”

Büyük adamına yaklaşan böyle heyecanlı ve dilli kimbilir kaç hatun görmüş jüri başkanı, başını yukarıdan aşağıya sükûnetle sallıyor. Şaire hitap ederken ben de yan gözle jüri başkanını kolluyorum:

“Şiirlerinizin çok çevirisi var bizde. Hepsi güzel. Denemelerinizin de çevirileri var. Hem kitap hâlinde çıkmış hem dergilerde. “Yalnızlığın Labirenti” de öyle. Artı, onlar üzerine, onların çeperinde yazılanlar.  Seviliyorsunuz İstanbul’da, nasıl, şaşarsınız. Keşke gelseniz”.

Budha, konuştukça canlanan yüzüzle anlatıyor: “Geçtiydim İstanbul’dan bir kere, uzun yıllar önce. Sadece bir aktarmaydı, Hindistan yolundaydım. Çok da merak ediyorum. Gelmek istemez miyim? Değil mi Marie José?”

Hadi bir cesaret: “Oturmaz mıydınız?”

“Oturalım mı Marie José?” Ah,  bu yeni bir “şimdi”ye, yeni bir oyalanmaya, evrende açılacak yeni bir pencereye duyulan iştahı nasıl da tanıyorum!

Marie José Tramini duraksıyor. Kısacık bir an. Ve karar düşüyor:

“Şimdi dinlenmesi gerek.”

Peki. Karara cümleten boyun eğiyoruz. Tam o sırada bir hamlede, bir kağıt parçası buluyor, üstüne adresini yazıyor. Karısının da adını ekliyor, tatlı bir cambazlıkla. “Belki siz gelirsiniz Meksiko’ya, bize uğrarsınız.”

O kağıt parçasıyla ne yapacağımı bilemedim. İstanbul’da birkaç kişiyle paylaşmış olmalıyım ama Octavio Paz’ı İstanbul’a davet edip ağırlamak kuşkusuz muazzam bir lojistik gerektiriyordu (o yıllarda tam da oturmamış olan), ardından Nobel geldi ve bir Nobelliyle o lojistik en az yirmiyle katlanmak zorundaydı… Neticede, bir mektup, bir kart atmak dahi nasip olmadı.  “Nasılsa Marie José doğrudan çöpe atar” diye düşünmüşümdür belki.

O kağıt parçası

Ve işte böyle, yıllar sonra, Türkiye’de Barış İmzacıları oldukları için üniversitedeki işlerini kaybeden üç akademik insan, üç edebiyat, felsefe, hukuk (Octavio Paz’ın da okuduğu branş) sevdalısıyla arkadaşları bir edebiyat dergisi tasarladılar, adını Paz koydular ve Meksika hükümetinin 2 Ekim 1968’de Tlatelolco meydanında gençlere karşı giriştiği, şairin tanımıyla “kurban ritüeli”nden sonra büyükelçilik görevinden istifa etmiş şair Octavio Paz’ın bana eliyle yazdığı adres, böylece, gitmesi gereken en doğru yeri bulmuş oldu. Bunun bir semboliği var.

Meksikalı entelektüeller ile hükümet arasındaki ilişkiler temel bir olgudan ötürü çok özeldir: Meksika Küba’dan önce ihtilal yaşamış tek Latin Amerika ülkesidir ve elbette Meksikalı yazar ve entelektüellerin çoğu hükümetle çalışmıştır. Bunu yapmamış yazar bulmak neredeyse mümkün değildir. Bildiğin gibi, Fuentes çok genç yaşta diplomasiye girdi, Juan Rulfo devlette çalıştı, Revueltas dahi, hapse atılmadan önce Eğitim Bakanlığı’nda görevliydi. Buna karşılık, 1968’den itibaren her tür ortak çalışma, işbirliği olanaksızlaştı. 1968 olaylarının sonuçlarından biri, doğası gereği eleştirel olan bağımsız bir kültürle bürokratik ve resmi bir kültür arasındaki kopuş oldu. Bence bugün Meksika’da bu ayrışma artık net, açık ve mutlaktır.” (İki Sesli Solo. Julián Ríos’la konuşmalar)

Gökhan Yavuz Demir’in Don Quijote tutkusunu, Paz dergisinin ilk sayısının kapağında Filiz Mungan’ın elinden Don Quijote -Cervantès illüstrayonunu hatırlatalım. Ve Octavio Paz’ın, Cervantès için şu çarpıcı sözlerini: “Edebiyatta sade hakikatler yoktur ve her eser kendi inkârını, kendi eleştirisini de içerir. Modern edebiyatla Antik Çağ edebiyatını ayrıştıran da bu. Homeros sadedir belki, ama Cervantès karmaşık, sorunsallı, ikirciliklidir. Don Quijote deli midir? Modern edebiyatın sorguladığı, dünya –ve de kendisidir. Yazarın dil karşısındaki ahlâkından yazarın tek ve yegâne ahlâkı olarak söz ederken, aklımdaki şey, sözcüklerin anlam çoğulluğudur ki, bu varlıkların çoğulluğuna ve de gerçekliğin çoğulluğuna tekabül eder. Edebiyat o çoğulluğu dillendirmelidir. Sözcüğe ihanet -yazarın ölümcül günahı- insanın ve gerçekliğin çoğulluğuna ihanettir.”

Yazımı tamamlarken Octavio Paz’ın girip çıktığı nice işten birini de anmak isterim. Yazar Elena Garo ile evlidir o sıralar, belki kızları da doğmuştur;  ailesinde ve tüm ülkede geçim sıkıntısı dönemidir. Kâh gazeteci olarak çalışır kâh türlü eksantrik işlerde. Meksika Merkez Bankası’nda on kişilik bir ekibin içindeki  maaşlı görevi, tedavülden kalkmış, yakılmaya gönderilecek kağıt paraları saymaktır.  Onu çok etkileyen bu iş için “şeytani bir şey” der Paz. “Ekonominin ve kapitalist rejimin öteki yüzünü gördüm diyelim. Paranın da hayaletimsi niteliğini: Para bir simge, ama kendi kendini yok eden bir simge. Koca alevlerin milyonlarca pesosu yuttuğunu gördüm. Onlar artık milyonlar değil, sadece eski kağıtlardı.”

Julián Rios’la konuşmaların başında anlattığı bu anekdot kitabın sonunda José Alvarado’ya ithaf edilmiş muhteşem uzun şiir “Dönüş”te de yerini alır.

 

Yıkım bitkileri

bodrumda olgunlaşır

Meksika Bankası’nda

Milyonlarca, milyonlarca eski kağıt para

yakılır

 

Ve şiirin sonu şöyle gelir:

 

Yürüyorum, ilerlemeden

Varamayız hiç bir zaman

       Hiç bir zaman olduğumuz yerde değiliz

Geçmiş değil     

                      bugündür dokunulmaz olan

Meksiko, 2 Haziran 1971″

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 23:56:49