A password will be e-mailed to you.

Modernizm’in sonuna varıldığı; yeni bir içerik, ironi, kendine mal etme çağının başladığı düşünüldü. Tahta postmodernizm oturmuş gibiydi, ya sonra? Postmodernizmin başına neler geldi?

Evvel zaman içinde, yeni bir tür kapsayıcı ve melez (ama evrensel değil) umutsuzca umut verici (ama ütopik değil) bir inanç sistemi, kendini mimarlık ve sanatı modernizmin doktrinci kısıtlamalarından kurtarmaya adayarak, büyülü bir şekilde ortaya çıktı. Buna "postmodernizm" adı verildi ve modernistlerin tabu kabul ettiği ne varsa hepsi ortalığa döküldü Teatrallik, yanılsama ve süsleme gibi kirletici maddeler içeriyordu postmodernizm. Modernizmin steril formları aniden dogmatik, kaba ve tükenmiş görülmeye başlanmıştı. Buna karşılık bazıları, postmodernizmi modern çağdan filancaya (!) doğru –doğrusu kimse "ne"ye olduğunu tam bilmiyordu- temel bir tarihsel dönüşümün başlangıcı olarak kabul ettiler. Dönemin sözcükleriyle, postmodernizm temel bir paradigma değişimini temsil ediyordu.

Birçok kişiye göre postmodernizm iki mimarın, Robert Venturi ve Denise Scott Brown’un cisimleşmiş haliydi: Las Vegas Versailles’ımızdır! İkilinin Learning from Las Vegas adlı kitabı 1972’de, tam da 1968’in tüm dünyaya yayılan öğrenci protestoları, karşı kültür komünleri ve toplum karşıtlarının modernist inanç sistemine karşı çıkışının sinyallerini vermesinden yalnızca birkaç yıl sonrasında yayımlandı. 70’lerin sonundan başlayarak, Charles Jencks’in kuramsal metinlerinin yanı sıra, Frank Gehry’nin Santa Monica’daki evinin radikal biçimde yenilenmesi gündeme geldi. Oksitlenmiş metalle çekidüzen verilen "postmodern piazza"lar ve sıra sütunlar ortaya çıkmaya başladı. Ama dikkati en çok çeken, eski cam küp modernisti Philip Johnson’un tasarladığı, şu “Chippendale” alınlıklı New York Midtown gökdeleni, yani ATT binası olacaktı.

Postmodernizm’i kendi amaçlarına alet eden sanatta ise işler bu kadar kolay yürümedi. 1969’dan başlayarak hafriyat işleri (earthworks), scatterworks, kavramsal sanat ve Duchamp’ın étant donné’leri –bedeninin bütünlüğü bozulmuş geline simgesel bekar erkeklerinin yaptıklarını bütünlük içinde toplayan, rahatsız edecek kadar gerçek gözetleme deliği manzara dioraması- ileri sanatın doğasını değiştirmişti. Doğal maddeler, süregiden süreçler, hayali imgeler ve gerçek zaman sistemlerine ilişkin yeni sanatın haberini, kırılgan mavi yerkürenin aydan çekilmiş tüyler ürpertici fotoğrafı veriyordu. Yağmalayarak araştıran, geri dönüştüren ve gerçek hayattan şeyleri kendine mal eden dönemin birçok sanatçısı, soyutlama ve geometriyi de terk etmeye başladı.

İlk Postmodern kabul edilenler arasında, 70’lerde San Diego’nun son derece politize olmuş anlatı kavramsalcıları ve video sanatçıları vardı: Martha Rosler, Eleanor Antin, Helen ve Newton Harrison ve Suzanne Lacy, bunlardan bazılarıydı. Rosler, fotokolajlarla Vietnam savaş sahnelerini banliyö evlerinin salonlarıyla karıştırırken ya da sınıf farklarını hedef alan yemek görüntülü kartpostalları postaya verirken, Antin ABD’nin dört bir yanına savaş yolunda parçalanmış 100 çizmenin kartpostalını yolluyordu. Harrison’lar kirlenmiş su yollarının haritasını çıkarırlarken, Lacy beş parçalı bir feminist harita üzerinde LA’deki tecavüz alanlarını saptıyordu. 1980’den başlayarak, "yeni"nin eskimiş soyut stratejilerine karşı başkaldırı olarak başlamış olan postmodernizm, modernizmin bir gün sona erip ermeyeceği ya da zaten çoktan bitmiş tükenmiş olup olmadığı hakkında akademisyenlerin birbirine küfürler savurduğu tartışmalı bir kuram haline gelmişti.

Yaklaşık aynı zamanlarda, resim girmiş olduğu uyuşukluktan başdöndürücü bir dizi farklı kılıkla çıkıyordu: new image painting (örneğin Jennifer Bartlett ve Robert Longo), pattern and decoration (Robert Kushner ve Kim MacConnel), İtalyan transavangard’ı (Sandro Chia, Enzo Cucchi ve Francesco Clemente), Alman ressamlar (Georg Baselitz ve Jörg Immendorff) ve aralarında en önemli ismin David Salle olduğu neo-ekspresyonistler… Julian Schnabel iki arada bir derede kalmıştı –Japon tarzı zeminler üzerindeki tabak çanakları ve resimleri açıkça postmoderndi, ama afili boyama tarzı, muhtemelen modernist bir genden geliyordu.

Tam bir "postmod" poster kızı olan Cindy Sherman dışında, kimin po-mo olduğu, kimin olmadığı çetrefil bir soruydu. Kendine mal etme sanatı ortaya çıktığında ve Richard Prince "Malboro Adamı"nı yeniden fotoğraflamasıyla ve tekrar ettiği Walter Evans fotoğraflarıyla modernizmin “yenisini yap” düsturunu ilk bırakanın hangisi olduğu konusunda ağız dalaşına başlayınca po-mo retrolaştı (bu aşama daha sonra pictures generation diye adlandırıldı). 80’lerin sonunda terimler çoğaldı: Postmodernizm sonrası, Süpermodernizm, Hipermodernizm, Neo-Modernizm, Anti-Modernizm, Altermodernizm… Herkesin aynı fikirde gibi göründüğü tek şey, ironi ve pastişin oynadığı önemli roldü.

1990’larda Postmodernizm doğurduğu her şeyi içine aldı: Cinsel kimlik, ırk, etnik köken ve öteki üzerine çokkültürlü sanat, feminist projeler, politize fotografik işler ve yerleştirmeler…

Şimdi ise, yirmi küsur yıl sonrasında, Postmodernizm hayaleti geri dönmüş durumda. Bir zamanlar Batı kültüründe avangard söyleme yaklaşık yirmi yıl hakim olan – ve analizden senteze, ağ dizgeden haritaya, yeninin yarattığı şoktan eskinin geri kazanımına dönüşü işaret eden- radikal bir kavramken, aslında güncelleştirilmiş bir Art Déco’dan ibaret, dekoratif bir stilden fazlası olmadığını göstererek, yeniden su yüzüne çıktı.

Bu yeniden canlanma, büyük bir tasarım sergisi olan Postmodernizm: Stil ve Altüst Oluş’un yer aldığı Londra Victoria &Albert Müzesi’nin öncülüğünde, geçtiğimiz sonbaharda yeniden gündeme geldi. 28 Ekim’den başlayarak İsviçre Ulusal Müzesi’ne geçen sergi, postmodernizmi dünyayı sarsan kaçınılmaz bir paradigma değişimi hareketi olarak değil, punk ya da gotik gibi yalnızca bir başka stil eğilimi olarak ele alıyor. Sergide Memphis mobilyaları, Vivienne Westwood giysileri, Alessi çaydanlık ve Grace Jones’un kübist hamile elbisesi gibi işler yer alıyor.

Bu arada ABD’de, po-mo ile pro-mo hizipler arasında postmodernizmin gerçekten bir stil olup olmadığı hakkında tartışmalar çıktı. Bu da, ilk ortaya çıktığı zamanın aksine, postmodernizmin daha çok dekor ve fikir çatışmasından ibaret olduğu meselesini hortlattı. Başlangıçta, modern geleneğin sona erişini ilan ettiği gibi, bugünün ön dijital dünyasında içerik, bağlam ve öz konularında kendi arayışını ortaya koyarak, tarihte yeni bir bölüm açıyor gibi duruyordu postmodernizm. Adamakıllı parçalanmış, metalaşmış ve fetişleşmiş erken 21. yüzyılda ise, güncelleştirilmesi kaba bir komediye dönüşmüş durumda. Öze ilişkin hiçbir şey yok; her şey modaya uygunluk ve kapsamlılıkla ilgili. V&A tasarım sergisinin Jane Pavitt ile eş-küratörlüğünü yapan Glenn Adamson, “postmodernizm, şimdi sürdürdüğümüz yaşamlar için bir tür erken uyarı sistemi” diye belirtiyor. Sergide Kraftwerk’in yanı sıra hip-hop performans sanatçıları ve hatta 2011’in muhalif sanat kahramanı Ai Weiwei var. “Singapur, Beijing ve Dubai şimdi muhtemelen Milano ve Londra’nın hiç olmadığı kadar postmodern.” Ama olan da bu zaten: Radikal kenar artık baskın tarz haline gelmiş durumda. Derin kavramlar, sığ yüzeylerle ilgili meselelere dönüşüyor. Postmodenizmin vardığı yer tam da burası.

Geçtiğimiz birkaç yıl içinde Avrupa’da pusuda bekleyen bir postmodernizm sonrası hareket var: Metamodernizm. Süreksiz, değişken, geçici ve nevi şahsına mahsus olduğu kadar mekan odaklı ve performansa dayalı, dolambaçlı ve sorgulayıcı sanatı içeren bir gündemi var bu akımın.  

Notes on Metamodernism’i bir webzin olarak yayımlayan kültür kuramcıları Timotheus Vermeulen ve Robin Van den Akker’in ortaya attığı metamodernizm; modernizm ile postmodernizm arasında yerleşik kafa karışıklıkları ve çelişkileri açıkça tartışıyor. Vermeulen ve Van den Akker,  "postmodern görelilik, ironi ve pastiş kültürü’nün sona ererek yerlerini yükümlülük, duyguları etkileme ve hikaye anlatımı üzerinde duran ideoloji sonrası bir duruma bıraktığı"nı öne sürüyor. “Meta” diyorlar “ modernizm ile postmodernizm arasındaki salınmaya işaret ediyor, dolayısıyla da kuşkuyu olduğu gibi melankoliyi, içtenliği ve ironiyi, duyguyu ve duyarsızlığı, kişiseli ve politiği ve de teknoloji ile techne’yi (“idrak” olarak çevrilmeli) içermeli. “

Anlam ve anlamsızlığın rolleri var. Tuhaflığın da… Günümüzde ön planda, tümü Berlin’de çalışan ve işleri nostalji, kandırmaca ve performans gibi gördükleri eski usul resme atıfta bulunan oynak bir estetikle belirlenen Ragnar Kjartansson, Pilvi Takala ve Cyprien Gaillard var. Müzik de yapan Kjartansson, 2009 Venedik Bienali için dondurucu soğukta Speedo mayolu bir arkadaşının her gün farklı bir portresini yapmıştı. Takala’nın New Museum’daki Yönetilemezler sergisinde gösterilen videosunda bir büro işine müdahale vardı. Kamera, art arda geçen günler boyunca hiçbir şey yapmıyor gibi duran sanatçıyı izliyordu. Emek kavramını sorgulayan şaşırtıcı içtenlikte bir performanstı bu. Hata kavramıyla ilgilenen Gaillard, pitoresk romantizmle entropik arazi sanatı’nı birleştirerek; arazide yangın söndürücülerini havaya uçurdu; modern binaların yıkılmalarını kayda geçirdi ve manzara resimleri siparişleri verdi. Bu sanatçıların işlerinde gerçeklik, kurgu, eski usul temsiliyet ile son zamanların ilişkisel stratejileri; hatayla, istikrarsızlıkla ve şimdiki zamanın gözde büyütülen tüm "mış gibi"leriyle uzlaşmaya varıyorlar.

 

Çeviri: Meltem Cansever

Daha fazla yazı yok
2024-04-19 08:54:06